GeriSeyahat Zümrüt gölün kehribar adası
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Zümrüt gölün kehribar adası

Zümrüt gölün kehribar adası

Akdamar, Van Gölü’nün en büyük adası. Güney sahiline 3,5 kilometre uzaklıkta ve yaklaşık olarak bir stadyum büyüklüğünde. Büyük bölümü can güvenliği nedeniyle ziyarete kapalı.

Baharda badem ağaçları çiçek açtığında, kışın çevredeki dağlara kar yağdığında ortaya büyüleyici fotoğraf kareleri çıkıyor. Temmuzda sahilinde yüzülebiliyor. Surp Haç Kilisesi adanın, gölün, kentin en önemli kültürel, mimari değerlerinden biri, büyük şansı. Fanatizmin dörtnala koştuğu bir dünyada, bu şans çoğunlukla şansızlığa dönüşüyor.

Van’dan bindiğim Gevaş minibüsü, tozlu yollardan kenti baştan başa geçip gölü çepeçevre dolaşan otoyola çıktığında gözlerime inanamadım. Şehir içindeki safariden sonra, uçak pisti genişliğinde, yeni asfaltlanmış, İstanbul’un birçok ilçesinin hayalini kuracağı türde kaliteli bir otoyolla karşılaşmak şaşırtıcıydı.
30 dereceyi aşan temmuz sıcağında, kliması adam gibi çalışan bir minibüste, merkezde alışveriş yapıp köyüne dönen yolcularla, kaymak gibi bir yolda yolculuk yapıyordum. Van’ın merkezini gördükten sonra, çevresinin de bozkır gibi olduğunu düşünmüştüm. Tam tersine, otoyolun çevresi gittikçe yeşilleniyordu. Geniş arazilerde kavak koruları oluşturulmuştu. Bahçe sınırları çınar, söğüt, selvi ağaçlarıyla gölgelendirilmişti.
Bir gün önce Doğubeyazıt’tan gelmiştim Van’a. Yeryer epeyce bozuk otoyolda, 170 kilometre boyunca nadiren ağaç görmüştüm. Tendürek yanardağının kavurduğu çorak ovalardan, tepelerden geçmiştim. Yanardağın çok yakında patladığı izlenimi veren lavlara hayran kalmış, çevrenin çoraklığına üzülmüştüm. Bu manzaradan sonra Van Gölü’nün kıyıları cennet gibi geldi gözüme. Edremit’te otoyol göl kıyısına çıktığında, tuhaf bir yanılsama yaşadım. Sanki Sapanca’daydım. Kıyıcak ve Enginsu, Marmara Denizi kıyısındaki sayfiye yerlerini çağrıştırıyordu. Minibüs yol ayrımından sapıp, Gevaş’a çıkmaya başladı. Yolun iki kenarına meyve bahçeleri, bostanlar, tarlalar sıralanmış, bahçeler kavaklarla birbirinden ayrılmıştı. İki kilometre ilerideki Gevaş’ın merkezine vardığımızda, kasaba atmosferinin bozulmamış olması dikkatimi çekti. Yerleşim yaygındı ve binaların çoğu dört katın altındaydı. “İskele var mı” diye sordu şoför. Sonra kıyıya dönüp, bizi Akdamar İskelesi’ne indirdi. Adaya iki ayrı iskeleden motor kalkıyordu, en sık motor servisi adaya 3,5 kilometre uzaklıktaki Gevaş kıyısındaydı. 45 kilometrelik klimalı yolculuğa 6 TL ödeyip, indim. İskeledeki motor kalmak üzereydi. 6 TL’ye gidiş - dönüş bilet alıp, son anda atladım.
HEYKELLEŞEN AĞITLAR
Gölün maviden buzyeşiline dönen kıpırtısız suyunda, kano gibi kayıp gidiyordu dolmuş motorumuz. Kıyıda, su üstünde pet şişe, naylon torba öbeğine rastlayınca moralim bozulmuştu. Neyseki tekne açıldıkça suyun yüzeyi temizlendi. Çantamda Van’dan aldığım mayo, havlum, deniz gözlüğüm vardı. Suyun dibini de merak ediyordum, yüzmeye kararlıydım.
