Ateş Yalazan

Tekel işçileriyle Gökçek de otursun

5 Şubat 2010
BAŞKENTİMİZİN bahtsızlığının, kör talihinin en önemli kanıtı olan metro konusu geçen hafta yine gündeme geldi. Biz yazmaktan sıkıldık, başkan her seferinde metroyla ilgili sanki yeni bir cümle kuruyormuş gibi aynı şeyleri tekrarlamaktan sıkılmadı.
Bu açıklamaların en traji-komik kısımlarından birisi de bazı hatlarda tramvay yapmayı planladıklarını açıklamasıydı.
Yer altından giden raylı sistemi beceremeyen Gökçek yönetiminin yer üstünde varlık gösterme çabasına gülünsün mü ağlansın mı?
Gökçek bu arada farkında olmadan bir itirafta da bulundu aslında.
Bir televizyon kuruluşundaki programın spikerinin beni şaşırtan metro sorusu sonucunda Gökçek, hala tamamlanamayan üç metro hattına zamanında teker teker başlamış olsalar bugüne kadar tamamlanabileceğini söyledi. Gökçek, üç hatta birden başlamalarının nedenini “hükümeti yardım etmeye zorlamak” olarak açıkladı.
Belli ki, Gökçek’in evindeki hesap çarşıya uymadı.
Bitmeyeceğini bile bile başlamış projelere.
Türk yasalarının, harcanan paralarla basiret ilişkisini kuran maddeleri hala yürürlükte değil mi?
Yürürlükteyse belki bu konuda bir gelişme yaşanabilir.
Hükümeti seçimi kazanana kadar Ankaralılara destek sözü verdi, seçimden sonra ise bu sözü unuttu.

METRO PARASI KOPARMAK İÇİN

Ankara 50 günü aşkın süredir Tekel işçilerini bağrına bastı.
İşçilerin özellikle Türk-İş Genel Merkezi’nin önündeki oturma eylemlerine hemen hemen bütün vatandaşların destek verdiği görülüyor.
Tekel işçileri hükümetten haklarını istiyorlar.
İster istemez hükümetin gözü kulağı da Tekel işçilerinin üzerinde.
Diyorum ki, belki Gökçek de Tekel işçilerine katılıp, hükümetten metro parası koparmak için oturma eylemi yapabilir.
“Hiç olur mu koskoca başkanın oturma eylemi yapması” mı diyorsunuz?
Hükümetten para koparma yolu olarak bitmeyeceğini bile bile üç projeye başlayan bir başkan, oturma eylemi yapmış çok mu?
Yazının Devamını Oku

Kardan önce hazır kar yağınca kayıp

29 Ocak 2010
ANKARA geceye karlı yattı, sabaha az kaldı kar felaketiyle uyanıyordu. Felaket olmadı, çünkü okullan sömestr tatilindeydi.
Üstelik günlerdir beklediğimiz, davul zurna çalarak gelen kara teslim olduk yine.
Hani klasik yazı konuları vardır ya, takvime, mevsime bağlı.
İşte kar yazıları da böyle.
Her sene en az bir kez yazmadan olmuyor.
Konu sıkıntısı çekildiğinden değil, belediyelerimiz bu konuda bir arpa boyu yol alamadığından.
Günlerdir hemen her belediye karla mücadele bülteni yayınlıyor.
Şu kadar araç, şu kadar ton tuz, şu kadar personel mücadele hazır diye.
Hepsi afilli isimler buluyorlar, karla mücadele timi gibi.
İşte kar gelmeden mücadelesini başlatan bu belediyelerin, kar yağdığı zaman ortadan kaybolabilme yeteneklerine hayranım.
Biliyorum ki, bütün belediyeler, dün gün boyu ne kadar çok çalıştıklarını anlatan bültenler yayınlayacak. Hatta yayınlamaya başladılar bile.
Ama dün bütün Ankaralılar da gördü ki, bu kent karla mücadele çalışmalarında hiç yol katedemiyor.

