Ebru Çapa

Öneri

18 Ocak 2007
Bu salı NTV’deki Can Dündar’ın sunup yönettiği "Neden" programında, "İstanbul nasıl kurtulur?" diye soruldu. İstanbul için boyaları akmış geçkin fahişe teşbihi sık kullanılır málûm; yanisi, "Asiye nasıl kurtulur?" tadında bir soru elbette makbuldür... De?..

Bana sorarsanız, en Yeşilçam melodramı tonundan "N’emin misiniz, m’eni boş vaatlerle gönlümü n’oş tutarak n’avutmuyorsunuz değil mi kuzum; hakikaten kurtuluş var mıdır n’oktor?" esasen sorulması gereken sorudur yine de...

Tartışma tayfası arasında şu isimler de vardı: İstanbul’un eski belediye başkanı CHP Sivas Milletvekili Nurettin Sözen, İstanbul Eski Büyükşehir Belediye Başkanı ve Turkuaz Hareketinin Lideri Ali Müfit Gürtuna. Veee eski Beyoğlu Belediye Başkanı ve AKP İstanbul Milletvekili Nusret Bayraktar...

Neymiş, İstanbul’u bu hállere düşürenler uzaylı kaka adamlarmış gibi, Sözen, Gürtuna, Bayraktar, filan oturup İstanbul’un nasıl kurtulacağını tartışacaklar...

İnsanın gözleri birkaç mümtaz şahsiyeti daha arıyor háliyle...

Çok isterdim meselá, şimdilerin Başbakanı, geçmiş İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da orada olsun ve son zamanların harlı gündem maddesi olan o dahiyane fikrini savunsun.

Kendileri İstanbul’un kapısına vergi dairesi kurulmasını, girenden haraç alınmasını, bundan böyle trafiğe yeni araç çıkmamasını filan savunuyor bildiğiniz üzre.

Ben diyorum ki AB modeli uygulansın. Schengen’i olmayan, İstanbul’a ayak basmasın. Ne zaman AB, o zaman dünya kültür başkenti adayı İstanbul. Ne kadar ekmek, o kadar köfte modeli...

İnanması güç olsa da Nurettin Sözen’i bile mumla aratma becerisini haiz, mevcut İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, hani, málûm, siyaset terbiyesiyle korkak alıştırdığı dili de pek varmadı ama, İstanbul’un trafik sorunundan Erdoğan’ı hariç tutarak (Kendisi zaten sütten çıkmış ak kaşık; ona değinmiyoruz bile...) Gürtuna ve Sözen’i suçlayarak da olsa; dayanamayıp, hani o bile bu öneriye itiraz etti: "Plaka önerisi tartışılmalı... Belli bir süreçte bu olabilir ama fazla olursa yeni rantlar yaratır."

Rant deyince orada şöyle bir duruluyor tabii...

E Başbakan’ın tuzu kuru. Değil mi ki artık tüm Türkiye şahsi bahçesi; İstanbul konusunda fantastik öneriler şey ettirebiliyor. Ama Topbaş’ın vaziyeti bir mi?

Başbakan Çankaya’ya çıkıp da mevkiini kendisine bırakana kadar (Hayal, kuranındır...) İstanbul’un yenecek daha çok ekmeği var. Rant bu; öyle benim diyen elemana yár edilir mi?

Bunca tartışma sürerken, naçizane; "Benim (de) fikrim geldi"

Bizim mahallede çok şık bir evsiz deli yaşıyor. Sabah-akşam kafaya köpek öldüren şarabı diken, sakalına karışan saçları keçeye kesmiş bir ákil adam...

Köy ihtiyar meclisine köyün deli ekibini seçip duran beldelerimizi örnek alalım diyorum. Bildiğiniz üzere Bursa’nın İznik ilçesine bağlı Müşküle Köyü’nde yapılan seçimlerin ardından muhtar Emin Tektaş intihara teşebbüs etmiş, doktorları da kendisine gazete okumayı filan yasaklamıştı.

Hayal kuranındır dedik ya, ben de böyle hayaller kuruyorum... Seçelim başımıza bir deli; biz sağ, yine biz selámet... Yok yani; 7/24 hep biz mi delireceğiz abi?..
Yazının Devamını Oku

N’aberler?

14 Ocak 2007
Bendeniz, lise filan da değil, ortaokulun ilk yıllarından beri ilk kez bu sene, yeni yıla çekirdek ailemle İzmir’de girdim. O pespaye klişeyle yalnızlıktan kırılan kalabalıkların riyasından onca zehirlenmişken, iyi geldi. Panzehir bir nev’i...

Cem-i cümlenizi muhabbetle selámlar, yeni yıla iyi girdiğinizi umarım gözünün yağını yidiğimin okurları ve ayına yıldızına kurban olduğumun (!) memleketi...

Bendeniz, lise filan da değil, ortaokulun ilk yıllarından beri ilk kez bu sene, yeni yıla çekirdek ailemle, İzmir’de girdim. O pespaye klişeyle -her klişe pespaye olduğu gibi ve kadar, bir yandan da gerçekliğin teyididir malum- yalnızlıktan kırılan kalabalıkların riyasından onca zehirlenmişken, iyi geldi. Panzehir bir nev’i...

Bünye yorulmuş zahir... Dokuz gün boyunca mal gibi durdum. Malını bilen insanların arasında olunca, mal gibi durmak, ziyadesiyle iyi gelebiliyor.

Havaalanından eve giderken valideyle pederi, "biraz" gergin olduğum, dolayısıyla her türden deli tepkisine hazırlıklı olmaları konusunda uyardım.

Akabinde yuvaya sığındım desem yeridir... Gider gitmez telefonu kapatmak kesmedi; gittiğimin ikinci günü cep telefonunun pilini balkondan apartmanın bahçesine falan fırlattım. (Hoş, sonra gidip paşa paşa attığım yerden aldım; ayrı...)

Bilgisayar şöyle dursun, televizyon ekranının ve gazete bayilerinin önünden geçmeye bile tövbeli gitmiştim; bakın o kadarını beceremedim...