Güvertede, Ermeni olduğunu tahmin ettiğim bir grup Amerikalı genç, Rusça konuşan yuppie ve İranlı bir Ermeni aile vardı. 2010 Temmuzu’nun ilk haftasıydı ve Akdamar 19 Eylül’de ilk kez düzenlenecek Surp Haç Yortusu’na hazırlanıyordu. Van’a beş bin kişinin gelmesi bekleniyordu. Otellerdeki yatak sayısı yeterli gelmeyince, yerel Şehriban Gazetesi “Ermenilere Evimizi Açıyoruz” kampanyası başlatmış, 1018 kişi başvurmuştu. O sabah uğradığım Van Müzesi’nde eski düşmanlıkları hatırlatan “Ermeni Mezalimi” bölümümünün, sessiz sedasız ortadan kalktığını görmüştüm. Yıllardır kanayan bir yara olan Akdamar Adası’na ilk kez, işte böylesine dostluk atmosferinin oluştuğu günlerde ayak basacaktım. Bu bile başlıbaşına bir mutluluk nedeniydi.
Adaya yaklaştıkça Surp Haç Kilisesi belirginleşti. Fotoğraflarda çok haşmetli görünen kilise, 70 dönümlük adanın sahile bakan güney ucunda şapelden büyükçe, zarif bir yapıydı. Bir ara ana kilisenin arkalarda bir yerde olabileceğini düşündüm, sonra şapelin 1951’de askerler tarafından yıkıldığını hatırladım. İskeleye yanaştığımızda, yanımızdaki koydan neşeli çocuk çığlıkları geliyordu. Kayaların tepesinden suya atlayıp, şen kahkahalar atıyorlardı.
Tam öğle saatleriydi ve ortalık cehennem gibi sıcaktı.
Merdivenlerden çıkıp, serinlik hayaliyle 50 metre ilerideki kiliseye attım kendimi. Kapıdan ilk salona girdiğimde, heykellerle karşılaştım. 17 heykelcinin açtığı “Ahtamara” sergisinin kapandığını sanıyordum. Şanslıydım, uzatılmıştı. 1100 yıl boyunca kiliseye yolu düşen binlerce kişinin ayakları altında eskiyen, zamanın şekillendirdiği taş zeminde çağdaş üsluptaki heykeller sergileniyordu. Hepsinde birlikte yaşama özlemi yansıtıyordu. Heykelciler mermeri, ahşabı bir araya getirmiş, zarif ve etkileyici ağıtlar oluşturmuştu. İnsanın gözleri yaşarmadan bu sergiyi gezmesi mümkün değildi.
Aslında sergi Türkiye’nin yaşadığı zihniyet değişimini de gösteriyordu. Bu açıdan sevindiriciydi. 50 yıl önce Menderes Hükümeti kiliseyi yıkıp, tarihi silmeye kalkarken, şimdi onun siyasi mirasını sahiplenen bir başka hükümet adayı yılda bir gün de olsa ibadete açıyor, kiliseye bakım yaptırıyor, ışıklandırıyor, unutulmak istenen bir gerçekliği tüm çıplaklığıyla vurgulayan heykellerin adada sergilenmesini sağlıyordu.
KURŞUNİ TAVŞANLA SELAMLAŞMA
Altarın bulunduğu ana salona girdiğimde, özel güvenlik görevlisinin teknede rastladığım İranlı çifte Ermenice yapıyı anlattığını duydum. Çiftin mutluluğu yüzlerinden okunuyordu. Altarın solundaki dar merdivenlerden indiğimde, küçük bir odacıkta buldum kendimi. Yaklaşık bir metre kalınlığındaki taşın oyulmasıyla açılan konik pencereden sızan ışıkla aydınlanıyordu. Pencerenin ucunda göl görünüyordu. Kimbilir buradan göle bakanlar ne hayaller kurmuş ya da burada saklanmaları gerektiğinde ne korkular yaşamıştı?
Çıkışta, kilisenin cephesindeki rölyefleri inceledim uzun uzun. Sonra yakında, badem ağaçları altındaki kafede oturdum. İşletmeci, büyük zorluklar altında hizmet sunduğunu, adaya buzdolabı getirirken bile izin almakta zorlandığını anlatıyordu. Bir fincan acı kahve eşliğinde, anlattıklarını dinledim. Sonra çantama bir şişe su atıp, adanın kuzeydoğusunda yükselen tepeye yürüdüm. Bademler çiçek açtığında, Surp Haç Kilisesi’nin arkadaki karlı dağla birlikte aynı kareye yerleştirildiği büyüleyici fotoğraflar bu tepeden çekilmiş olmalıydı. İzlediğim patika, “T” şeklindeki adanın kollarını oluşturan, telle çevrili bölgeye doğru gidiyordu. “Giriş Yasaktır” tabelasının yanındaki tellerin içinden geçip, yukarılara