Cato Fong’un kulakları çınlasın

TİYATRO oyunu sırasında “rol icabı” sahnede sigara içtiği için tiyatrocu Fatih Al’a ve Öteki Tiyatro’ya ceza kesildi.
Hani toplum sağlığı öne sürülerek can siperane bizlere dayatılan sigara yasakları kapsamında kesilmiş bir ceza.
Baştan söyleyeyim, bu sigara yasaklarına başından beri ciddi biçimde karşıyım.
Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılamayacağını dünüşünüyorum.
Nasıl ki tiryakilerin içmeyenlere göstermesi gereken bir saygı varsa, biz tiryakiler de aynı saygıyı bekliyoruz.
Bu sigara karşıtlığı öyle bir noktaya vardı ki, hatırlayacaksınız az kalsın özel otomobillerde bile sigara içilmesini yasaklayacaklardı.
Ama tiyatro sahnesindeki bu son olay nedeniyle nutkum tutulmadı desem yalan olur.
Tam üzerine “mavra” yapılacak bir konu.
Düşünsenize, ünlü oyuncu Müjdat Gezen’in dediği gibi tiyatro sahnesinde içki içilse, sigara denetimi yapan devlet görevlileri bu sefer de içki ruhsatı mı soracaklar?
Ya da bir poker sahnesi canlandırılırken, polis sahneyi basıp da kumar oynandığı gerekçesiyle oyuncuları gözaltına mı alacak?
Ya da Ankara Devlet Tiyatrosu’nda oynanan Fosforlu Cevriye’deki oyunculara vesika verilmeye kalkışıldığını düşünsenize.
Neresinden baksanız elle tutulur bir yanı yok.
Üstelik bu ceza kesme işleminin “gizli operasyon” kıvamında yapılmış olması ayrıca komik.
Bu sağlık denetçileri bu “gizli operasyona” nasıl hazırlandılar acaba? Nasıl bir taktik-stratejik planlama süreçlerinden geçildi? Ya da acaba operasyona başlamadan önce birbirlerinen gözlerinin içine bakıp saatlerini ayarladılar mı?
Gözümün önünde canlanıyor da bu sahneler gülesim geliyor.
Peter Sellers’ın Pembe Panter filmleri düşüveriyor aklıma.
Üzerinde trençkot bulunan, fötr şapkalı iki adam. Şapkalar, hafiften tek kaşın üstüne düşmüş, şapkaların siperlikleri yüzlerine gölge yapıyor. Tiyatro biletini alıp, hiç dikkat çekmeden salona süzülüyorlar.
Bu ülke gerçekten doğal komik.
Ve insanın Pempe Panter’deki Cato Fong olası geliyor.
Not: Bu arada eğer yukarıda canlandırılan sahne sigara yasaklarından önce çekiliyor olsaydı, iki gizli ajanın dudaklarının kenarından sigara sarkıyor olacaktı.
Yazının Devamını Oku

Katile teveccüh

22 Ocak 2010
ANKARA’da son günlerde herşey sanki ışık hızında ilerliyor.<br><br>Güne bir konuyla başlıyorsunuz, öğle arası vermeye gelmiyor. Hemen yeni bir başlık gelip konuveriyor gündemin göbeğine.
Alın size Mehmet Ali Ağca’nın tahliyesi.
Göğsünü gere gere çıktı cezaevinden.
Sanki Abdi İpekçi’nin katili değil de düşünce suçlusu.
Baktım, bundan tam dört yıl önce gazetelerde iki sütunluk bir habermiş Ağca’nın 18 Ocak’ta tahliye edileceği:
“Kartal Cumhuriyet Başsavcılığı, Mehmet Ali Ağca hakkında yeni bir müddetname hazırlayarak, 18 Ocak 2010’da tahliye edilmesini kararlaştırdı.”
Göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş bu dört yıl.
Bakın şimdiden Ağca ile ilgili haberler, “Otoyola köpek atıp gitti” noktasına kadar geriledi.
Abdi İpekçi’nin katlini değil de Ağca’yı konuşuyor herkes.
Popüler kültür, nasıl kahramanlar yaratıyorsa, karşısına kötü kahramanları da yerleştiriyor.
Ağca neredeyse bu kadrodan maaşa bağlanacak.
Üstelik Hrant Dink’in katledilişinin yıldönümünde yaşanıyor bu sahneler. Onun katil zanlısının cinayetin hemen ardından verdiği pozların vicdanlarda açtığı yarayı daha da kanatarak…
Bu kadar hızlı akan gündem, zihinlerde de kalıcı hafıza kayıplarına neden oluyor şüphesiz.
Ve dezenformasyonlara...
İletişim çağı artık herşeyi şeffaflaştırdı, bilgilerin gizliliğini ortadan kaldırdı diyoruz ya.
Aslında bir o kadar da yalanları, yönlendirici yanlış bilgileri çoğalttı.
Üstelik arasından ayıklamasını zorlaştıracak kadar çoğalttı.
Ağca’nın izdüşümü, bugün 20 yaşında bir genç için nasıldır acaba?
Ülke tarihinin bir çok gizemli noktasında parmağı bulunan, hangi karanlık ilişkilerin neresinde yer aldığına dair netlik olmayan, Papa’yı öldürmeye çalışmış, bir gazeteciyi de katletmiş, bir can almış bir katil olarak mı?
Yoksa özel korumalar eşliğinde, beş yıldızlı otellerde, lüks arabalarda gezen popüler bir figür mü?
Evet hiç kimse direkt olarak olumlamıyor Ağca’yı.
Ama izlettirilen tablo öyle ki, Ağca’yı katillikten alıyor, masum bir popüler kültür ikonu haline getiriyor.
Ve bu da sanki katile teveccüh gösteriliyormuş gibi hissettiriyor.
Yazının Devamını Oku

