Dr. Nüsret Arsel

Ülkemizin yağ sorununa kanola çözümü

29 Ağustos 2009
ÜLKEMİZİN yıllık gereksinimi 1.2-1.5 milyon ton ağırlındadır.

Ülkemizde yağlı tohum üretimi yetersiz olduğu için, her yıl yaklaşık 850-900 bin ton ham ve rafine yağ, 1.4- 1.6 milyon ton civarında da yağlı tohum ithalatı yapmaktadır.

Bu yağ açığımızın kapatılabilmesi için, 1980’li yıllardan beri uğraşırım. O dönemdeki Tarım ve Orman Bakanımız Sayın Prof. Dr. Şabahattin Özbek Bey’in de desteği ile, pek çok toplantı, seminer ve kongrelere katılıp, Soya ve Kanola üretiminin önemini ve bu konuda ülkemizdeki mevcut potansiyeli anlatmıştım. Yine o dönemde çeşitli yazılar ve makalelerle konuyu gündemde tutmaya özen göstermiştir.

Ülkemizde 1960’lı yıllarda getirilmiş olan Kolza bitkisi özellikle Trakya yöresinde yaygın olarak yetiştirilmeye başlanmış, ancak çiftçilerimizin kendi aldıkları tohumlarda genetik özellikler korunamadığı için, Kolza yağındaki insan sağlığına zararlı olan Erüsik asit ile küspesindeki hayvan sağlığına zararlı olan Glukosinalat oranları yükselmiş, ve nihayet 1979 yılında üretimi yasaklanmıştır.

Kolza’nın Kanada’da ıslahı sonucunda, Erusik asit ve Glukosinalat ihtiva etmeyen bir türü elde edilmiş, adına da, İngilizce “Canadian Oil Low Acid” (düşük asitli Kanada yağı) sözcüklerinin kısaltması olan “Kanola” denmiştir.

Kanola (Brassica napus Kanola Oleifera sp.), kışlık ve yazlık olmak üzere iki yetiştirme dönemine de uygundur ve tanesinde bulunan yüzde 38-50 yağ ve yüzde 16-24 protein ile önemli bir yağ ve yem bitkisidir.

USDA verilerine göre 1981 yılında dünyada 12 milyon hektar alanda yapılan Kanola ekiminden yaklaşık 11 milyon ton ürün alınmıştır. 2009 yılında ise dünyada 55 milyon ton Kanola ürünü hasat edilmiş ve bu üründen 21.5 milyon ton yağ elde edilmiştir.

Kanola son 5-6 yıldır dünyada Soya’dan sonra ikinci yap bitkisi konumuna gelmiştir.

Ülkemizde ise Kanola ekim ve kullanımı yavaş ilerlemektedir. 2000 yılında 82 ha alanda 187 ton üretim yapılırken, 2009 yılında 22 bin ha alanda yaklaşık 60 bin ton ürün alınmıştır. Bu gelişmede, hissedar olduğum Tohum şirketimize yaptığım baskılar neticesinde geliştirilip piyasaya sunulan Hibrit Kanola çeşitleri ile sağlanan verim artışları yanında, Trakya’daki Önder Çiftçi Derneği’nin yaptığı üretim ve ürün alım organizasyonlarının da payı büyüktür. 

Yazının Devamını Oku

İstanbul’da cehennem havası yaşanıyor

24 Şubat 2007
Dünyanın belki de en gözde şehirlerinden, Megacity olarak tanınan güzel İstanbul’umuzun bugün için insan sayısının 14 milyonu bulması, şüphesiz ki üst düzey yöneticiliğimizi büyük ölçüde endişelendirmektedir. İstanbul başta olmak üzere, İzmir, Ankara, Bursa, Antalya gibi şehirlerimizde de her yıl süratle artmakta olan bu insan ve araç akımını mümkün olan en kısa zamanda bir düzene sokmak diğer bir tabirle disiplin altına almak bütün yöneticiler için bir zaruret olduğu şüphesizdir.

21-12-2001 ve 17-01-2005 tarihlerinde Hürriyet Gazetesi’nde iç göç konusuna da değinen iki yazı yazmıştım. Ne yazık ki üstünde durulma ihtiyacı hissedilmedi. Bugün yeniden aynı konuya bir defa daha değinmeyi yerinde ve zaruri görüyorum. Yıllar öncesi bir cennet gibi yaşanan İstanbul, maalesef bugün adeta umursanmaz bir şehir durumuna düşmüş ve burada bir cehennem havası yaşanır hale gelmiştir. Bir taraftan Türkiye’mizi gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarma çabası, diğer taraftan da Avrupa Birliği’ne girme gayreti gösterilirken bizler bir türlü bu gibi sorunlarımızı halledememenin üzüntüsü içindeyiz.

İki dünya savaşı geçirmiş Almanya başta olmak üzere, diğer demokratik Avrupa ülkeleri iç göçler problemini yıllar önce çözmesine rağmen, ne yazık ki bizler bu örneği bir türlü uygulayamadık. Doğu bölgelerimizin, alt yapı noksanlığı gibi engeller nedeniyle, yeterli yatırımların yapılmasına elverili hale getirilmemiş bulunması söz konusu iç göçlerin büyük merkezlere doğru olmasının en önemli nedenlerini oluşturmaktadır. Büyük şehir imkanlarına sahip olarak yaşamak her vatandaşın en yasal hakkı olduğu şüphesizdir. Ancak bizler de bir Avrupa ülkesi gibi söz konusu göçleri bir düzene sokmamızın zamanı gelmiş ve hatta büyük ölçüde geçmiştir. Ne yazık ki yöneticilerimiz bugüne kadar özellikle büyük şehirlerimiz için doğru dürüst bir şehir planı yapmamış, yapılmış olanları dahi kendi görüşlerine göre devamlı bir değişikliğe tabi tutmuşlardır.

Sizlere kısaca Almanya örneğini vereceğim; belki de yaklaşık 70 yıldan beri Almanya’da kayıt altına girme (Anmeldung) ve kayıt sildirme (Abmeldung) isimleri verilen bir uygulama mevcuttur. Uygulama şöyle yapılır. Örneğin, Münih’te oturan bir şahıs vaya aile Frankfurt’a yerleşmeyi istiyorsa, bu takdirde aşağıdaki şekilde hareket eder.

1) Frankfurt’ta oturacağı evin -kirada ise- kira kontratını veya -satın almış ise- tapusunu,

2) Çalıştığı yerden, devamlı işi olduğuna dair alacağı bir belgeyi,

Münih’teki muhtarlık veya emniyet kuruluşuna göstererek oradaki mevcut kaydını sildirir ve bu belgeyi de diğerlerine ekleyerek Frankfurt’taki yeni ikametgahının bağlı bulunduğu muhtarlık veya ilgili daireye kaydını yaptırarak oradan ikametgah tezkeresi alır. Bu suretle çifte ikametgah olayı önlenmiş olur. Bu suretle de İstanbul’un taşı toprağı altındır deyip herkesin istediği gibi bavulunu, yatağını, yorganını otobüse atıp istediği zaman istediği gibi elini kolunu sallayarak İstanbul’a veya diğer büyük şehirlere yerleşmesi söz konusu olamaz ve bu suretle göçler bir disiplin altına alınmış olabilir diye düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku