Özetle, sadakat ve itaat duygusu zayıf olarak nitelendiriliyorlar.
Tüketim kültürünün, insanları etkilediği bir gerçek. Çocukluktan başlayarak, tüketim çılgınlığının içinde karakter gelişimini tamamlayan gençlerin, bu gerçekten etkilenmemesi elbette mümkün değildir.
Merak ettim ve gençlerimizin sosyal medyada birbirleriyle neler paylaştıklarını gözlemlemeye çalıştım. Müstehcen, bayağı, düşük profilli, sığ espriler ve mesajlarla birbirleriyle iletişim kurdukları gibi; ayetlerden, hadislerden, Mevlana’dan, Şeyh Sadi’den, Platon’dan, Aristo’dan, Nazım Hikmet’ten, Necip Fazıl Kısakürek’ten, günümüz şair ve düşünce insanlarından da sıkça paylaşımlar yapıldığını gözlemledim.
Aslında, üzerinde düşünülmesi gereken bir tablo bu.
Gerek ailede, gerekse okullarda verilen eğitimlerde, gençlerimize, derinlikli bir düşünce yapısına ulaşma ve birbirleriyle paylaştıkları yoğun anlamlar ifade eden mesajları “idrak” edecek bilinç düzeyinin sağlanamadığını kabul etmek gerekir. Buna rağmen gençlerimizin, en azından bir kısmının eğitim sistemimiz ve ailelerimiz içerisinde belirgin bir yeri olmayan bu kültürel kaynaklara ulaşmaları, bunlardan yararlanmaları, benimsemeleri ve kendilerini ifade ederken bir argüman olarak kullanmaları, işin asıl dikkat edilmesi gereken ve önemli yanıdır.
Kanaatimizce bu şunu gösteriyor, toplumların yapısı, tüketim araçları, yaşam biçimleri, kültürel yapıları değişse de, insanın özü değişmiyor.
Örneğin, Mevlana’nın yaşadığı dönemin üzerinden bin yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen söyledikleri, bugün de etkisini sürdürüyor. Hem de en beklenmedik yerde. X, Y, Z diye adlandırdığımız gençlerimizin üzerinde etkisini sürdürüyor.
1977 yılında Ankara’ya geldiğimde, Akay Yokuşundaki Demirler Pasajında bulunan Edebiyat Dergisinin bürosunda tanımıştım O’nu. Hüzün yumağıydı. Duyulur duyulmaz konuşurdu ama, çağlar ötesine sarkacak gür sözler söylerdi.
Bizim kuşak, bugünün gençlerinin belki de anlamakta zorlanacağı bir düzlemde büyüdük. Herkesin bir ideolojik iklimi ve bu iklimi besleyen ortamları, yazarları vardı. Bizim ideolojik iklimimizin köşe taşları, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil’di. Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Cahit Zarifoğlu gibi şair ve yazarlar da aynı halkanın sağlam direkleriydi. Yazarların dışında, tavırlarıyla, yaklaşımlarıyla, konuşmalarıyla bu halkanın yapısını güçlendirenler vardı. Hasan Seyithanoğlu, Musa Çağıl, Mustafa Sarıçiçek de bunlardandı. Merhum Fethi Gemuhluoğlu’na yetişemedik biz. Ama Ankara’ya geldiğimizde, bugün olduğu gibi, Fethi ağabeyin maneviyatı aramızda, hatta üzerimizdeydi ve her yanımızı kuşatıyordu. Her yerde Fethi Gemuhluoğlu vardı. Ruhumuza sinmişti varlığı.
Mustafa Sarıçiçek, Edebiyat Dergisi bürosunun gönül elçisiydi. Sanatla, edebiyatla değişeceğini söylüyordu toplumun. Nezaketle, zarafetle; yozlaşmaya, yabancılaşmaya karşı dirençle değişeceğini düşünüyordu her şeyin.
Entelektüel ve yeryüzünü, tüm insanlığı kucaklayan bir bakış açısı geliştiriyordu. Batı klasiklerini, farklı dünya görüşünü savunan yazarları da Mustafa Sarıçiçek önerdi bize. Klasik müzikle, Beethoven’la, Mozart’la, Schubert’le, çeşitli köy ve kasabalardan gelen bizleri, Mustafa Sarıçiçek tanıştırdı. İnançlı bir insandı, bir dervişti. Bozbulanık seller gibi akan hayatın içinde, ruhumuzu, vicdanımızı, aklımızı sükûnete erdirecek gönül erlerine ne çok ihtiyacımız var.
