Ali Atıf Bir

Medyayı reklamla adam edersek

6 Haziran 2006
Vatan’da Yavuz Semerci iş dünyasına yönelik bir çağrı yaptı ve "Gençlere ölümü, öldürmeyi sıradan bir olay gibi gösteren dizilere reklam vermeyin" dedi. Bu öneri iyi niyetli bir öneri. Sevgili Semerci’nin yazdığına göre de işadamlarından ilk başta oldukça destek görmüş.

Koç Holding’in yanı sıra Eczacıbaşı, Anadolu Endüstri Holding, Zorlu Holding, P&G, Fortis Bank da şiddeti, mafyayı, yasadışılığı özendiren yapımlara reklam vermeyeceklerini açıklamış.

Aynı öneri TÜSİAD’ın gündeminde de gelmiş ve ciddi ilgi uyandırmış.

İşadamları şiddet içeren televizyona zaman içinde hep karşı oldular.

Bu niyetlerini de Reklamverenler Derneği aracılığı ile televizyon kanallarına ilettiler.

Hatta 10 yıl kadar önce Reklamverenler Derneği bu işi sistemli olarak ele aldı.

Televizyonlara yaptırdığı şiddet araştırmasını sunarak şiddet içeren programları aza indirmeye uğraştı.

Eğer "Şiddet içeren yayın yaparsanız reklam vermem" diye de aba altından sopa gösterdi. Televizyon kanalları bir süre reklamverenlere destek verdi.

Sonra hafiften "Yayın politikamıza karıştırmayız" sesleri yükseldi. Bir süre sonra da her şey eski hamam eski tas yayına dönüldü.

Reklamveren de medya planlamasının dayanılmaz ağırlığı altında ezilerek işi "şu programa reklam veririm, şuna vermem"e getiremedi.

Getiremez de. Neden?

Çünkü ne derseniz deyin iş medya planlamasının günlük mühendisliğine gelince; "Efendim şu programa girmezsek istediğimiz sürede etkin ulaşım seviyesini tutturmamız zor" ifadesiyle karşılaşırsınız.

İşadamı bir yandan sosyal sorumluluk bilinciyle davranmak istese de günün sonunda rekabet şartları ve önüne konan rasyonellerle, kozunu, kısa yoldan, en doğru sonucu veren medya planlamasından yana kullanır.

Anlayacağınız televizyonları "reklam vermem" diye korkutarak yola getirmeye çalışmak pratikte işlemez. Kuramsal olarak da benim itirazlarım var.

Televizyonları düzeltmek için onları "reklamsızlıkla" korkutmak reklam kurumuna haksızlık.

Reklam hiçbir nedenle "korkutucu" bir öğe olmamalı..

Bugün televizyonlara reklamla çekidüzen vermeye kalkan işadamı yarın reklamla gazetelere, radyoya, internete de çekidüzen vermeye kalkarsa ne yapacağız?

Ya köşe yazarlarını ve genel yayın yönetmenlerini de "reklam vermeyiz" diye tehdit ederse?

"Aynı şey mi" demeyin...

Bir kere reklam "öcü" olarak görevini yaparsa niye "öcü" olarak çalıştırılmaya devam etmesin? Peki çözüm?

Önce televizyonlara frekans tahsisi, televizyon sayısının sınırlandırılması gerek. Bir avuç reklam bu kadar çok televizyonun neyine yetsin.

Sonra tabii ki özdenetim. Tabii ki eğitim. Baktık o da olmuyor yasalar değişecek. Kendilerini düzenleyemeyeni düzenleyecekler...

Serdar Ortaç’ın ’Sor’u iyi

Serdar Ortaç’ın bir önceki albümünü "kendini tekrar ediyor" diye eleştirmiştim. Dün gece yeni çıkan albümü "Mesafe"yi dinledim.

"Sor" isimli şarkı Alfredo Panebianco’ya besteletilince Ortaç tekdüzelikten kurtulmuş. Ortaç’ın kurtuluşu bu tür yenilikler yapmasında. Ortaç’ın dikkate değer diğer şarkıları Mesafe ve Yürek Haini. Diğerlerinin çoğunda ise yine bildiğimiz Serdar Ortaç tarzı devam ediyor.

Ortaç’ın albümünü birlikte dinlediğim arkadaşım bir an gaza geldi ve "Böyle yapıyorlar sonra da korsana kızıyorlar. Bir iki iyi şarkı için kim niye albüm alsın" dedi.