Bayramın ve yeni yılın ilk günü gözümü gazetelerdeki Saddam idamı fotoromanlarına ve televizyon kanallarındaki Saddam idamı canlı yayınlarına açtım. Tuvalete gittim, dişimi fırçalarken kustum, kusmak iyi geldi; nispeten kendime geldim. Bushgillerin ecdadını yine tahmin edeceğiniz üzere, pek hayırlı temennilerle anmadım.

Sonrası verimli bir dinlence:

Tahliller yaptırdım, avukatlarla görüştüm, Karşıyaka boyu yürüdüm, annemin bamyasını, kerevizini, köftesini, ayva tatlısını yedim; candostlarımla Çeşme’nin liman koyuna karşı açıkhava kahvaltıları ettim; king oynadık; şöminede sucuk kızarttık; tarçın dilimli sıcak şarap içtik. Deniz mahsullerinin ve Ege otlarının kulağına su kaçırdım. Gitmeden evvelki iki hafta dilimde-damağımda "pil tadı" olduğu, yanisi ağzımın tadı olmadığı için boğazımdan geçen lokmaların sayısı 10’u filan bulmazdı; ciddiyim. Memlekete gidince bir iştah-bir afiyet; tabiri caizse, bir senelik semirdim.

Sonracığıma, psikiyatristime uğradım; iman cilaladım; o da "Biraz gergin gördüm seni" tonundan çaldı; bir ay sonra görüşmek üzere randevulaştık. Dönüşte ayağım hafiften geri gitmedi değil fakat yapacak bir şey yoktu. Döndüm. Bu iyi haber midir, kötü haber midir, artık size kalmış. Gönderdiğiniz zarif e-postalar için teşekkürlerimle; e, sizlerden n’aberler?

Ağla gitarım ağla...

Beatles’ı bitiren kadın olarak nam salmış Yoko Ono, bu aralar, tutuklattığı Türk şoförü Koral Karsan vesilesiyle yine pek bir gündemde. The New York Times, 13 Aralık’tan beri içerde olan Karsan’ın, avukatı tarafından kendilerine ulaştırılan, Yoko Ono’ya hitaben yazılmış mektubunu yayınladı.

10 yıldır Yoko Ono’ya "şoför, koruma, danışman, uşak, hemşire (Ki biz ona artık hemşir diyoruz!), kurye ve en çok da sevgili ve sırdaş olarak hizmet ettiğini" belirttiği mektubunda Karsan, Ono’ya sitemlerini şu şekilde sunmuş: "Sizin sistematik ve devamlı fiziksel ve psikolojik aşağılamanız, beni farklı bir kişiye dönüştürdü; tüm haysiyetimi ve özsaygımı yok etti. Eşim de sizinle aramızdaki bu ilişki nedeniyle beni terk etti."

Yoko Ono’nun yaş 74, ama görünen o ki geçen seneler örümcek ablanın öpücüğünün tahribat gücünden pek bir şey götürmemiş.

Ha, diyeceksiniz ki Yoko Ono’dan, özel hayatını ele alan bir kitap yazmamak, fotoğraf, e-posta ve anılarını açıklamamak karşılığında 2 milyon dolar talep eden herifin "sırdaş"lığı ne derece kifayetlidir tartışılır; böyle sırdaş manitadan gelecek hayır, Nuri Alço’nun mavi slip küloduyla masum kızların içkilerine ilaç attığı altın dönemlerinden gelsin...

Her Allah’ın günü dinlemeden içimin rahat etmediği, The Beatles düzenlemelerinden oluşan Love albümü vesile oldu; nihayet en sevdiğim Beatle’ın kim olduğunda karar kıldım. Bendeniz George Harrison’cıyım.

Önümüzdeki günlerde, Arizona’daki Barrett-Jackson müzayede evinde, ilk kez 1968’de yayınlanan The White Album’de yer alan While My Guitar Gently Weeps’in, George Harrison’ın el yazısıyla kaleme aldığı orijinal sözleri, açık artırmaya çıkarılacak. 500 ila 800 bin dolar arasında bir fiyata alıcı bulması bekleniyor. Olsa kenarda o kadar cukkam, basar alırım.

Canım benim ya... Yumuşak yumuşak ağlayan gitarını tıngırdattığı bir ömür boyunca, hem hınzır, hem fırlama, hem de bilge bir güzel insan-gönül adamı nasıl olunur, örnek teşkil ederek anlattı durdu eleman.

Gitarı diyorsak, 26 enstrumanı, virtüöz maharetiyle çalabiliyordu; o da ayrı...

"Sen nefret ettikten sonra, nefret edecek çok insan bulunur" demiş bir adamdan söz ediyoruz.

2001 Aralık’ında verdiği son nefesinde; "Birbirinizi sevin" deyip terk-i álem eylemiş bir adamdan söz ediyoruz.

Kariyerinin büyük kırılma noktasını 1962’de Beatles’a katılması, ikinci büyük kırılma noktasını da gruptan ayrılması olarak şükranla mimlemiş bir adamdan söz ediyoruz.

Vaktiyle "Tanrı’dan bile büyük" olarak addedilen Beatles’ın (Oasis’in kendini gaza getirme gayretinde "E biz Beatles’dan bile büyüğüz" demelerini hatırlayınız...) bir üyesi olmasına rağmen; "Ben başarılı olmak istiyordum; ünlü değil" demiş bir adamdan söz ediyoruz.

"Nereye gittiğini bilmediğin sürece, her yol seni oraya götürür" şeklinde bir vecize buyurmuş adamdan söz ediyoruz.

Karısı Patti Boyd’u, en iyi arkadaşlarından Eric Clapton’a; "E madem aşık oldunuz, oldu olacak bari mutlu da olunuz" diyerek elceğizleriyle teslim etmiş bir adamdan söz ediyoruz.

Halleluya’nın da hare krişna’nın da aynı kapıya çıktığına iman etmiş bir adamdan söz ediyoruz. İyi bir yol tutturmuştu; reenkarnasyona inanıyordu. Fakat tekamülünü tamamlamıştır tahmininden yola çıkıp, herhálde bir daha dünyaya dönmemiştir diye düşünüyor; şimdilerde "daha iyi" bir yerlerde olduğunu tahmin ediyoruz.