çıkıyordu. Kilisenin kıyısından tepedeki uçurumlu bölgenin mesafesi hepi topu 650 metreydi. Çıplak tepeye doğru tırmanırken yerdeki tavşan dışkıları dikkatimi çekti. O kadar çoktu ki, burada bir koloni yaşıyor olmalıydı. Biraz sonra kül rengi bir tavşan önümden zıplayarak kaçıp, kayaların ardında kayboldu. Patikayı izleyip çıktığım tepedeki iki büyük badem ağacının gölgesi, tavşanlara otlak alanı olmuştu. Bu kurak adada, bu kadar çok tavşanın hayatta kalması tuhaftı. Herhalde hayvansever bir müze bekçisi besliyordu onları. Göl yüzeyinden yaklaşık 50 metre yükseklikteki tepeye tırmanma arzumu önce kızgın güneş, ardından karşıma çıkan sarp kayalar kesti. Yüksek uçurumlar, Yunanistan’ın Halkidiki Yarımadası’nı, Athos manastırlarının bulunduğu bölgeyi andırıyordu. Dönüp badem ağacının gölgesine oturdum. Adanın ve Surp Haç Kilisesi’nin arkasında, Gevaş kıyılarında tüm görkemiyle yükselen dağ, bugüne kadar sandığım gibi Ağrı, Süphan değil, Çadırdağı’ydı (Artos). 1700 metre irtifadaki adadan kuş uçumu 11 kilometre uzaklıktaki zirvesi 3 bin 550 metreydi. Güvenlik nedeniyle tırmanış yasaktı. (Bu yıl 19 Mayıs’ta tırmanışa açıldı) Gölün kuzey kıyısında, adaya kuş uçumu 70 kilometre uzaklıktaki Süphan ise pusun içinde kaybolmuştu. Daha sonra GoogleEarth’ten yaptığım hesaba göre, 190 kilometre kuzey doğudaki Ağrı’yı görmek için adadan balona binip en az 800 metre yükselmek gerekiyordu.
Bademin gölgesinde yaklaşık iki saati gölü, Artos’u seyredip, 500 yıl öncesini hayal ederek geçirdim. Bu küçük ada bir zamanlar Vaspuragan Krallığı’nın merkeziydi. Kral Gagik, kilisenin yanı sıra liman, saray, çarşı inşa ettirmişti. 16’ıncı yüzyıldaki Osmanlı İran savaşında yapıların çoğu yıkılmıştı. Bazı kaynaklara göre, 19’uncu yüzyılda bu tepede 300 rahibe ev sahipliği yapan bir manastır vardı. Anadolu’nun taş, demir ustası Ermeniler kimbilir ne gibi bir uygarlık yaratmıştı adada?
“DENİZ”LE KUCAKLAŞMA
Saat 17.00’ye yaklaşırken, aşağıya inip Enginsu yönünden gelen teknelerin yanaştığı iskeleye gittim. Kıyıda bakanlığın yaptırdığı tuvalet tertemizdi. Su içilebilecek bir çeşme yerleştirilmişti yakınlarına. Sahilde, kayaların arasında mayomu giyip, kendimi suya attım. Yıllar önce bir yakınım Van Gölü’nde yüzmeyi denediğinde sodalı suyun cildini yaktığını anlatmıştı. Doğrusu biraz ürkmüştüm. Fakat, ben aynı sorunu yaşamadım. Sahilden biri seslendi: “Soğuk mu?” Gayrı ihtiyari cevap verdim “Deniz harika, hiç soğuk değil!” Yıllardır ne zaman Van Gölü’nden “deniz” olarak söz edildiğini duysam gülerdim. Deniz görmeyenler gölü deniz sanır, diye düşünürdüm. Fakat Van Gölü öylesine uçsuz bucaksızdı, su altı yapısı Akdeniz’in çoraklığını o kadar çağrıştırıyordu ki, ben de gölden bahsederken “deniz” demeye başlamıştım.
Birkaç kez dalıp, su altında hayat izi aradım. Görüş mesafesi yaklaşık 10 metreydi.  İnci kefalleri yaşadığına göre, bitki ya da küçük hayvanlar olmalıydı zeminde. Fakat ne yavru balık ne bitki ne de başka bir canlı görebildim. Issız, sonsuz bir mavilik uzanıyordu su altında. Sonra su üstüne çıkıp, gözlüğümü çıkarttım. Sırtüstü yatıp gökyüzünden geçen bulutları, Akdamar Adası’nı, sahilden “denize” girenleri seyrettim. Çocuklar iskelenin üstünden koşarak suya atlıyor, neşeli kahkalaları kayalarda yankılanıyordu.

