GeriSeyahat Yeşil Irmaklı Saraybosna
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Yeşil Irmaklı Saraybosna

Yeşil Irmaklı Saraybosna

Önce bir sis tabakası göründü. Ardından da hayal meyal yeşil tepeler, kırmızı kiremitli evler, bir nehir, yapraklarını dökmüş ağaçlar... Saraybosna, ince bir tülün veya bir gelin duvağının ardına saklanmıştı sabahın erken saatlerinde. Kış başlangıcında hep böyle gizlermiş kendini bu küçük kent. Sabah mahmurluğunu pek göstermek istemezmiş konuklarına.

Acelem yok! Nasıl olsa sisten sıyrılacak ve bana yüzünü gösterecek.

Nitekim öyle oldu. Öğlene doğru, ‘Baş Çarşı’ya giderken sis dağıldı, Saraybosna göründü. Dinar Alplerinin çevrelediği ovanın ortasında, güzelliğini Miljacka Nehri’nin zümrüt yeşili sularına yansıtan bir kent burası. Boşuna “Saray Ovası” dememişler adına.

İbret olsun diye yıkıntı halinde bırakılmış bir kaç bina dışında savaşın izleri silinmeye başlamış. Ama birçok binanın duvarında kurşun izleri hala duruyor. Yıkıntılar ne kadar onarılsa da yüreklerdeki acı silinecek gibi değil. Savaş sırasında küçük bir çocuk olan rehber, bombardıman altında nasıl oyun oynadıklarını anlatıyor. Ve eski tramvayları siper edip, keskin nişancıların kahpe kurşunlarından nasıl saklandıklarını. Kendileri ıslık çalmayı öğrenmeden bombaların ıslık seslerini ayırt etmeyi öğrendiklerini de ekliyor. Haklı bir gururla…

Yeşil Irmaklı Saraybosna

Baş Çarşı’ya girerken zaman geriye doğru sarılıyor adeta. İşte Osmanlı dönemi… Hiç bir şey değişmemiş. Her köşede bir cami... Musluksuz çeşmelerden akan lezzetli sular, pencerelerinden iştah açıcı kokuların sızdığı köfteciler, bakır cezve, kahve değirmeni, fincan satan hediyelik eşya dükkânları, lokumla birlikte köpüklü kahve sunan kahveler, lokumcular, Türk işi dönerciler, tabii ki börekçiler. Bir tek forma satan dükkânları Baş Çarşı’ya yakıştıramıyorum. Çünkü futbol ile Osmanlı’yı yan yana getiremiyorum bir türlü.

Medeniyetlerin buluştuğu nokta

Güvercinler kentin simgesi sebilin etrafında kanat çırpıp duruyorlar. Gözleri yolda, kendilerine yem atacak turistleri bekliyorlar.

Bir kahvede dinleniyorum. Kahvemi ısmarlarken, “Sade olsun” diye ekliyorum. Garson gülüyor, “Burada pişen tüm kahveler sadedir. İsterseniz yanındaki lokumla ağzınızı tatlandırabilirsiniz” diyerek yanlışımı düzeltiyor. Boşnak asıllı eşimin söylediğine göre, yıllar önce kahvehanelerde kadınlara kahvenin yanında küçücük kaplarda, küçücük kaşıklarla ‘Şipak’ (Kuşburnu) reçeli, erkeklere de minik kadehlerde erik rakısı sunulurmuş. Demek bu adet artık unutulmuş!

Yeşil Irmaklı Saraybosna

Kahve soluğundan sonra yürümeye devam ediyorum. Günlerden Cuma. Kentin simgelerinden biri olan Gazi Hüsrev Bey camisinin avlusu tıklım tıklım dolu. Boşnaklar hep birlikte namaz kılıyor. Gazi Hüsrev Bey Bosna’nın sancak beyi. Onun için caminin diğer adı da Bey Camii. Bu muhteşem caminin planlarını 1531 yılında Mimar Sinan çizmiş. Dikkatimi çeken bir başka konu da, ezanın müezzin tarafından minareden okunması! Madeni cızırtıların karışmadığı ezan, meğer daha dokunaklı oluyormuş. Unutmuşum insan sesiyle okunan ezanları.

Daracık sokaklarda insan seli akıyor. Boylu poslu Boşnak kızları güzellikleri ile hemen fark ediliyor. Bir süre sonra zaman Osmanlı’dan Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna atlıyor. Baş Çarşı bitiyor, sanki Viyana başlıyor. Zaten yolun ortasına çizilen kalın çizginin üstünde, “Medeniyetlerin Buluştuğu Nokta” yazısı okunuyor. Biraz da Viyana benzeri sokaklarda dolaşıyorum. Bu sokaklar tatsız tuzsuz çünkü ne börek ne de köfte kokusu var.

Yeşil Irmaklı Saraybosna

Tarih yazan nehir

Tekrar Miljaçka Nehri’nin kıyısına gidiyorum. Amacım, Latin Köprüsü’nün kuzey tarafındaki başlangıcında fotoğraf çektirmek. Poz vereceğim yer çok önemli. Çünkü bu noktada işlenen bir suikast, dünya tarihinin yeniden yazılmasına neden olmuştu.