Yine de "Beatles bizsiz de yaşamaya devam eder" demişti ya hani; yaşıyor işte; gitarı hálá yumuşak yumuşak ağlıyor; duyuyoruz...
Yazının Devamını Oku

Maske maske söyle bana Kenan Doğulu’dan başka ben var mı

13 Ocak 2007
Kenan Doğulu’nun Festival isimli albümünden, Çakkıdı’nın ardından klip çekilen ikinci şarkı olan Baş Harfi Ben’in sözlerinde; "Festival gibisin, katılmak istiyorum" şeklinde bir cümle yer alıyor malumunuz. Gelin görün ki hayatın, kendilerine; "Elimizde festival kalmadı, biz size Eurovision verelim ona katılın" diyesi tuttu. TRT, 12 Mayıs’da Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de düzenlenecek 52. Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil etmesi için Kenan Doğulu’yu atadı.

Veee, bizleri şaşırtmaktan inatla imtina eden hayat, maalesef yine yanıltmadı: Doğulu’nun; "Türkçe sözlü şarkıda ısrar etmek eski kafaların düşüncesi" beyatanı sağolsun, bu yılın Euro-polemik-geyik sezonu, geçen senelerden bile erken açıldı. Hadise TBMM gündemine taşındı; muhtelif milletvekilleri, Kenan Doğulu’yu fena hálde cık cık cık’ladı... Hatta; Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, Kenan Doğulu’yu Türk milleti ve annesinden özür dilemeye davet etmecesine kınadı: "Çünkü bu dilimizi annelerimizden öğreniyoruz. Bunun için anadilimiz olarak adlandırıyoruz. Bu sanatçının kendisine, sanatına, diline olan güvensizliğini gösterir. Sertab Erener’in İngilizce ile birinci olduğu yıl, İngiltere İngilizce bir parçayla sonuncu oldu. Demek ki keramet İngilizce’de değil. Bu beste yarışmasıdır, bu nedenle müzik ön plandadır."

Neyse ya... 12 Mayıs’a kadar daha yol uzun. Nasılsa mevzuya dair tartışmalar, burdan cücecik gezegencik Plüto’ya yol olacak kadar uzayacaktır. Biz iyisi mi Baş Harfi Ben’in klibine gelelim.

Eurovision geyiğine nokta koyar gibi yapmasına yaptık ya; yine de söylemeden edemeyeceğim: Özel istirhamımdır; Kenan Doğulu, Allah aşkına, geçtiğimiz yıl elemanları sahnede öcü şıklığı sergileyen Lordi’nin başarısından aldığı gazla, Eurovision’a tanıtım klibi olarak Baş Harfi Ben’inki gibi bir şey göndermesin. O nedir öyle; korku filmi gibi?..

Baş Harfi Ben’in klibinde, Kenan Doğulu’yu, sevimli bir konu mankeni hanımefendinin, ecnebi lisanıyla söyleyecek olursak (Anneciğim ve Türk halkından kafadan özürlerimle...), stalker’ı rolünde izliyoruz. Abla nereye gitse, etrafında Kenan Doğulu suratları dolanıyor. Herkesin suratında bir acayip mimikli Kenan Doğulu maskesi; kahveyi Kenan Doğulu servis ediyor, taksiyi Kenan Doğulu kullanıyor, trafikte yandaki arabadan birtakım Kenan Doğulu’lar el filan sallıyor.

Şarkıda "Adı lázım değil, başharfi ben" diyor ya; ismini bilemeyeceğim, cismi belliden öte. Belliyi aşmış hatta; sınır mınır tanımıyor. Sanatçımız konu mankeni ablayı Kenan Doğulu manyağı yapmadan şurdan şuraya bırakmamaya ahdetmişe benziyor.

NİYET İYİ AMA...

Klibin yönetmeni de "Adı lázım değil" diye düşünenler derneğinden olsa gerek ki gerçek ismini bilemiyoruz, kendileri Keche olarak anılıyor....

Klibin çekimleri dış mekánda (İstanbul) iki gün, stüdyoda bir gün; toplam üç gün sürmüş... Klipte kullanılan maskeler için özel fotoğraf çekimi gerçekleştirilmiş. Boru değil, 180 adet maskeden bahsediyoruz. Bu mánáda, iğrenç bir esprimsi yumurtlamaktan kendimizi alamayarak Kenan Doğulu’yu tek kişilik dev kadro olarak addediyoruz.

Bu arada, klipteki "gerçek" Kenan Doğulu’nun ("One and only" diyesim var; özür dilerim halkım ve validem sultanım.) üzerindeki tişörtte "I’m not a terrorist / Ben terörist değilim" yazıyormuş ama ceketin kenarları yüzünden, sanki "Error / Hata" yazıyormuş gibi görünüyormuş. Mesajsa mesajımız da var yani...

Demem o ki, önemli olan iyi niyetse, belli ki Kenan Doğulu’nun niyeti iyi...

Vaktiyle vermiş olduğu bir röportajda, yıllardan beri Eurovision’a katılmak istediğini belirtip ne demişti?: "Çetin Alp’in söylediği Opera sonuncu olunca çok üzülüp sabaha kadar ağladım."

10. Yıl Marşı’nı remiksleyip albümüne almış bir şarkıcının milli hassasiyetlerini sorgulamak, rica ederim, biraz ayıp kaçıyor. Ha, bana sorarsanız, muhtelif seferler de belirtmiş olduğum üzre, Etiler tavernalarında analarının-babalarının endamını kuşanmış yeniyetmelerin masaların üzerine çıkıp Sürünüyorum’un filan ardından "Çıııktık açık alınla" diye böğüre böğüre, coş-kudur eşliğinde eğlendikleri o remiks, Kenan Doğulu’nun kariyerinin en fena hamlesidir; o da ayrı... Olur artık o kadar. Dedik ya, önemli olan iyi niyet...

Yine de şahsen, 12 Mayıs akşamı için evhama kapılmadan edemiyorum, ne yalan söyleyeyim. Zira geçtiğimiz sene yarışmada dibe vuran İngiltere’yi bu yıl The Smiths’in eski solisti Morrisey’in temsil etmesi söz konusu. Ki, konu İngilizce döktürmekten geçiyorsa, "biraz" döktürme becerisine haiz bir şahsiyettir kendileri.

Ne Eurovision’muş be; zirvesini de gördük, dibini de; zırvası bitmeler bilmedi, bilemedi...
Yazının Devamını Oku

Hızlı akan tarihe bir virgül

31 Aralık 2006
Şarkılardan fal tutmak mı dersiniz artık, takım oyunu mu dersiniz; kendi hayatının fon müziğini oluşturmak mı, yok, kendi kıtipiyos çapında özgürlük arayışı mı; kumar mı? Hızlı akan tarihte bu aralar, ’Hızlı İleri Sarma Kuşağı’nın bir ferdi olarak adrenalin basmış olacak. (Müziği teyp denilen cihazda dönen kasetten dinlerken, bir şarkıdan bir sonrakine süratle geçerken, ’küçük Amerika’ olma yolunda emin adımlarla ilerlerken, sonradan, yine ABD dilinde söyleyecek olursak, FFW Generation şeklinde anılmamıza neden olan vakitler; 80’ler...)

Dileyen amnezi desin, dileyen sürmenaj; kimbilir, belki de vakitsiz alzheimer mı olduk nedir; ’Dün ne yedin?’ diye sorsanız; zavallı mankafam basmıyor. Yemek midir, dayak mıdır artık?!.

Gel gör ki uzun vadeli hafıza, tıkır tıkır işliyor.

Bir kısa tatil yapacağım. Elálem nereye giderse gider artık; ben eve gideceğim.

Gözüm saate, kronometreye bakarmışçasına takılmış; dakikalar şöyle dursun, saliseleri sayıyorum.

Vakitsiz bir bunak gibi: Karşılıklı monolog hálleri yoruyor insanı; n’apalım; kendi hatıratımdan bir muhabbet yaratmaya çalışıyorum.

İlkgençlikte zincirinden boşalmış köpekler gibi koştuk durduk; herhálde ondan çabuk yorulduk.

Can sıkıntısı işte; bünye tasma kaldırmıyor; n’aparsınız...

E, fazla süratli gidince, zihin, böyle küçük tefek sıçramalar yapabiliyor. Rewind tuşuna basıp, geriye sarabiliyor.

Maksat sardırmak olsun... Laf olsun, torba dolsun...

Ortaokuldayken, basketbol antrenörümüz, ABD’li bir resim öğretmeniydi.

Kademeli koşu; yandan çarklı bir tempoda, takımca sahanın etrafında bir öne bir arkaya dönerek daireler çizmek; merdiven inip çıkma egzersizi, antrenmanların olmazsa olmaz bölümleriydi.

Yandan çarklı fasılda antrenör; "Shuffle! Shuffle!" diye bağırır dururdu:

Kelime Redhouse sözlükte şöyle tanımlanıyor:

shuf.fle (ş f’ıl) f. 1. (iskambil káğıtlarını) karıştırmak, karmak. 2. (bir şeyleri) bir yerden alıp başka yere koymak. 3. (ayaklarını) sürümek, sürüklemek: ayaklarını sürüyerek yürümek. i. 1. iskambil káğıtlarını karıştırma. 2. ayaklarını sürüyerek yürüme. one person/thing in among/with others birini/bir şeyi başkalarına katmak.

Ki şimdilerin diji-diji serpilip büyüyen dijital i-pod kuşağı için çok da yabancı bir terim olmasa gerek..

Şarkılardan fal tutmak mı dersiniz artık, takım oyunu mu dersiniz; kendi hayatının fon müziğini oluşturmak mı, yok, kendi kıtipiyos çapında özgürlük arayışı mı; kumar mı: Seçiniz, kendi çapınızca beğeniniz...

Merdiven çıkıp inme faslı ayrı bir meseleydi. İstirham edeceğim, merdiven deyip geçmeyiniz... Bizim okulun anfisi; pardon, amfisi, ötesindeki dar ve dik merdivenler filan, ine-çıka insanın iflahını keserdi.

Bir nev’i metropol kaldırımı modeli; ölçüsü tutmaz; çık çık bitmez; inmesi ayrı álemdi... (Koşamayanlar ne yapar, onu kimse düşünmez; o da ayrı...)

Yukarı doğru depar atardık, antrenör; inişte habire "Take your time! / Zamanını kullan!" diye seslenirdi. Yanisi, inerken, nefesini toparlaman gerekirdi.

Bir yandan yukarıya doğru depar atıp aşağıya da aynı süratle koştur koştur inen bir salak olduğumdan, antrenör iniş faslında "Take your time, demedik mi çocu’m!" gibilerinden seslenirken; bir yandan oflayıp puflayıp; "Büyüyünce buraya yürüyen merdiven yaptırmayan n’olsun" şeklinde söylenir dururdum.

Aramızda bitmek tükenmek bilmez bir tür geyikti.

Kademeli koşu deseniz, bir ileri bir geri saran bir tür engelli koşu gibiydi: Bir kısa depar, bir geri depar, bir ara mesafe depar, yine geri; uzun mesafe depar; yine geri...

Hayat dediğiniz, basketbol antrenmanı modeli.

Ya da bilemedim; müzik mi demeli?..

Bünyeyi endorfin basmış. Ki mutluluk hormonudur bildiğiniz gibi.

Gelin görün ki insanı hafif yoruyor da...

Bünyeye kulak vermek lázım; bazen biraz durmak iyi geliyor.

Önümüzdeki hafta izinliyim müsaadenizle...

Önümüzdeki sene, anlamlı olduğu kadar eğlenceli oyunlarda buluşmak dileğiyle...

Yeni yılınız da kurban bayramınız da kutlu olsun.