"Olur mu öyle şey, albümlerde iyi şarkı sayısı az diye korsan haklı gösterilir mi" diye anında yanıt verdim ama ben mi haklıyım yoksa arkadaşım mı, emin olun, bundan çok emin değilim.
Yazının Devamını Oku

Erkek denen yaratık

5 Haziran 2006
DİN sömürüsü, türban dayatması, dinci gazetelerin ikna taktikleri konularına girdim mi aldığım e-postaların içeriği "Şerefsiz satılmış sen önce kendi gazetene bak"la "Aslan hoca bunları yazabilen birkaç kalem kaldınız vatan sana minnettar" arasında değişiyor. Geçtiğimiz perşembe saat beş sularında santralden bağlattılar. Bir okur "laiklik" konusunda konuşacakmış, aldım elime telefonu, karşımda genç bir erkek sesi: "Bir daha Müslümanlar aleyhinde yazarsan ölürsün" dedi ve kapattı. Sekreterim bu konuşmaya şahit.

İlginç değil mi? Önyargının sınırsızlığına bakın. Adam yazdığım halde inandığıma, Müslümanlığımı sevdiğime inanmıyor. Eleştiriyorsan kendine ölümlerden ölüm beğen Onun kafasında tek Müslüman var. Onun gibi düşünen, onun gibi giyinen tek tip Arabik Müslüman! Sorun da bu. (Geçen din pazarlaması yazımda bir konuyu unutmuşum, /images/100/0x0/55ea2766f018fbb8f86e8565dinsiz okurlarımdan eleştiri aldım. Tabii ki bir dine bağlı olmayı "a priori" kabul etmiyorum. Dinsizlere de saygım duyarım, her dinin kendini pazarlama hakkı varsa, onların da dinsizliği yayma hakkına sahip çıkarım). Eleştirisini nazik bir şekilde ifade eden dindar okurlarımda yok değil. Bakın 17 yaşındaki Yasin ne diyor: "Öncelikle inanç özgürlüğü ilkesini özümseyerek ben de kadınların kapanmasını istiyorum. Açıkçası. Dünya’da 5 milyon annesiz babasız çocuk var. Kimi sokaklarda sürünüyor. Kimi çocuk esirgeme kurumlarında sürünüyor. Birçoğu işkence görüyor ve tecavüze uğruyor. Niye? Nikahsız ilişkiler yüzünden. İki insan birkaç günlük berberlikten sonra 30 dakikalık bir zevki için cinsel ilişkiye giriyorlar. Ve kadın çocuğuna kıyamıyor, doğuruyor. Erkek evlilikten koşar adım kaçıyor. Kadın da çoçuğu terk ediyor. Ali Bey. Erkek denilen yaratık o kadar hassas ki bir bayanın tırnaklarını görse tahrik oluyor. Bunu sonucunda tecavüzler meydana geliyor. Beyoğlu’nda gezen bekar bir adam düşünün. Bir kadını görse kadının giydiği /images/100/0x0/55ea2766f018fbb8f86e8567elbisesinden vücut hatlarından tahrik oluyor. Bu kadını takip ediyor ve ıssız bir yerde tecavüz ediyor. Böyle binlerce örnek var. İslam dini bu yüzden örtünmeyi emrediyor. Tecavüzler olmasın, zinalar olmasın diye böyle ince bir kural var. Ben de bu kural uygulanırsa hoşnut olurum. Ama şeriat derseniz şeriata düşmanlık konusunda ilk saflarda beni görürsünüz. Ayrıca da sizi seviyorum. "

Yasin tehdit etmeden, saldırmadan, küfretmeden görüşlerini yazmış. Medeniyet bu. Ben de yanı şekilde karşı görüşümü yazarım olur biter. İşte yazıyorum. Din bilgini değilim. Kadının örtünmesiyle ilgili ayet din bilginleri arasında bile tartışmalı olduğunu okudum, öğrendim. Ben islami kuralların günün şartlarına göre esnetilmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin hangi "tahrik" ten söz ediyoruz? Türbanlı kızlar artık herkesin içinde sevgilileriyle elele oturuu, üstelik öpüşüyorlar mı? Eğer sorun tahrikse, ortalıktaki babasız bebelerse kadını niye görev yüklüyoruz? Günün şartlarına göre aklımızla, bilimle çözüm bulmalım. Erkekler vazektomi" yöntemiyle kısırlaştırılsın olsun bitsin..

İslam dini özünde kadına değer veren bir dindir. Sorun kadında değil erkekte. Erkekler onları kullanıp iktidarlarını sürdürmeye çalışıyor. Hiçbir kadının "Öleceksin" diye tehdit telefonu edeceğini sanmıyorum. Gelin önce erkekleri islah edelim.

Kadın dirençli, kazanan türban markaları!

TÜRKİYE’de toplumun bazı sosyal ve siyasal göstergelerinin nasıl bir seyir izlediği konusunda "trend" belirleyici araştırmalar ne yazık ki parmakla sayılacak kadar az. Bunlardan en önemlisi 1993’den bu yana TNS Piar’ın üç bazen dört yılda bir yaptığı Türkiye Profili araştırması..

Böyle önemli bir "trend" araştırmasının kapış kapış gitmesi, hem özellerin hem devlet kurumlarının Türkiye "trendlerini" merak etmesi beklenir değil mi? Nerdeeeee...

TNS Piar her araştırma döneminde profil araştırmasına destek kurum bulmakta zorlanır, yapayım mı yapmayım mı diye iki üç kere düşünür, neyseki başında Ayşıl And gibi yılların araştırmacısı, deneyimli, cesur bir genel müdür var da, her dönemde Türkiye (tabii ki ben de) bu araştırma verilerinin sürekliliğinden mahrum kalmaz.

Geçen hafta TNS Piar’ın 2005’in Aralık ayında yeni bir Türkiye profili bitirdiğini öğrendim. İlk sorum "Türban ne seyir izlemiş?" oldu. İkinci sorum ise "Ya bıyıklı erkek sayısı?"

Bu hafta gelin 2001 yılı ile 2005 yılı arasında "Dışarı çıkarken Başını Örter misiniz?" "Örterseniz nasıl?" sorularına verilen yanıtları karşılaştıralım.

Belirtelim ki Profil araştırmasında her dönemde, 15 yaş üstü, Türkiye kır-kent temsili yaklaşık 2000 kişiye, aynı yöntemle ulaşılıyor.

Genel sonuçlara baktığımızda 2005 yılında, 2001 yılına göre dışarı çıkarken hiç başını örtmeyen kadın sayısında % 33.9’dan % 34.6’ya 0.7’lik bir artış var.

Sonuçlar yaşa göre incelendiğinde ise farklı bir tablo ortaya çıkıyor. 2001 yılında 15-17 yaş aralığında "Hiç Örtünmüyorum" diyenlerin oranı % 49,5’tan % 68.8’e çıkarken, diğer yaş gruplarında da dışarı çıkarken örtünmeme eğilimi artıyor.

Dışarı çıkarken başın örtünme şekline gelince. Genelde Eşarp takanlarda 3.9 Türban takanlarda ise 1.7 puanlık bir azalma var.

"Örtünme türü" sonuçlarını yaşa göre incelediğimizde ise durum ilginç! 15-17 yaş grubunda türbanda % 10’dan % 7’ye 3 puanlık, 18-24 yaş grubunda ise 11.3’ten 10.0’a 1.3 düşüş var.

25-34 yaşları arasında ise türbanda 14.6’dan 16.1’e 1.5, 35-44 yaş grubunda ise 13.5, 15.6’ya 2.1 puanlık artışlar var. Bu artışların evlenme nedeniyle "dini bütün" kocaya itaat ya da Yasin’in dediği gibi onu hoşnut etme davranışının ürünü olma olasılığı yüksek. Aynı yaş gruplarında 2001’den 2005’e eşarp takanlar kadın sayısında azalış bu tezi destekliyor.

Sonuçlar gösteriyor ki Türkiye kadını "özgürleştiriyoruz" adı altında din aracılığıyla denetim altında tutmaya çalışanlara iyi direniyor. Gençler daha az örtünüyor, eşarplılar modernleşiyor, kapananlar türbana yöneliyor.

Özeti, AKP’nin niye Türkiye’yi kucaklamadığı ortada. Çünkü çok "niş" bir pazara nokta atışı yapıyor. Oy tabanını genişletme uğruna Türkiye’yi gereksiz yere bölüyor. Kadın direniyor, kaybeden gerilimi tırmanan Türkiye! Kazanan ise Türban markaları.

Çekirgelik

Önyargı zamandan büyük tasarruf sağlar. Onun sayesinde gerçeklere ulaşmadan kısa sürede görüşlerini biçimlendirirsin!

(E. B. White)
Yazının Devamını Oku

Reklam kuş gribini yendi

4 Haziran 2006
GEÇEN hafta çok çalıştım. Reklam yatırımlarında sürekliliğin ne kadar olduğunu size bir kez daha anlatmak için birçok veriyi bir araya getirdim. Şimdi biraz geriye gidelim... 8 Ekim 2005’e... Yani kuş gribinin Türkiye’ye korku saldığı günlere. Öyle korktuk öyle korktuk ki, şüphe içinde tavuğa elimiz gitmez oldu. Beyaz et sektörünü bir süre şoka soktuk.