ATAMALAR ŞEFFAF ŞEKİLDE YAPILIYOR
İl içinde okul değiştirmek isteyen öğretmenlerimizin atamaları, şeffaf bir şekilde gerçekleştiriliyor.
Bu yıl ilk kez, okullardaki boş kadrolarla, kadro fazlası öğretmen sayıları, Ankara Millî Eğitim Müdürlüğü’nün sitesinden yayınlandı. Atama isteğinde bulunacak öğretmenlerimiz, hangi okullarda boşluk olduğunu gördüler.
‘Yaşlıların Hak ve Çıkarlarını Koruma Kanunu’na göre, ebeveynlerinden ayrı yaşayan aile bireylerinin, düzenli olarak yaşlı akrabalarını ziyaret etmesi gerekiyor. Haberin başka ayrıntıları da var. Örneğin, bu konuda, işverene de, çalışanlarına izin vermek gibi sorumluluklar getirilmiş.
Geleneksel aile yapımızdan kaynaklanan olumlu taraflarımız çok fazla. Ama, huzurevlerine gider, orada evlat hasretiyle gözleri yaşaranlarla biraz sohbet edersek, yavaş yavaş bu yapımızın çürümeye başladığını görürüz.
“Dört çocuğum var, hiçbirine sığamadım. Şimdi buralardayım. Onlardan tek isteğim, hiç değilse bir kez gelsinler, şöyle bir göreyim, boyunlarına sarılayım yeter.” diyen yaşlılarla karşılaştığınızda, içiniz parçalanır. “Torunlarımın kokusu burnumda tütüyor. Kendileri gelemiyorsa, bari torunlarımı gönderseler, son bir defa onlara sarılabilsem…” diye uzayıp giden, hasret, sitem, acı dolu sözler. Vicdanın ve insanlığın yasası, yaşlı ebeveyni mutlu edecek davranış ortaya koymayı gerektiriyor. Çok bir şey istemiyorlar. “Sadece göreyim, kucaklayayım yeter.” diyorlar. Bir gün hepimiz yaşlanacağız.
SAYGIN İNSAN, İŞİNİ ÖNEMSEYENDİR
Saygın insan, itibarlı insan sözünü sık duyarız. Saygınlığı, bazıları statüyle, bazıları güç, kudretle; bazıları da mevki, makamla özdeşleştirerek kullanırlar. Oysa saygın insan, işini önemseyendir. İşini sahiplenen, o işi hakkıyla yapar. İşini hakkıyla yapmak da, sorumluluk duygusu gerektirir. İşini önemseyen, kendini bütün varlığı ile işine veren; işini aşkla, heyecanla yapan herkes saygındır. Sorumluluğuna verilen işi, oflayıp puflayarak; yakınarak, kendisine yakıştıramayarak yapanlara saygı duyulması mümkün değildir. İtibar ve saygınlık, başkaları tarafından hediye edilip, bağışlanamaz. İtibar ve saygınlık, insanın bizzat kendi emeği, iradesi ve ciddiyetiyle elde ettiği bir değerdir ve bizzat kendisinindir. Ne iş yaptığımız değil, işimizi ne kadar önemsediğimizdir önemli olan.
KİMSE KİMSENİN FARKINDA DEĞİL
Kendimize bir de dışarıdan bakalım: Yaptığımız işlerin, söylediğimiz sözlerin başkaları nezdinde karşılığı var mıdır? Kendimizi dünyanın merkezi olarak görebiliriz ama, dışımızdaki dünya bizim farkımızda mıdır? Hayatımızın en önemli konusu olarak gördüğümüz, canhıraş bir şekilde mücadelesini verdiğimiz birçok şeyin, aslında hiç kimsenin, hatta ailemizin bile umurunda olmadığını görebiliriz, kendimize bir de dışarıdan baktığımız zaman.
Uykularımızı, huzurumuzu kaçıran, bir an bile aklımızdan çıkaramadığımız, hayatı bize zehir eden bir konunun; başkaları nezdinde zerre kadar öneminin olmadığını görürüz. Bizi nezaketen dinler, nezaketen onaylar; nezaketen ilgilenir görünürler konularımızla insanlar, çoğu zaman. Bizim önemsediklerimizi önemser görünür, ayrılınca da unuturlar.
Öne çıkan başlıklar şöyle:
* Öğretmene saygı kültürümüzün korunması ve güçlendirilmesine yönelik, güçlü bir okul iklimi oluşturulması için çaba gösterilmeli.
* Öğrencilerin kendi aralarındaki şiddet eğilimi dikkatle izlenerek, eğitim ve sosyal etkinliklerle, kardeşlik duyguları geliştirilmeli.