Naçiz muharriren, her zaman olduğu gibi sana kurban olsun ey kari...
Yazının Devamını Oku

Rüya dediğin hayatın ta kendisi

30 Aralık 2006
Yorucu bir yılın sonunda eşekten düşmüş karpuz gibi hisseden muharrireniz, her zamanki gibi uykuyla uyanıklık arasındaki o iki arada-bir derede bölgeden bildiriyor: Yeni yılın ve kurban bayramının bir araya geldiği tatilde "eve" gidip dört gün boyunca mal gibi durmayı planlıyorum. Dört gün boyunca şalteri indireceğim.

Kimseye ilişmeden, ilişimsiz bilişimsiz iletişeceğim bir dört gün geçireceğim.

Hem yılbaşınızı hem de bayramınızı kutlarken, önümüzdeki yıl için de "İyi bir maç olsun" dileklerimle birlikte, kısa-mesaj babında; "Sizinki de kutlu olsun; birkaç günlüğüne aramayın sormayın kardeşim" demek isterim.

Uyku düzeni yine allak bullak oldu; birkaç gün olsun, huzurlu uykular uyuyabilmeyi umuyorum.

EFSUN’UN RÜYASI İYİ GELDİ

Algıda seçicilikten midir, kendi rüyalarımdan bıkkınlık getirmiş olduğumdan mıdır nedir; nerede içinden rüya geçen bir şarkı görsem, ona takılasım var.

Bu aralar müzik kanallarında Efsun isimli grubun Rüya’sının klibi dönüyor; izlemişsinizdir.

Grup, 2004 yılında Gülay Boyalar ve Özer Dönerkaya tarafından kurulmuş. Aynı yıl içinde basgitarda Tuna Erden ve davulda Ethem Uysal da gruba katılmış.

Devrin Usta’nın yönettiği ve "rüyada uçmak" temasının kullanıldığı klibin bir kısmı, Karadeniz kıyısında yer alan Kerpe’deki Kartal Kayası’nda, bir kısmı, İstanbul’da Galata Kulesi çevresinde çekilmiş.

İç mekán çekimlerde küçük bir pencereden dışarıya doğru bakan Gülay Boyalar; denize olan hasretinden olsa gerek, bir rüyalık uçuşta şarkıyı söylüyor:

"Alttan aldım olmadı / Hep besledim doymadı / Artık sabrım kalmadı / Bana verdiğin tüm o sözlere / Vaat edilmiş güzel günlere / Sana olan aşkımdan kandım / Gözünü karartan bu deliyi / Bu nazenin, kırılgan bebeği / Sana olan aşkımdan yaptım / Sana mı kalacakmış şu zalim dünya / Kardeşlik barış olsa, sahiden rüya / İçimden taşan öfke sönecekmiş güya? / Rüya... / Umrunda mı bu dünya?"

Rüya’da gruba, kanunda Yücel Kokşa, vurmalı çalgılarda Ata Güner eşlik etmiş.

İçinden kanun geçen bir şarkı dinlemek iyi geldi valla.

Bu aralar Kafka’vari bir hikáyenin içinde kaybolmuş bir gerzek gibi hissetmekten de ayrıca bitap düşmüş durumdayım zira...

RENKLİ RÜYALARA SİYAH BEYAZ KLİP

Bunun yanında bir de Teoman’ın Renkli Rüyalar Oteli albümünün aynı adlı şarkısının, yine kendisi tarafından yönetilmiş, kısa-metraj film mantığıyla çekilmiş siyah-beyaz klibi var.

Ki isabet demek isterim. Teoman’ın kısa-metrajları, malûmunuz, uzun metrajlarından daha "mantık"lı oluyor; olabiliyor...

Ha, diyeceksiniz ki Renkli Rüyalar Oteli isimli bir şarkıya siyah-beyaz klip çekmenin ne mene bir mantığı olabilir?

"Neden olmasın?" diye de sorulabilir.

Bildiğiniz üzre, renkli-sinemaskop zannettiğimiz rüyalarımızı esasında siyah-beyaz gördüğümüz söylenir.

Rüya bu ya... Al işte kendi kafana göre boya...

Hem bir yandan da:

Şarkının "Yıllar önceydi, çok da güzeldi, şimdi, düşününce / Benimsin, demiştin; ben de senin / Renkli rüyalar otelinde" şeklinde ilerleyen nakarat o kadar sık tekrar ediliyor ki, klip hani neredeyse uzun metrajmış gibi bile izlenebilir.

Bu da böyle bir mantık olsa gerek?..

BAŞROLLERDE TEOMAN, BİR KIZ VE BİR MUSTANG

Klipte, senkronların olmadığı bir şarkıda, tek gecelik bir hikáye anlatılmış. Üç gün süren çekimler kış aylarında gerçekleştiğinden, soğuk, özellikle gece çekimlerini zorlaştırmış.

Bültene bakacak olursak, klipte çok sayıda figüran kullanılmış; Teoman’la rolleri Teksaslı Anjelique paylaşmış. (21 yaşındaki model, şu anda Yunanistan’da yaşıyormuş.) Ayrıca yine klipte, Teoman’ın kendisiyle yaşıt otomobili kullanılmış. 1967 model Mustang California Special’mış.

Rüya dediğiniz ne ki zaten? Hayatın ta kendisi gibi: Bir tür yarış...

Bilincin altı-üstü: Ööö’le: Bir negatiftir, bir pozitiftir; genel itibarıyla ortamlara şöööyle bir bakış...

Renkli Rüyalar Oteli’nde durumlar böyleyken böyle...

Bir maçtır gidiyor (Lig mi deseydik?): Hayat işte...

Standart: Önümüzdeki sezon, görüşmek üzre...
Yazının Devamını Oku

Hayat zaten remix’lerde, cover’larda geçiyor

24 Aralık 2006
Sevgili günlük; Hayat bir koşu bandında depar atarcasına sanal sanal seyrederken, Ahmet Güntan’ın canım şiiri Ormanların Gümbürtüsü’nde demiş olduğu üzre: "Artık hiçbir şeye karşı değilmiş gibi kayıtsızım / Yolculuğun sonunda ormanda duyduğum sesi öldürdüm / Amacım yoktu sesi öldürürken, ses öldüğü için de hálá amaçsız sayılırım / Ormana karşı değilmiş gibi kayıtsızdım / Ormandan çıkınca şehrin ışıkları ve ışıkların / suda işaret ettiği anlamların adı olan dünya ile karşılaştım / Dünyaya karşı da kayıtsızım (...)"

Bugün yeni yıl ile kurban bayramının kesiştiği tatilde üç-dört günlüğüne memlekete gitmek ve üç-dört günlüğüne şalteri tamamen indirmek üzere uçak biletimi aldım.

Aldım da gidebilecek miyim ondan bile emin değilim; ayrı... Uçak İzmir’e inene kadar emin de olamayacağım. Şuursuzluğun boyutu bu kıvama vardı: Gündeme şöyle bir bakınca:

Belli mi olur; apronda mapronda, keserler meserler...

Belli mi olur; B tipi, me tipi tecrit-mecrit ederler...

Belli mi olur..? Olur işte bir şeyler...

Böyle mánásı kendinden menkul sarmal muhabbetlerde, kendi etrafımda salak salak döneniyorum.

Behçet Necatigil’in demiş olduğu üzre:

"Gitmek geçse aklımdan / Hemen yorum / Nereye, nasıl, ne zaman? / Oysa ben vazgeçtim. / Uyu yorum / (...) / Demek geçse aklımdan git / Git mi yorum / Kime, nerde, ne zaman? / Oysa ben haddim mi? / Uyu yorum / (...) / Ne gitmek gelir aklımdan / Ne de git demek / Eli kolu bağlı ben, ağzı dili bağlı / Yaşa yorum / Sevin e mi yorum."

Üstüne ne eklenebilirse artık?: Kork mu yorum!?.

Bu senenin yeni yıl kararları tripleri huzura iyiden iyiye enteresan hállerde buyurdu. Ben yine öööyle: Bak a yorum...

Hayat insanı edebe adaba getirmeye, daha doğrusu hizaya sokmaya ahdetmiş.

Biz de e n’apalım, kendi çapımızda yet-iş-kin-mişiz-ce, büyü-müş’çülük oynuyoruz.

Çok-çocuk-bilmişliğimizle, şaş-ar-mış gibi yapıyoruz; álemin düzenine çomak sokup maydanoz oluyoruz.

Edip Cansever’in Uyanınca Çocuk Olmak’ta vaktiyle demiş olduğu üzre:

"Siz ne iyisiniz, ben sizi bir şeylere benzetiyorum / (...) / Bizim o duvarlık tabaklar durmadan uzağa götürüyor evimizi / Daha aldığım gün bildim maydanoz olacak üstündekiler / Maydanoz olacak, maydanoz olacak, maydanoz olacak / Herkesin herkese herkesi / Daha dün yepyeni bir son koydumdu şiire / Aldı, yepyeni bir kalabalığı getirdi / Ama iyi yaptım, öyle mi değil mi."

Canımcım günlükçüm;

Aramızda eskiden dönmüş bir geyiktir: Tekrarda hayır vardır / Hayırda tekrar vardır.

Hayır seni tekrara, tekrar seni hayıra götürür.

Tarih, derler ya hani, tekerrürden ibarettir.

Takılmış plak gibi "Neydi lan, neydi be?" dercesine dönüp dönüp -gazete okurcasına- eski günlükleri okumak belki de böylesi bir triptir. İnsan gölgeler arasında yol alırken önünü görmek isteyebilir.

Bir bakmışsın sonra, önüne bir demet maydanoz gelmiş: Bugün şahane bir paketle karşılaştık. İçinden bir külliyat çıktı. Brecht’den Neruda’ya, Ferruhzad’dan Eluard’a, Rimbaud’dan Aragon’a aşk şiirleri...

Pek kıravatlı bir gazeteci ağabeyimiz, vaktiyle söylemişti. "Sen haberden ziyade laf olsun torba dolsun derdinde lafazan bir gazetecilik heveslisisin; bu sektör seni mutsuz kılar" diye...

E, takdir edersin ki gündemin bu denli karışık olduğu bir dönemde, bir küçük mola almak ve gündemden ziyade edebiyattan ve müzikten (Ki her ikisi de matematiğe çıkar málûm.) medet ummak da ayıptan öte, elzemden sayılır ey okur.

Müsaadenle, bu hafta, tırnaklar içinde, böyle eskilerden bir kolaj muhabbeti olsun.

Hayat zaten remix’lerde, cover’larda geçiyor; herhálde çok da yadırgamazsın diye umuyorum.

Hadi Nietzsche’lerinden fal tutalım:

"Savunma Aracı: Aptallıkla mücadelede, en insaflı ve en yumuşak insanlar sonunda kabalaşırlar. Belki de bu şekilde doğru bir savunma yolunda bulunurlar; çünki aptal bir surata hukuken uygun olan kanıt sıkı bir yumruktur. Ama, söylediğim gibi, karakterleri yumuşak ve insaflı oldukları için bu insanlar, bu meşru müdafaa yoluyla acı çektirmekten daha çok kendileri acı çekerler.

Cansıkıcı Rakibin Yararı: Kişi, bazen bir davaya, sadece rakipleri cansıkıcı olmayı sürdürdükleri için bağlı kalabilir.

Hedef Tahtası Olmak: Başkasının hakkımızdaki kötü sözleri, çoğu zaman gerçekten bizimle ilgili değildir, daha çok bir küskünlük ifadesi, tamamen başka nedenlerden ileri gelen bir somurtkanlık ifadesidir."

İki gözüm günlükçüğüm;

Eskilerden bir tanış vaktiyle "Şiir’e takılma yanarsın" diye uyarmıştı.