Yıl 1914. Avusturya-Macaristan arşidükü Franz Ferdinand’ı, Sırp Gavrito Princip tam durduğum noktada öldürüyor. Ve fitil ateşleniyor, Birinci Dünya Savaşı çıkıyor. Bu savaş birçok ülkenin sınırlarının değişmesine, başta Osmanlı olmak üzere Avusturya-Macaristan, Alman, Rus imparatorluklarının yıkılmasına neden oluyor.
Franz Ferdinand’ın öldürüldüğü yerde durup, yeşil yeşil akan Milaçka Nehri’ne bakıyorum. Aklımda Suada Dilberoviç adındaki tıp fakültesi öğrencisi genç kız var. O da bu nehrin üstündeki köprülerin birinin üstünde, Sırp keskin nişancılarının kahpe kurşunlarına hedef olmuştu. Onun ölümüyle birlikte kent işgal edilmiş, Suada kahraman olmuştu. Onun adıyla anılan köprüye hala çiçekler konup, dualar ediliyor.

Yeşil Irmaklı Saraybosna

Kıymetli yüzük taşı: Mostar

Son günümde, Hersek bölgesindeki diğer önemli bir kente, Mostar’a doğru rüya gibi bir yolculuk yapıyorum. Rüya gibi dememin sebebi, etrafı bir hayal perdesi gibi saran sis perdesinin sunduğu görüntüler. Bir yandan da yağmur çiseliyor.

Yol, Neretva Nehri ile kol kola ilerliyor. Bazen yeşil tepelere doğru ilerliyoruz. Yükseklerden bakınca Neretva daha başka güzel görünüyor. Kış başlangıcında sessiz, yalnız ve hüzünlü bir manzara var. Eğer baharda gelseydim kelimelerim daha coşkulu olurdu, bunu hissediyorum.

Jablanica kentinin tepesinde durup bir lokantaya giriyoruz. Bahçede, şişlere geçirilmiş kuzular çevriliyor. Karşı dağlar sislerin ardına gizlenmiş. Kâh görünüyor kâh kayboluyor. Işığın yansımasına göre manzara anbean değişiyor. Her görüntü muhteşem…

Sonunda Mostar kıymetli bir yüzük taşı gibi karşımıza çıkıyor. İşte Bosna denince ilk akla gelen fotoğrafın kahramanı Mostar Köprüsü tam karşımda duruyor. Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin öylesine güzel bir köprü yapmış ki, dünyada eşi benzeri az bulunur. Yağmur yüzünden köprünün taşları iyice kayganlaşmış. Yürümekte zorlanıyorum.

Yeşil Irmaklı Saraybosna

Köprünün tam ortasına gelince rehber anlatıyor: “Erkekler, nişanlılarını buraya getirip, onları ne kadar sevdiklerini kanıtlamak için buradan aşağıya atlarlar.” Yükseklik 26 metre! Aşkın büyüklüğünü düşünün. Bir genç yanımıza gelip, 35 Euro’ya nehre atlayabileceğini söylüyor. Onun kanıtlayacağı bir aşk yok. Ekmek parasının peşinde!

Mostar ikiye ayrılmış bir kent. Bir tarafta Hırvatlar, diğer tarafta Müslüman Boşnaklar... Bir çizgi yok ama herkes sınırın nerede başlayıp nerede bittiğini bitiyor. Şimdilik sadece maçlardan sonra kavga ediyorlar ama barış pamuk ipliğine bağlı gibi. İnsan bu ipliğin yeniden kopmasından korkuyor!
Gün erken kararıyor Mostar’da. Yağmur bulutları güneşe geçit vermiyor. Onun güzelliğinin verdiği tat damağımda kalıyor. Bir daha gelmek lazım. Şunun şurası 1,5 saat. Üstelik vize isteyen de yok.

Lezzet Durakları

Sac: Baş Çarşı’daki bu küçük dükkân, insanları kendine bir mıknatıs gibi çekiyor. Boşnak böreğinin en lezzetlisini burada yiyebilirsiniz. Patatesli, kıymalı, peynirli, ıspanaklı, kabaklı ve kavurmalı. Hangisini seçerseniz seçin.

Yeşil Irmaklı Saraybosna

Galatasaray Köftecisi: Eski Galatasaraylı gol kralı Tarık Hodjic’in Baş Çarşı’daki dükkânını hemen fark edeceksiniz. Çünkü kapısında Galatasaray bayrağı dalgalanıyor. Pide arasında gelen köfteleri ve Türk usulü salatası lezzetli… İsterseniz köftenin üstüne biraz kaymak koydurabilirsiniz.

Pekara İmaret: Saat Kulesi’nin hemen altındaki bu fırında, Osmanlı döneminde yoksullara yemek dağıtılırmış. Daha sonra pide fırını olmuş. Şimdi hamur işleri satan modern bir fırın. Burada yapılan ‘Kifle’nin tadına bakmalısınız. Kifle, ay biçiminde, içi boş bir hamur.

Cream Shop: Baş Çarşı’nın meydanındaki bu tatlıcıda Boşnak tatlılarını bulabilirsiniz. Kremalı elma, trileçe, tuhafiye, hurmacık, kremalı börek bunlardan bazıları. Her an kalabalık. Yer bulmakta zorlanabilirsiniz.

Yeşil Irmaklı Saraybosna

Aşçı Hacıbayriç: Eğer Saraybosna’nın tencere yemeklerinin tadına bakmak isterseniz en doğru adres burası. Küçük lokantada çok büyük lezzetler sunuluyor. Soğan dolması, salçalı işkembe, klepe, bey çorbası bunlardan bazıları.

Saraybosna, geçmişindeki tüm kültürleri sergileyen, sırtını yeşil dağlara yaslamış, nehirlerini “Akarsu” gibi gerdanına asmış çok güzel bir kent. İnsanı mutlu edecek birçok şeye sahip. Gidip görülmesi gerekli, yüreklerde taht kuran bir Balkanlı.

False