Neyse ki beyaz et üreticileri ekimden kısa bir süre önce yaşadıkları antibiyotik krizi nedeniyle "Sağlıklı Tavuk Bilgi Platformu" adıyla örgütlenmişlerdi de kriz iletişimine vakit geçirmeden başladılar. Doğru ve zamanında bilgilendirme yaptılar. Uğur Dündar’ın "kefaleti" çok başarılı bir sosyal reklam kampanyası örneği olarak reklamcılık tarihimizde altın harflerle yerini aldı...

Yıllardır açık piliç satmakta ısrarcı çoğu firma yükselen markalı tavuk pazarından pay almak için ciddi bir reklam savaşına girdiler... Gelin sonuçlara bakalım.

HTP’nin yapmış olduğu Hane Tüketim Paneli (HTP) Araştırması’nın sonuçlarına göre Ekim 2005’te yüzde 17’lerde olan markalı tavuk pazarı, Mart 2005’te yüzde 40’a çıkıyor. Bu bir rekor.

Yine HTP’nin araştırma sonuçlarına göre kriz döneminde markalı tüketimden en fazla payı Banvit almış görünüyor. Banvit’in kriz öncesinde yüzde 4.4 olan pazar payı Şubat 2006’da yüzde 15.7’ye kadar çıkmış... Neden acaba?

Bu kez gidip Bileşim A.Ş’de tavukçuların son beş yılda yaptığı reklam yatırımlarına bakalım. Bileşim’in rakamları brüt rakamlar ama yine de bir eğilimi çok rahat gösteriyor.

2000’den bu yana markasına sürekli ve en çok yatırım yapan kim? Banvit... Gördüğünüz gibi diğer markalar can havliyle reklama yüklenseler de marka olmanın avantajından en fazla yararlanan da Banvit.

Buradan ne sonuç çıkarıyoruz? Marka olmak sürekli iletişim işi. Tüketicinin karnından reklamı sırtından medyayı eksik eden gün geliyor, rekabet azınca, krize yakalanınca bunun cezasını çok ağır ödüyor.

Bu sonuç markalara, marka olmak isteyenlere hatta siyasetçilere bile ders olsun. İletişim işinde "mış gibi" yapmanın bedeli büyük. "Mış gibi" yapmayın gerçekten işletişim kurun.

A La Turca’yı zorladım, anlamadım

MERAK
etmeyin A la Turca Keyf reklamını anlayınca yorumlayacağım. Hatta neyin reklamı olduğunu anlayınca bile yorumlayabilirim. Sanırım ikinci bir Shubuo olayı ile karşı karşıyayız. Belki de durum Shubodan da vahim. Orada ürün de gerçekten sorunlu idi. Burada ortada ürün var ama yaratıcılık adına televizyon reklam öyle bir kasılmış ki ne dediği, "niye hangi ürünü" almamız konusu ciddi unutulmuş.

Neyseki dün açıklayıcı bir gazete reklamı vardı da biraz biraz bir şeyler kıpırdanmaya başladı. Galiba ortada çay yanı bisküvi türü bir şey var. O kadar zorlamaya anladığım bu. Zorluyorum, çünkü yazmak zorundayım. Bir de kendinizi düşünün! O kadar işin gücün arasında bir reklam için niye benim kadar düşünesiniz. Yeni kuşak reklamcılar mesajları anlamak için tüketicinin ne kadar az zamanı olduğunu bir anlasalar. Ah bir anlasalar.

Tarım Bakanlığı’ndan gıda etiketi devrimi

TARIM ve Köy İşleri Bakanlığı Ulusal Gıda Kodeksi Komisyonu devrim niteliğinde bir tebliğe imza atarak gıda etiketlerinde sağlığa yönelik ifadelerin yer almasını onayladı.

Yeni tebliğe göre gıda etiketlerinde bundan sonra şu ifadelere yer verilebilecek:

Düşük kolesterol kalp ve damar sağlığına yardımcı olur.

Beynin normal gelişimi ile göz ve sinir sisteminin gelişimine yardımcı olur. (Omega 3 içerenler)

Kalsiyum kemik sağlığının korunmasına yardımcı olur.

Probiyotik bakteriler sindirim sitemini düzenlemeye ve bağışıklık sistemini düzenlemeye ve bağışıklık sistemini desteklemeye yardımcı olur.

Şeker alkoller diş sağlığının korunmasına yardımcı olur.

Soya proteini kolesterol ürününü düşürmeye yardımcı olur.

Tebliğ Başbakanlıkta... İşlevsel gıdalar 2005 yılında dünyada 50 milyar dolarlık bir pazara ulaşmıştı. Tebliğ yürürlüğe girer girmez Türkiye’de işlevsel yiyecek içecek dönemi canlanacak. Türkiye’yi dünyadaki bu gelişimin dışında tutmak hem tüketiciye hem üreticiye haksızlıktı. Tebliği çıkaranları kutlarım.

Hayırlısı neyse

DAHA
önce sözünü ettiğim Philip Kotler ve Nancy Lee’nin yazdıkları Kurumsal Sosyal Sorumluluk kitabı, Medicat tarafından Türkçe’ye çevrildi. Kurumsal Sosyal Sorumluluk yatırımlarını daha iyi öğrenmek ve yönetmek isteyen herkesin üstadın önce kısa bir teorik çatı çizdiği sonra çok sayıda örnekle süslediği bu kitabı okuması şart. Öyle kötü "kurumsal hayır" projeleri görüyorum ki, uygulanmasalar kesin markalar için daha hayırlı olur.

Bir de tabii ki "sosyal sorumluluk" nedir önce onu bir tartışsak çok iyi olmaz mı? Örneğin tarihi bir mekanı mesken tutan birine bayilik verirken bayinin tüpleriyle çevreye yaptığı görsel katkıları gözden geçirmek de bir bakıma sosyal sorumluluk olarak algılanabilir mi? Bakınız Galata Kulesi kenarındaki tüpçüler.

Kuş gribi tehlikesine rağmen Carrefour hálá açık tavuk satmaya devam ediyor. Yasalar ambalajsız tavuk satışını yasaklıyor. 13 ve 15 Nisan’da Tarım İl Müdürlüğü elemanları İçerenköy’deki Carrefour’a gidip ambalaj kanuna muhalefetten ceza kesiyorlar, Carrefour’un kesimhanesini kapatıyorlar, cezalar uygulanmak üzere Valilikte... Carrefour ise bildiğini okuyor. Hem de kendi evi Fransa’da çok güzel sosyal sorumluluk projelerine imza atmışken..

Ne dersiniz? Kurumsal Sosyal Sorumluluk’un neresindeyiz bir tartışalım mı?

(*) P. Kotler ve Nancy Lee, Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Mediacat, 2006.

Not: Örnekler çoğaltılabilir. Sakın yanlış anlamayın ki burada hedef fotoğraftaki markalar! Sadece örnek veriyorum. Bu konuda başka markalarla da ilgili o kadar çok örnek verebiliriz ki!

Aytaç panayırı

AYTAÇ
’ın ünlüye tutunarak "marka olma" çabaları sürüyor. Önce Yılmaz Erdoğan, sonra Demet Akbağ, şimdi de Beyaz.

Beyaz’lı reklam bugüne kadar Aytaç’ın yaptığı "en izlenir" reklamlardan biri. "Hayat panayırdır" konsepti Beyaz’ın lunapark maceraları ile birleşince ortaya eli yüzü düzgün, izlenir, markaya kısmen değer katan bir film ortaya çıkmış.

Aytaç’ın sürekli iletişim çabasını saygı ile karşılıyorum. Sorunun reklamda olmadığı çok açık ama... Sorun doğru bir segmentasyon ve pozisyonlama çalışması yapılmadan "söz" söylemeye çalışmakta... Önce bir Aytaç’ın "özü"nü bulabilsek... Sonrası çorap söküğü gibi gelecek gibi duruyor. Bilmem anlatabildim mi?

Çekirgelik

Hiçbir önyargım yoktur. Herkesten aynı seviyede nefret ederim.

(V.C.Fields)
Yazının Devamını Oku

Robinson cennet demiştik

2 Haziran 2006
Geçen hafta Robinson Maris’ten söz etmiştim, yarım kalmıştı. Önce Robinson’da iki kişilik aile hamamı muhabbetinden başlayalım. Hamam küçük falan ama (ki gelecek yıl yenileniyormuş), Yücel ve Arzu’nun paralel kurguyla yapmış oldukları "aile tipi hamam masajı" acayip dinlendiriyor. Bir de peşinden Tai masajı aldınız mı, bütün gün eritme peyniri gibi ortalarda dolaşıyorsunuz. Kaçırmamak lazım.

Yabancı damat Ahim (Joachim)’in, (kendisi geçen hafta sözünü ettiğim gibi aşçımız oluyor) yabancı damatlığı takdir edersiniz ki "İzmir’in kızları güzeldir" oltasına takılmasından kaynaklanıyor. Hanım, çocuklarla İzmir’de, o Marmaris’te özleminden yanık hasret şarkıları söyler halde!