Benim inatla şiire takılasım var. Aklıma yobazların yaktığı bir otelde hayatını kaybeden şair geliyor. Metin Altıok’un Soneler’inde demiş olduğu üzre:

XV: Bir ters iki yüz dizlerinin üstünde, / Şimdi sen çaresiz mutsuzluklar örersin. / Bir usanç büyütürsün göğsünde, / Kilitlenmiş talihine elbet küsersin. / Çünkü mürai bir kandil akşamı gibi, / Günlerin sonu hep pişmanlık getirir. / Yosun tutar umudun nazlı dibi, / İçindeki hevesi başlamadan bitirir. / Anlayamazsın nerde yanlış yaptığını / Elindeki pelteleşmiş anahtar, / Döndürür durmadan kendi sapını; / Ömründe kapanmaz derin girdaplar açar. / (...) / Sen gel bu oyunun kuralını değiştir; / Mutsuzluk ceza değil ehven bir iştir."



Günlüksporcum;

Ormanda, bir yıl daha sona ererken, Ahmet Güntan’ın Ormanların Gümbürtüsü’yle başladık, onunla bitirelim diyorum:

"’Anlamıyorum seni’ diye birine kendimi anlatmak / üzere uzattığım kitap hálá okunmadığı için, / Bir gecenin sonunda anlatılmamak için yaşanmış / şeyleri gönderilmemek üzere yazılmış / bir mektuba koyarak... / Mantıklı olan her şeyin nedenini aradım / Nedenini aramadığım için artık yalnızca ölümü / ve aşkı seviyorum / Konuşma háline gelmeyen şeyleri / Susmalı ve sonra ormanın güzelliğinden söz etmeli: / ’Kış henüz gelmişti, kar tertemiz ve her yer / bembeyazdı’ / Biz de mutluyduk / (...) / Sesi yaralı bir kaplan gibi bağırırken bıraktım / ’Yağmur yağıyor’ dedikçe ’Kış henüz gelmişti, kar tertemiz / ve her yer bembeyazdı’ diyen Hemingway / Ki boks yaparken yazardı / Ya da şöyle söyleyeyim: / Yazarken boks yapardı / Durmadan sesleniyor şimdi bana: / Dünya güzel mi? / Sen soylu musun? / Sevgilin var mı? Mutlu musun? / Eve dönünce kahve, yemekten sonra konyak içiyor musun? / Yoksa hepten mi unuttun şarabın simyasını? / (...) / Yağmur hiç yağmadı ben dünyaya baktığım sürece / Bakır altına dönüşünceye dek hiç de yağmayacak zaten / Kayıtsızım, korkarak ormanların başıma vuran gürültüsünden..."

Hadi umalım ki bu, bu yılın metal yorgunu son yazısı olsun. Önümüzdeki günlerde hafiflemiş ve neşeli muhabbetlerde buluşabilmek dileğiyle, cümlemize rengáhenk gökkuşakları dilerim...
Yazının Devamını Oku

Düş ile gerçek arasında bir yerlerde

23 Aralık 2006
Proje áleminde neler oluyor; azzz sonra geyiği seri no binyüzmilyonbilmemkaç: Athena da meselá bir proje stüdyosu kurdu. Pasaj Müzik ve Athena grubu tarafından yürütülen oluşum, merchandising, video ve konserleri için gelen teklifleri atölye ortamında değerlendiriyor.

Athena resmi sitesinden ve sinema ile ilişkili web sitelerinden duyurulan projenin ilk çağrısı olarak, İT albümünün (Çıkış şarkısı Köpek, Nirvana’nın Breed isimli şarkısının Türkçe sözlü cover’ıydı bildiğiniz üzre; Kurt Cobain’in ruhu şad olsun.) (Bu arada Kurt Cobain öldüğünde ağladığını bildiğiniz Orhan Gencebay da bu aralar hayatının ilk klibini çekiyor málûmunuz. Klipte başrolü eşi Sevim Emre ile paylaşacak olduğunun haberini de okumuşsunuzdur. Şaşırtıcı olmamakla birlikte yine de ilginç bir gelişme diyelim.) ikinci klibi Kayıp için gelen teklifler değerlendirilmiş.

150’ye yakın proje arasından yapılan değerlendirme sonucu yönetmenliği Gökçe Pehlivanoğlu, animasyon bölümü Candaş Şişman tarafından üstlenilen, hikáyenin ana karakteri Müjdat Gezen Sanat Merkezi öğrencisi Mustafa Hastarakçı tarafından canlandırılan projede karar kılınmış.

Klipte, "düşleri ile gerçek arasında gidip gelen ve bu döngüde kaybolan bir adamın hikáyesi anlatılıyor"muş. Ki yakışır derim; senenin bu demleri geldi mi döngüde kaybolmak meselesinde naçizane bendeniz de kendimi tabiri caizse bir nev’i kaybolma üstadı addedebilirim...

Ara ki bulasın yani...

Klipte, kurak bir ortamda, artık ona şantiye mi demeli, çöl mü bilemedim; taşlarla kendine "havadar" bir ev yapmış eleman, elindeki sopayla kumda daireler çiziyor. Kenarda beyaz ve temiz çamaşırların asılı olduğu bir bölüm var. (Ki filmlerin değişmez temasıdır bilirsiniz. Bir etrafında dolanan çamaşırcı kadınlar ve yalınayak koşuşturan çocuklar eksik.)

Eleman, kumda daireler yarattıktan sonra tam merkezde elleriyle bir çukur açıyor ve karşısına eski, tahta bir kapı çıkıyor.

Doğrudur, hafif karanlık bir tablo. Gelin görün ki kapının ardındakini göremiyoruz. Neticede uzay boşluğu ve denizin dibe yakın suları da baktığınızda karanlık bir tablo arz eder ama nereye çıktığını bilmediğimiz geniş ötesi bir alandır. Hayal gücüne kalmış artık.

ASLAN GİBİ GENÇLER

Ne kadar istersen, o kadar aydınlık...

Hayatımsı bir bilmece.

Şarkılardan fal tutar gibi diyelim. Şansına çıkan şarkı bir yana, tutarken hayat mı sana söylüyor, sen mi hayata söylüyorsun, bir de o konu vardır ya...

Bazen insana kozmos, tepesinden "Salaaak!" diye bağırır gibi gelir. Oraya dönersin bir omuz, buraya dönersin bir dirsek...