KİLİSEYİ YIKILMAKTAN YAŞAR KEMAL KURTARMIŞTI

Kraliyet kilisesi olarak inşa edilen Surp Haç’ın dış cephesi saatlerce incelemeye değer rölyeflerden oluşan bir sanat galerisi gibi. Dört cephede Tevrat ve İncil’den birer öykü anlatılıyor. Kimler yok ki bu öykülerde: Vaftizci Yahya, Abbasi Halifesi Muktedir, Hazreti İsa, Yusuf, Davut, yasak elmayı yiyen Adem, balina tarafından yutulan Yunus, oğlunu kurban etmek isteyen İbrahim, kilisenin maketini İsa’ya sunan Kral Gagik. Bunların üstünde dört cepheyi birbirine bağlayan üzüm, bağ, yaban hayvanlarından oluşan bir şerit yer alıyor. Issız adayı güzelleştiren düş gücüne, el işçiliğine hayran kalmamak mümkün değil. Bu güzelim eserin ikonaları, çanı 1915’te sökülüp Erivan ve Tebriz’e götürülmüştü. 1951 Haziranı’nda Ankara’dan gelen bir emirle askerler tarafından yıkılmaya başlandı. Yıkıma tanık olan Cumhuriyet Gazetesi okuru Tabip Yüzbaşı Cavit Bey, Tatvan vapurunda, o günlerde gazetede röportajları yayımlanan Yaşar Kemal’e rastladı. Durumu anlatıp, yıkımın durdurulması için yardım istedi. Devreye Cumhuriyet’ten Nadir Nadi girdi, Milli Eğitim Bakanı Avni Başman’la görüşüp yıkımı 25 Haziran 1951’de durdurdu. Surp Haç kurtulmuş, şapeli yıkılmıştı.

TAVADA İNCİ KEFALİ

Van Gölü’nün sodalı sularında yaşayabilen yegane balık inci kefali. Aslında sazangillerden bir balık ve son derece mücadeleci. Her yıl yumurtlamak için akarsulardan yukarı, setlerden sıçrayarak yüzüyor. Binlercesi aynı anda göçe çıkınca inanılması güç görüntüler oluşuyor. Akdamar Adası’na teknelerin kalktığı iskelenin hemen karşısındaki Akdamar Restoran’da inci kefalini tadabilirsiniz. Göl manzaralı restoranda tek sorun çevrede bulut gibi uçan karasinekler.

False