* Okullarda yapılan tören ve etkinliklerde, bu toprağın değerleri vurgusu daha yoğun hissedilmeli; kalıplaşmış, rutin program anlayışından çıkarak, duygu yoğunluklu bir içerik kazanmalı.
* Sigara, uyuşturucu ve diğer zararlı alışkanlıklarla bilinçli bir şekilde mücadele edilmeli. Okullar, bu konuda strateji geliştirmeli.
* Kurumsal kimliğin ve aidiyet duygusunun geliştirilmesi, her kurumun temel önceliği olmalı; bu konuda çaba sarf edilmeli.
Okul müdürlerimiz idealist ve fedakârdırlar. Öğrencilerimizi, geleceğe hazırlama heyecanı içindeler.
Yazılarımı okuyunca, telefon ederek düşüncelerini ifade etme zahmetine katlananlar oluyor. Bunlar, tahmin edileceği gibi tebrik edenler, yazılarım hakkında olumlu görüş ifade edenlerdir.
Beni mutlu ediyor.
Bir de, çeşitli ortamlarda, genellikle okullardaki eğitimciler, “Hürriyet’teki yazılarınızı okuyoruz, sizi takip ediyoruz” diyorlar. Bunlarla çok sık karşılaşıyorum.
Bu da beni mutlu ediyor.
Yazmak, zahmetli bir iştir. “Bu zahmete değiyor demek ki” diye düşünüyorum; yazma heyecanım artıyor.
Aylardır yazıyorum, “hitap ettiğim kitlenin büyüklüğüne rağmen beklentilerimden daha az mesaj geliyor” diye düşünüyordum.
Bir sorunun çözümü için bana ulaşan bir öğretmenimize “niye buraya kadar geldiniz, zahmet ettiniz. Twitter veya e-mail adresimden yazsaydınız da gereği yapılırdı” dedim.
Fazla anlamı yoktu.
Tatilin bir kısmında, boyacı sandığını kaptığımız gibi, çarşıda bir kuytu köşe yakalar, kendi harçlığımızı çıkarmaya çalışırdık.
Tatilin bir kısmında da, köyde yaşayan anneannemizin ‘müşfik’ kucağına atardık kendimizi ve orada geçerdi tatil.
Okullar tatile girdi.
Çocuklarımızı üç aylığına, ailelerine teslim ediyoruz.
“Tatilde, çocuklarınıza bol bol kitap okutun” filan demeyeceğim.
Çocuklara da, “Oyun oynayın, dinlenin, tatilin keyfini çıkarın” da demeyeceğim.
Bu konuda, önemli bulduğumuz bazı notlar var:
• Ankara’da, tamamen dönüşen yakındaki okullara; öğrencisiyle birlikte, öğretmen de naklediliyor. Öğrenciyi, öğretmeninden ayırmıyoruz.
• Yapılacak her türlü dönüşüm çalışmalarından, öğretmenler, veliler, muhtarlar ve sivil toplum kuruluşlarının haberdar edilmesini, tartışılmasını istedik.
• Velilerin istemediği ve konunun diğer muhataplarında mutsuzluk oluşturacak uygulamalar yapılmayacak.
• Atamalarda, okul dönüşümlerinde, ‘şeffaflık’ ve ‘herkesin, kendisiyle ilgili verilecek kararları bilmesi’, temel sorumluluklarımızdandır.
• Her öğretmen, kendi durumuyla ve okuluyla ilgili her şeyi bilmelidir’ diye, defalarca söylendi.
• Buna rağmen, hâlâ, ‘bizim okulun durumu ne olacak’ diye sorular geliyor.
Yaşamın her aşamasında devam eder.
Etkilendiğimiz her şey, eğitimdir.
Ankara eğitiminin her kademedeki yöneticileriyle, Ulucanlar Yarı Açık Cezaevi Kültür Sanat Merkezi’nde bir araya gelerek, eğitime ilişkin önemli konuları görüştük.
Öncelikle, bir yıl içinde yapılanları, uzman arkadaşlarım, rakamlarla sundular; katılımcıları bilgilendirdiler. Ankara’nın başarısı, aldığı sonuçlar değerlendirildi.
Bu veriler de dikkate alınarak, tüm eğitim kurumlarımızın, öncelikle üzerinde durması, stratejiler geliştirmesi gereken konuları, başlıklar halinde ortaya koyuldu.
Ankara’da, okullarımızın güvenli; öğretmen ve idarecilerimizin, görevleriyle ilgili son derece duyarlı olduklarını belirtmeme gerek yok.
Ama, geniş çaplı bir farkındalık oluşturmakta da yarar var.