Soru neydi, ben kimdim, bilmem ne...

Orandan burandan çekiştirir...

Yalnız başına yolunu bulman gerekir.

Can sıkıntısının, sarkazmın, sinizmin sebebi nedir:

Franny ve Zooey’de Zooey’nin demiş olduğu üzere: "Tanıdığım ve sevdiğim herkes ya ölü ya da telefonla ulaşılamıyor vaziyette."

Athena da diyor ya: "Kayboldum sanki yine / Gören var mı? / Her şey bomboş ve yine kimse yok. / Nerelerden gitsem bilen var mı? / Odamda yalnızı yine cevap veren yok. / İtiraf et, itiraf et kendine / Sadece son bir kez daha yalan söyle / Çamurdan üstüm başım sade / Kaybettim kendimi yine, yine / Kaybettim aklımı bana müsaade / Orda biri var arkası dönük / Sanki kör olmuş ateşe küskün / O senin gibi, senle ben gibi / Arayıp ağlayan o kayıp ruh gibi / İtiraf et, itiraf et kendine / Sadece son bir kez daha yalan söyle..."

Olsun varsın di mi ama?

Değil mi ki meselá Gökçe Pehlivanoğlu 1984 doğumlu, Candaş Şişman 1985...

Bunların projelerini değerlendirenler de Athena üyeleri; genç dimağlar yani...

Buyrun işte: Onca bastırılmışlıklarına rağmen gençlerden aslan gibi iş çıkıyor...

Rağmen: Yürü be Türkiye’nin geleceğe bakan aydınlık yüzü demek isterim. Şimdi sessizce dağılalım mümkünse... 2007 zor bir yıl ve yol olacak; gidip umudun saçlarına taç takmak niyetindeyim. Bak şimdi yine hislendim...
Yazının Devamını Oku

Kimbülür

22 Aralık 2006
Canım;Bu aralar yine gerizekálı bir çocuk gibi hissediyorum. Bizim hikáyemiz de bu olsa gerek. Elif’le konuştum az önce; canı sıkkın yine...

Ne ben sordum, ne o söyledi: "N’abersin?" dedim.

"Yaaani..." dedi.

Hayatımda yaniden daha daha anlamlı az sözcük biliyorum: Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Dil Sözlüğü’nde, şu anlama geliyor:

"Yani bağ. Ar. (-’.) 1 "demek oluyor ki", "şu demek ki", "demek" anlamında açıklama sözü olarak kullanılır. 2 ha. Sözün özeti, kısası, doğrusu. ör. Canımızı sokakta bulmadık yani."

Fatoş geçenlerde bana; "Merak etme; bu can sıkıntısı, senin hayatında sadece bir dakikadır" dedi.

İnanasım var; değil mi ki her Allah’ın günü, bir daha ölmekle, bir daha doğmakla geçiyor.

İnsanın, bir ömürlük bir reenkarnasyona inanası geliyor.

Ama öyle, ama böyle...

Ayfiş der durur ya hani; "Keşke biraz daha ’norm’al çocuklar olsaydınız diye...

Deli olsak gerek; maalesef; norm almak bize gelmiyor; norm almaktan anlayan bir akıl da vardır elbet; gün gelir yine o toparlar.

Bizim kaderimiz de bu herhálde... Hiperaktif depresif çocuk modeli...

Durmaksızın mızmızlanıp avutulmayı bekliyoruz.

Ya da haykırarak soy sop düz gidiyoruz.

Kimseler bilmiyor ki belki de yaranın ta kendisiyiz. Açanlar utansın.

Kimseler bilmiyor ki belki de yarının ya da dünün işte neyse ne; onun ta kendisiyiz. Muslukları açık unuttuysak, açan kapatsın.

Belli ki hayatımız, bir oyundur; bir oyunda geçecek.

Hiperaktif, depresif, gerzek çocuklar gibi...

IQ’su, EQ’su, şusu busu...

Durmadan etrafımızda bir takım küçük anneler, babalar, teyzeler, amcalar, dayılar, halalar yaratan model. Kim yaptıysa o düşünsün.

Biz dağıtıyoruz, onlar topluyor işte...

Gel gör ki sistem böyle kurulmuş sanırım. Birileri bir şeyleri dağıtsın ki toplamak için bir ayrı sistem oluşsun. Arabeskin dibine vurmuş funky caz, araya da distortion gitar... Tepemize durmadan tokmakla vuran davullar... Bass’mışım; orkestra kurarmışım...

Dermişimler, dermişizler; filanlar ve falanlar ve feşmekanlar...

Müzik işte; sen anlamazsan kim anlar...

Bugün işe gelirken hepimiz için iki çakmak aldım.

Biri mavi; cam göbeği-turkuvaz, üzerinde sarı yıldızlar; biri turuncu-mor; üzerinde kelebekler...

Karmançorman; rengáhenk; bizim renkler... Kat içine biraz bordo...

Akvaryumda denizi özleyen bellek yoksunluğundan mustarip bir gerzek balık gibi, bir odanın içine tıkılmış, bu da bizimdir dercesine, bir renk uyumu yaratmaya çalışıyorum.

E, sanal mı sanal... Bir rüzgára kaptırmış, gidiyorum. Hayat utansın. Ki bilirsin, bir tarafıyla, çatlamış ar damarıyla güzeldir. Ahlák, zira, -yine- hayattan; pardon, şarkılardan fal tutar gibi, kime göre, neye göreden ibarettir.

Ben durmuş, öööyle mal gibi, mel mel bakıyorum. Her zamanki hikáyedir: Çalışarak anlamaya, anlamaya çalışarak alışmaya çalışıyorum.

Yahu çocukken dersten kaçardık; yetişkinlik ders çalışmakmış. Özlerken ne düşünüyorduk; hakikaten merak ediyorum.

Çocukluğumuzu özlemek olsa gerek. (Bu da Küçük Ceylan-Emrah ağzı oldu ya; ne denir; elimizden ne gelir: Kimbülüüüür diye ünlemek.)

Di mi? Kimbilir?
Yazının Devamını Oku