Ayrılık da sevdaya dahil

15 Ocak 2010
BAKIYORUM çevremde hemen herkes Facebook’ta bir oyun oynuyor. Kimisi bir çiftlik hayalinin peşinde koşuyor.
Kimisi bir kafe işletmenin...
Kimbilir belki de hayali bir havayolu şirketinde yöneticilik hayallerimizi sınıyor, mafya savaşlarında şiddetimizi öldürüyoruz.
Nefes almadan, nefes alamadığımız gerçeklikten kopup, olmayan domateslere yüklüyoruz hayallerimizi.
Bence bunların arasına, şehri terk edip bir sahil kasabasında balıkçılık yapmak temalı yeni bir oyun ekleseler, oynanma rekoru kırardı.
Hakikaten şehir insanının yastık altı hayallerinden birisidir sahil kasabasına yerleşmek.
Kimisi gerçekleştirir de.
Ama hayal dediğin şey ne kadar gerçekleşir bilinmez. Sanka hep yastık altındayken güzeldir.
Bana hep, sanki hayallerin ayağı yere bastı mı pırıltısını yitirecek gibi gelir.
Tıpkı “Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli”ndeki gibi.
İşte sanki Ankara da son zamanlarda bu hayalleri tetikleyen bir şehir haline geldi.
Eskiden memur şehri olarak görülen, asık suratlı algılanan Ankara’nın yüzü son yıllarda daha mı asıklaştı ne?
HHH
Bazen bir mısra hatırlarsınız bir şiirden.
Açar bakarsınız bambaşka bir şiir çıkar karşınıza.
Belli ki bir tortu kalmış zihninizde, o tortu bir şiir olmuş artık, inadına direnen kendi şiirine.
Tıpkı Ankara gibi.
Galiba bir Ankara var zihnimizde, geçmişten miras bir tortu.
Biz hala onu var sanıyoruz.
Ve kocaman üç beş şiirden bir Ankara yaratıyoruz.
Cemal Süreya bırakalı bu kenti, 20 seneyi geçti... Bir hafta kadar... 20 yıl bir hafta...
“İstanbul, İstanbul uzakta/İstanbul’a ateş etmeyiniz” demişti ya usta, biz de sanki Ankara’nın ayağına ateş ediyoruz yıllardır.
Bağırıyoruz, yırtınıyoruz, “Ankara’ya ateş etmeyiniz” diye...
Ne biz dinletebiliyoruz sözümüzü, ne onlar yıkabiliyorlar Ankara’yı.
Ama gittikçe topallaşıyor, topallaşıyoruz.
HHH
Şehir hayatının yanı sıra Ankara da kovalar oldu bizi, hepimizi.
Evlere tıkılıyoruz, gitmemek için alışveriş merkezlerine.
Ne parkımız kaldı doğru düzgün, ne sokağımız, kaldırımımız.
Ne güzel olurdu oysa hala Ankara’yı uzaktan sevmek, aşkların en güzeli olmasaydı.
Cemal Süreya gibi “Güzelsin sevgilim/Ama çok yakından” diyebilseydik hala. Ve Attila İlhan girmeseydi araya Ankara için.
“Ayrılık da sevdaya dahil/Ayrılanlar hala sevgili...”
Yazının Devamını Oku