Şaka yapmıyorum. Son gün kahvaltıya indiğimde Ahim, Alman müşterilerden birine hem omlet yapıyor, hem de yüksek sesle Gülşen’in "Çıra gibi yanıyorum Off Off" şarkısını söylüyordu. Ahim’in hoşgörüsü, Türkiye’ye yönelik esprileri müthiş, tabii ki yemekleri de. Onun eli değince, Robinson’un yiyecek işi sanayi tipi otellerde görülmeyecek kadar özenli ve lezzetli hale gelmiş.

Robinson Maris’te üç gün kalıp, katamaran kaptanlığı lisansı almanız da mümkün. Hem de ilgili Alman yelken federasyonundan (Yanıltmayayım ama sanırım ederi 180 Euro falandı). Lisansı aldınız mı da, ver elini Akdeniz’in, Ege’nin tuzlu suları. Kendi mavi yolculuğunu kendin yap. Üstelik dünyanın neresine gitseniz Robinsonlar’da katamaran bedavaymış. Kafaya kesin koydum, alacağım bu lisansı. Yakında katamaran maceralarım tam burada, bu köşede.

"Çalışan demokrasisi"ne gelirsek. Böyle bir şeyi Robinson’dan başka yerde görmedim. Beyaz ve mavi yakalı olarak isimlendirilen otel çalışanları, otel müşterisi gibi otelin restoranlarından faydalanabiliyor. İki saat önce masaj yapan görevli, bir bakmışsın karşı masada sana "cheers!" yapıyor. Tüm çalışanlar müşterilerle içli dışlı.

Yazının Devamını Oku

Günay Hamamı

2 Haziran 2006
Günay’a vardığımda saat 23.00’e doğru geliyordu. "Yerime geçtim oturdum, ve program başladı sanıyorsunuz" değil mi? Hayır önce terlemeye başladım. Ne kalabalık, ne kalabalık... O kalabalıkla, sahne ışıkları birleşince de ortaya çıkan tam bir Günay Hamamı! Bugünün teknolojisinde, bugünün fiyatlarıyla Günay kadar bir yeri havalandırmanın maliyeti ne ola ki... Niye yalan söyleyeyim biraz garipsedim. Hatta çok garipsedim.

Önce Aşkın Nur Yengi sahneye çıktı. Yeşil-siyah kostümü ile sahneyi şöyle bir doldurdu. Bir iki şarkı söyledikten sonra Emre Altuğ her zamanki sevimliliği ile Aşkın’ın yanına geldi, birlikte bir iki şarkı daha söylediler ve sahne Aşkın Nur Yengi’ye kaldı.

Burada biraz hayal kırıklığı yaşadım çünkü nedense sanıyordum ki Aşkın-Emre ikilisi bütün gece birlikte şarkı söyleyecekler. "Olur mu" diyorsunuz değil?

Olmuyormuş benimki de saflık işte.

Aşkın Nur bir saate yakın sahnede kaldı. Çok güzel bir performans gösterdi. Neredeyse eski yeni tüm şarkılarını söyledi, oynak türkülerle salonu çoşturup ter katsayısını şöyle bir ikiye katladı. Ajda Pekkan’dan da bir iki şarkı okumayı ihmal etmedi...

Bir saat boyunca ben dahil herkesin gözü beş dakika aralıklarla salonu taramadan edemedi. İç konuşmalar hamamın göbektaşına çarpıp yankılanıyor gibiydi: "Nerede bu Haluk Bilginer, niye gelmemiş! Yahu gazete yazdı gördüm geliyordu. Ben mi göremiyorum acaba... Yok yok gelmemiş..."

Daha sonra sahneye Emre Altuğ geldi. Salondaki profile baktığımda Emre’nin o gece biraz "genç işi" kaldığını düşünüyorum. Emre her zamanki gibi samimiydi, rahattı, yakışıklıydı. En güzel şarkılarını büyük bir içtenlikle söyledi.

Gitarını kaptı, gitar eşliğinde hamamı şöyle bir salladı. Ama sanki salondaki kitleyle elektriği tam tutmadı gibi...

O gece bir kere daha şahit oldum. Emre Altuğ’da çok büyük bir potansiyel var. Eğer doğru şarkıları seçer, sesini biraz daha öne çıkarırsa, kendini doğru yönetirse Emre çok daha büyük bir star olur. Aha buraya yazıyorum.

Gece yarısı ikiye doğru beklenen an geldi. Saz heyeti sahnede yerini aldı. Aşkın Nur Yengi ve Emre Altuğ sahnenin önünde yerlerini aldılar. İzleyicilerden de isteyenlerin sahnenin önüne gelip katılabileceklerini söylediler. Anında sahnenin önü sandalyelerle doldu ve fasıl başladı...

"Biz Heybelide... Yar saçların lüle lüle..." derken bir de baktık sahnenin önündeki fasıl meraklılarından biri Emre Altuğ’un mikrofonunu kaptı, vermiyor. Kadın kendinden geçti... Sanki karşımızda sarışın bir Aşkın Nur Yengi var. Emre kaş yapıyor, kadın mikrofonu vermiyor, göz yapıyor, vermiyor.

Neredeyse yarım saat mikrofon amatör fasıl meraklısında kaldı. Emre baktı başa çıkamıyor, kendine mikrofon getirtti, kadını programıyla baş başa bıraktı.

Tam kese kıvamına gelmiştim ki "Artık gideyim" dedim.

Boğucu sıcağa rağmen çok hoş bir gece oldu.

Daha doğrusu çok iyi bir hamam sefası...

Yaşatanlara tebrikler.

Yanlış işler

Cumartesi Günay’dan sonra Reina’ya bir uğrayayım dedim. Saat gece yarısından sonra üç, aman Allahım ne kalabalık ne kalabalık...

İstanbul göbeğinde böyle bir eğlence bir merkezi olması büyük şans. İstenmeyen ölümler olmuştur, mahkeme suçluyu bulup cezalandıracaktır ama böyle bir eğlence merkezine fırsatını bulmuşken yapılan "baskın" muamelenin sorumlusu kimse iki yakası asla bir araya gelmeyecektir. Bunu bilir bunu söylerim...

Hep de söyleyeceğim. Kim Reina’nın talan edilmesi emrini verdiyse ellerini kafasının arasına alsın "Ben bunu niye yaptım" diye düşünsün. Vicdanen rahatsa sorun yok. Ama rahat olduğunu sanmıyorum. Benim vicdanım sızladığına göre onun ki niye sızlamasın!

Yeri gelmişken...

Gecenin saat üçünde polisin, koca koca ’polis’ yazılı yeleklerle Reina’da ne işi vardı? "Uygulama" falan da olmadığına göre böylesine turistik bir mekanda kapının önünde ’polis’ yelekleriyle bekleşmenin kime ne yararı var!

Hele de içeri girip ortalıkta boy gösterip insanlarda "ne oluyor" duygusu yaratmanın. Çok yanlış işler yapıyoruz çokkk.

Tırtıl

Biseksüel olmak cumartesi geceleri arkadaş bulma olasılığınızı ikiye katlar (Woddy Allen)
Yazının Devamını Oku

Örtülü reklam

29 Mayıs 2006
REKLAM Kurulu’nun "örtülü reklam/gizli" reklam uygulamasını basını da kapsayacak şekilde genişlettiğini öğrenince geçen hafta bu kararı "sansür" diye eleştiren bir yazı yazdım. Reklam Kurulu’na başkanlık eden Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürü Özcan Pektaş dört sayfalık bir yanıt gönderdi, özetliyorum:

"Rutin olarak yürüttüğümüz bilgilendirme çalışmaları çerçevesinde Gazeteniz yetkililerinin daveti üzerine 28.04.2006 tarihinde gazeteniz merkezine gelerek Reklam Kurulu kararları ve yargı kararlarından örnekler verilerek ötülü/gizli reklam konusunda çeşitli bilgiler sunuldu.

"4077 sayılı Kanun örtülü/gizli reklam yapılmasını yasaklamıştır. Bu yasak reklamın yapıldığı ortama (mecraya) bakılmaksızın genel nitelikte bir yasaktır."

"Genel kural böyle olmakla birlikte zaman zaman yayın kuruluşlarında haber vermenin ötesine geçilerek ve yönlendirme yapılarak mal, hizmet, tescilli marka, ticari unvanların belirtilmesi, erişim bilgilerinin verilmesi, görsel olarak veya sözle ifade ederek yahut bunları çağrıştırabilecek imalarla özendirme yapılması, diğer bir anlatımla ortalama okuyucu, izleyici veya dinleyici tarafından reklam olduğu açıkca anlaşılmayacak şekilde tanıtımın yapıldığı görülmektedir."

"Örtülü/gizli reklam yapılması reklamın aldatıcı olup olmadığına bakılmaksızın yasaktır."