Erkeklerin skor merakı

8 Ocak 2010
ÜNLÜ aktör Warren Beatty’nin 21 bin 775 kadınla yattığı öne sürüldü ya bir kitapta... Bir skor tartışmasıdır başladı.
Kimisi erkeklerin skor meraklısı olduğunu söyledi, kimisi kendi skorunu açıkladı.
Doğrudur, vardır skor merakı erkeklerde.
Ama bu sadece seks hayatı için geçerli değil.
Erkekler hemen herşeyi skor açısından ele alırlar.
Çoğu zaman işin niceğili yani sayısı, niteliğinden önemli olmuştur biz erkekler için.
Akşam çok içki içildiği anlatılırken rakamlarla konuşulur. İki ufak, bir büyük, bir litre, 10 duble vs.
Örneğin Başkent’teki kavşak sayısına bakın.
Çoğu zaman alt geçit ve tünellerin nereye ne kadar ulaştığı değil, kaç tane olduğu öne çıkar.
Belediye bültenlerinde övünülür falanca sayıda kavşak inşa edildi falanca yılda diye.
Ya da büyüklük merakımız vardır.
En büyük fıskıyeyi inşa ederiz, her ne kadar fıslamasa da.
Ya da en büyük bayrak direğini.
Kuşadası’nda dünyanın en büyük açık büfesi rekoru kırılmış mesela. 1028 çeşit yemek konulmuş bu büfeye. Yemeklerin ne olduğunun bir önemi kalmıyor tabi ki bu durumda.
En ilginç Guinness tutkunları da, “en büyük, en çok, en uzun” rekorların peşinde koşar.
Aslında bu konuyu en iyi anlatan da Küçük Prens’tir.
Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’i.
Büyükler anlatılırken “onlar şekillerden hoşlanırlar” der. Ve devam eder:
“Onlara yeni tanıştığınız bir arkadaştan bahsetseniz, asla en önemli soruları sormazlar. Size arkadaşınızın sesinin nasıl olduğunu, hangi oyunları tercih ettiğini ya da kelebek koleksiyonu yapıp yapmadığını hiçbir zaman sormazlar. ‘Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Babası kaç lira kazanıyor?’ gibi şeyler sorarlar. Ancak bunları bildiklerinde onu tanımaya başladıklarını düşünürler.”
Küçük Prens, büyükler diye anlatsa da biz biliyoruz ki o genelde erkeklerin dünyası.
Yani erkek egemen dünya.
Çünkü kadınlar, çoğu şeyi rakamlarla değil, ruhu/dokusu ile kavrarlar.
Darısı biz erkeklerin başına.

Ahu’nun eski yıla yazdığı mektup

YENİ yıla girerken gazetemizin reklam servisinden arkadaşımız Ahu Kıra bir yeni yıl yazısı yazmış.
Ahu, yeni anne oldu./images/100/0x0/55eaa639f018fbb8f88dd464
Henüz baharında anneliğinin.
“Kolay gelsin 2010” demiş başlığına da. Aslında minik oğlu Demirhan’a da bir mektup niteliği taşıyor. “Hıncımızı eski yıldan çıkartmayalım” diyor. Ahu seviyor 2009’u, çünkü ona Demirhan’ı verdi o yıl. Eminim ileride Demirhan da çok sevecek Ahu’nun mektubunu. Okuyalım:
“Çoğu imkansız isteklerle, ancak rüyalarımızda görebileceğimiz hayallerle, anlamsız kırgınlıklarla, avuç avuç sevinçlerle, ateşli kavgalarla, doludizgin aşklarla, mutlu doğumlarla, acı kayıplarla, klişe olduğu için koskoca diye nitelendirdiğimiz ama aslında kısacık olan bir yılı daha geride bıraktık sonunda. 2009’u tepe tepe kullandık, eskittik ve şimdi sıra 2010’da. Ne istiyoruz yahu kısacık yıldan?
Neden önceki yılda başaramadıklarımızı bir sonrakine devredip, yeni gelenin omuzlarına yüklüyoruz her şeyi?
Olumlu her şeyi gururla kendimize malederken, olmayınca istenenler, gerçekleşmeyince hayaller, o yılı şanssız, kötü, tü kaka bir yıl ilan edip rafa kaldırmıyor muyuz acımasızca?
Yeni yılın yükü ağırdır bu yüzden. Ne suçu, günahı varsa yavrumun çok şey beklenir kendisinden.
Tamam umut edelim tabii ki, umut fakirin ekmeği, hayalsiz yaşamak zordur ama abartmak da yaşanacak hayal kırıklıklarıyla, mutluluktan çok üzüntü getirir ve faturası yine o yıla kesilir sonunda.
Başarı herkese göre değişir, kimisi için kariyeri ile ilgilidir başarı, kimisi için ise iyi insan olmak ya da gülebilmek en sinir bozucu şeye.
Aşk tamamen şans işi bir anda çıkıverir insanın karşısına. Zaman mefhumu bile kalmaz insanın zaten, ona her gün 31 Aralık aşık olduktan sonra...
0 bedeni konu bile etmeyelim, nasılsa balık eti moda.
Özetle sadece mutluluk dileyelim her yeni yıldan. Mutlu olmak zaten çok kolay, sadece küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenmeliyiz. Gerisi zaten gelir.
Ben ve eşim 2009’a çok teşekkür ederiz. Çünkü minik oğlumuz Demirhan’ı hediye ederek bize en mutlu, en zengin, en aşık, en başarılı ve bana hamileliğimden kalan tatlı kilolarla en balık eti sıfatlarını kazandırdı.
Hoşgeldin Demirhan, Hoşgeldin 2010, Hoşgeldin yeni mutluluklar...”
Yazının Devamını Oku

Çantamda kalbim ağırlığı 21 gram

1 Ocak 2010
SANIRIM mesleğimin en güzel yanlarından biri, yılda bir kez yazılan işte bu yeni yıl yazısı. Klişeye düşme endişesini arkada bırakıp, belki de yazılabilecek en içten yazılardan birini kaleme alma imkanı.
Artık ne siyaset var bugün, ne kentin insanı koşturan keşmekeşi.
Sadece biten bir yıl, umuda dönen bir başkası.
Her son biraz hüzünlüdür, her başlangıç biraz heyecanlı.
Bu yazıyı yılın son günü yazıyorum, sizler yılın ilk günü okuyacaksınız.
Bugün biraz hüzünlüyüz, kimbilir belki yarın heyecanlı olacağız.
Hayatın dengesi, o ilahi terazinin iki yanındaki doğum ve ölüm arasında sıkışıp kalıyor.
Ve her biten yıl o terazinin bir küfesine bir kaç gram daha ekliyor.
Tıpkı 2009’un yaptığı gibi.
Bu terazinin varlığı bize yaşamın geçiciliğini mi hatırlatmalı yoksa hiç bitmeyecek gibi mi sürmeli o dengeli dengesizlik?
Doğduğu günden itibaren delik kalbi nedeniyle çok genç yaşta öleceğini bilen Boris Vian gibi telaşlı bir koşturmaca içinde mi yaşanmalı...
Yoksa Jorge Louis Borges’e “Eger yeniden başlayabilseydim hayata” dedirten bu pişmanlıklar manzumesi yaşamın kendi girdabında sürüklenmeli mi?
Alejandro González Iñárritu’nun 21 Gram filminin finalinde başkasına ait ikinci kalbini de tüketip ölmeye yattığında Sean Penn sorar, “Kaç hayat yaşarız” diye, “Kaç kez ölürüz?”
Ve ölüm anında kaybedilen 21 gramı anlatır. Kaç yaşama sığar 21 gram.
Tüm yaşam bu 21 gram? Belki de ciğerlerimizden çıkan bir nefesin ağırlığı.
Geçenlerde gazetelerde bir haber vardı.
Kalp nakli bekleyen ama uygun bir kalp bulunamadığı için yanındaki çantasına konulan yapay kalp cihazıyla yaşamını sürdüren bir genci anlatıyordu.
Kalbini çantasında taşıyan bir genç adam.
Umudunu yitermeden...
İşte o umutta yatıyor yaşamın adrenalini.
Sen nefesinde kaç tane 21 gram yaşandığını soran Sean Penn.
Pişmanlıklarını şiir satırlarına ören ve “Ah keşke” diyen Borges...
Her an ölümün yakalayacağı korkusuyla yaşamın 100 metre finalinde koltuğunun altında kısacık yaşamına sığdırdığı romanlar, şiirler, besteler, resimler, filmleriyle ipi göğüsleyen Vian.
Umarım 2010 “Keşke yeniden başlayabilseydim hayata” demeyeceğiniz bir yaşamın başlangıcı olur.
Umarım, hayatı işkencelerle, mücadelelerle, acılarla geçmesine rağmen ölmeden az önce “Ben çok güzel bir hayat yaşadım” diyen usta gazeteci İlhami Soysal gibi coşkulu bir yaşamı kurarsınız.
Kalbini çantasında taşıyan o genç kadar umutlu olursunuz.
Onun çantasında, sizin içinizde taşıdığınız o yegane 21 grama sıkı sıkıya sarılarak.
Umudunuzu hiç yitirmeyeceğiniz bir yıl olsun 2010.
Yazının Devamını Oku

İnşaallah maşaallah hokus pokus

25 Aralık 2009
CANDAN Erçetin düet yapıyor Ceza ile.<br><br>Piyano eşlik ediyor bu rap baladına: “Bu şehir insana tuzak kuruyor/Bu şehir insanı uzak kılıyor/ Bu şehir insanı hayli yoruyor/Bu şehir insanı hep kandırıyor.”
Bu şarkıyı dinlerken geçen hafta bir haber geliyor.
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Başbakan Tayyip Erdoğan’la görüşmüş.
Gökçek, ardından gazetecilere yaptığı açıklamada şöyle demiş:
“Sayın Başbakan’a metro ile ilgili sıkıntıları arz ettim. Sayın Başbakanımız da konuyu değerlendireceklerini ifade ettiler. İnşallah hayırlı bir netice bekliyorum.”
Üç cümlede iki sayın, bir inşaallah, bir de hayırlı kelimeleri geçiyor.
İşte bu tablo zaten Ankara’nın metro haritasını da özetliyor.
Ankara, yıllardır metro konusunda bir türlü “inşaallah”tan “maşaallah”a geçemiyor.
Konuyu ilk kez duymuş gibi “değerlendireceğini” söyleyen Başbakan Erdoğan’ın meğerse geçen Mart ayında yapılan yerel seçimlerden önce yaptığı “değerlendirme” yetersiz kalmış.
AKP Ankara İl Başkanlığı’nın düzenlediği aday tanıtım törenindeki ne demişti Başbakan?
Hatırlayalım:
“İnşallah bu dönem Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ilgili metro sorununu Ulaştırma Bakanlığı ile çözeceğiz, inşallah Çayyolu’nu Keçiören’i Sincan’ı metroya kavuşturacağız. Bu projeyle Ankara’nın ulaşımında tarihi bir adım atacağına inanıyoruz.”
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ise AKP seçimleri kazandıktan sonra şöyle demişti:
“Kaynak olmazsa ister bakanlık olsun, ister yerel yönetimler olsun ne değişecek? Kaynak verilirse yapabiliriz.”
TBMM’de bir tasarıya bu konuda bir hüküm konuldu ancak yasalaşırken o hüküm kayboluverdi.
Sürekli ağzına bir parmak bal çalınan biçare çocuklar gibi hissediyor insan kendisini.
Başbakan seçimden önce bol “inşaallah”lı sözler veriyor.
Gökçek bunun kompetanı zaten, kaç seçimdir aynı şeyi yapıyor.
Ulaştırma Bakanı da önce “Yaparız” diyor ardından “Kaynak yok” diye yan çiziyor.
Metronun yapılan kısmı çürüyor, maliyet, açılan davalar nedeniyle her geçen gün artıyor.
Bu yazı, 2009’un son yazısı.
Şöyle dönüp baktım da metro konusunda bir yılda ne kadar çok yazı yazmışım.
Okurlardan özür diliyorum.
Bir türlü bitirilemeyen, beceriksizliğin abidesi haline gelen Ankara metro “yatır”ımlarıyla ilgili habire yazı yazmak zorunda kaldığım için.
Maalesef bu özür de sanırım bana düşüyor.
Candan’ı dinleyerek mırıldanıyorum:
“Bu şehir insana tuzak kuruyor/Bu şehir insanı uzak kılıyor/ Bu şehir hayli yoruyor/Bu şehir insanı hep kandırıyor.”
Yazının Devamını Oku

Sınavdaki kazık soru boyalı heykel

18 Aralık 2009
ZAFER Anıtı’nın tam da Atatürk’ün Ankara’ya geliş törenleri öncesinde altın sarısına boyaması hem hepimizi şaşırtmış hem de kızdırmıştı. Mülki erkanın, tören için anıta doğru yürürken boyama işlemini ilk kez gördüğünü söyleyerek “şaşkınlığa uğradıklarını” öne sürdükleri heykel rezaleti, kent yönetimini paniğe uğratmıştı./images/100/0x0/55ea4ecdf018fbb8f877595d
Korum altındaki bronz bir heykelin orijinalliğinin hiçe sayılarak altın sarısına boyama “cinliğinin” yarattığı telaş açıklama bombardımanına neden olmuştu.
Bazı kimyasallar kullanılarak boya temizlenmiş, anıtın ilk haline geri döndürüldüğü öne sürülmüştü.
Heykelin bu arada uğradığı zararı sanıyorum ilerleyen yıllarda teşhis edebileceğiz.
O dönemde yapılan açıklamalarda sorumluluk bazı bürokratlarla temizliği yapan firmaya ihale edilmişti.
Ben de boyama işlemini eleştirirken, yapılanın, kent yönetiminin zihniyetinin, sanata ve dar kapsamda da heykele bakış açısının sonucu olduğunu söylemiştim.
Ve işte “sınavdaki kazık soru” diyerek bir soru yöneltmiştim:
“Eğer sarıya boyanan bu anıt, bir Atatürk anıtı olmasaydı, belediye yönetimi bu kadar panik atak geçirip öncü açıklamalar yapıp, durumu bu kadar ciddiye alır mıydı?”
Şimdi o kazık sorunun zamanı geldi.
İzmir Caddesi’nde bir süs havuzunun ortasında işeyen bebek heykeli var.
Bronz dökümden bir heykel.
Aslında gözümüzün önünde duran bir vehamet ve cehalet yaşanıyor bu heykelle ilgili olarak.
Evet, bu heykel de garip bir sarı renge boyanmış durumda.
Üstelik yeni de değil bu durum.
İzmir Caddesi’nin düzenlenmesini Büyükşehir Belediyesi yaptı. Belediye yönetimi bu yenileme işlemini de övünerek anlattı.
Anlaşılan o sırada bronz heykelin orijinalliğini hiç dikkate almadan boyamaktan çekinmemişler.
Ancak zaman hep yaptığı gibi evrensel dersini göstermiş.
Heykelin orijinalliğindeki bronz, boyayı kusmaya başlamış.
Yolunuz düşerse bir bakın...
Heykelin içler acısı halini bir görün.
Anlaşılan belediye heykel boyamayı alışkanlık haline getirmiş.
Şimdi bakalım, o dönemde Atatürk anıtıyla ilgili gösterilen hassasiyet yine gösterilecek mi?
Kent yönetimi özür dileyip, heykeli orijinal haline getirecek mi?
Ve tabi ki bakalım bu sefer sorumluluk kimlerin üstüne atılacak.
Hep beraber göreceğiz.

Kimse geçmiyor ama bakımı yapılıyor

MEŞRUTİYET Caddesi’nin “prangaları” gibi duran bir kaç tane üst geçit var./images/100/0x0/55ea4ecdf018fbb8f877595f
Kızılırmak, Konur ve Selanik’in iki yakasını birbirine bağlıyor.
Çirkin, ucube geçitler bunlar.
Hem kullanışlı değil hem de estetikten uzak.
Gökçek yönetimi yıllardır bu üst geçitleri orada tutmakta direniyor.
Üstelik bu geçitleri kimse de kullanmıyor.
Belediye yönetimi geçen hafta içinde bu üst geçitlerin bakımını ve temizliğini yaptığını duyurdu.
Bültene göre Ankara Büyükşehir Belediyesi Kent Estetiği Dairesi Başkanlığı, bu geçitlerin “temizlik seferberliği” başlatmış.
Bu dairenin başkanı Ömer Öksüz de yapılan işlemleri sıralamış.
Belediyenin temizlik yapması gayet doğal. Ancak yönetim hiç kimsenin kullanmadığı bu üst geçitleri temizlemek yerine daha kullanışlı başka modeller bulmayı öncelikleri arasına almalı.
Hem trafiği engellemeyecek hem de yayalara eziyete dönüşmeyecek yeni modeller.
Ancak bunun için de öncelikle inattan vazgeçilmesi gerekiyor.
Yazının Devamını Oku