"(ilgili yasalarla) açık reklamları dahi yasaklanan sigara ve reçeteyle satılmak zorunda olan ilaçların bu yasağın ihlali anlamına gelecek şekilde ve haber görünümü altında reklamlarının yapılmasına Reklam Kurulu’nun kayıtsız kalması düşünülemez."

"Sayın Bir’in Reklam Kurulu’nun yürüttüğü gizli reklamı haberden ayırma çalışmalarını sansür olarak yorumlaması ve çalışmalardan şahsımnı sorumlu olduğunu belirtmesi ise çok düzeyli bir uslup olarak değerlendirilmemektedir."

"(29 Kişiden oluşan) Kurula başkanlık ettiğim 6 yılı aşkın süre içinde, ilgili kanun ve yönetmeklikte belirlenen kuralların dışına çıkılması veya keyfi olarak değerlendirilecek bir uygulamaya gidilmesi söz konusu değildir. Kurul’da karar alma çoğunluğu kamu kurumları temsilcilerinde bulunur. Bu nedenle Reklam Kurulu’nun iradesini aşacak şekilde dosya hazırlama ve Kurul’un önüne getirmede tartışılmaz üstünlüğümün olduğunun belirtilmesi kabul edilemez bir yaklaşımdır."

Örtülü/gizli reklam kavramı biz Türklerin uydurduğu bir kavram. Yabancı literatürde bu tür reklamlar subliminal (bilinçaltı), hidden (gizlenmiş) ya da product placement (ürün yerleştirme) olarak geçiyor. Bu reklam tanımlarına haftaya devam edeceğim.

Haftaya kadar Özcan Pektaş’a iki soru soralım: 25138 sayılı Ticari Reklam ve İlanlara İlişkin İlkeler ve Uygulama Esaslarına Dair Yönetmelik’te ticari reklam ve ilanın tanımı şöyle deniyor:

"...reklam veren tarafından herhangi bir mecrada yayımlanan pazarlama iletişimi niteliğindeki duyuru" ifade eder.

Ortada reklamverenle ilgili haber arasında bağlantı kuramadığınız bir yerde "sadece fotoğraftaki araçta sigara logosu görünüyor" diye gazeteciye nasıl ceza kesersiniz? Gazetede örtülü reklamın tam tanımını verebilir misiniz yoksa tanımı yok örtülü reklamı görünce mi anlarsınız?

İki. 2005 yılında Kurul’a yapılan 642 başvurudan 103’ü reddedilmiş. Başvuru reddetme sürecini açıklar mısınız?

Hayatın içinde bir cumhurbaşkanı

CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer giderayak Üniversitelere hedef gösterdi: Daha fazla hayatın içinde olun, kapılarınızı halka açın! Çok ama çok doğru bir hedef. Bahçeşehir Üniversitesi (ki bir Vakıf Üniversitesi!) Rektör Süheyl Batum’un Sorbonne Üniversitesi’nden öğrenci iken yakından tanıdığı bir modeli 13 Mayıs 2006’da hayata geçirdi: Toplum Akademisi. Toplum Akademisi mükemmel bir proje. Akademisyenler gönüllü olarak halka açık eğitim seminerleri veriyor. 13 Mayıs’tan bugüne işte verilen seminerler: Tarihte bir Yolculuk: İstanbul (Prof.Dr. İlber Ortaylı), Çocuklarda Özgüven (Uzm.Neylan Özgüven), Türk Edebiyatı (Yard. Doç.Dr. Elif Şafak), Enerji ve Toplum (Prof.Dr.Şenay Yalçın), Göç (Doç.Dr. Ayhan Kaya), Parapsikolojinin Tarihçesi ve Günümüzdeki Yeri (Dr. Tarık Arıkdal).

Yukarıdaki seminerlerin çoğuna 300’den fazla katılım olduÖ Kasabı, manavı, doktoru, balıkçısı, mühendisi, işçisi, memuru arayıp "Ben de gelebilir miyim?" diye soruyor. Program herkese açık, isteyen istediği semineri izliyor. 16 seminerden 12’sine katılana da "Toplum Akademisi Katılım Belgesi" veriliyor.

1 Temmuz’ a kadar sürecek geri kalan seminerler şunlar: Demokrasi (Prof.Dr. İlkay Sunar), Fizik ve Yaşam (Prof. Dr. Ömer Asım Saçlı), Sosyal Dışlanma (Prof.Dr. Fikret Adaman) Kargaşa ve Karmaşa Bilimi:Kaos (Yard. Doç.Dr. Bülent Bilir), Tüketici Hakları (Av. Aydeniz Tuksan), Küreselleşme (Prof.Dr. Fuat Keyman), Genetik çağın Toplumsal Yansımaları (Prof.Dr. Ali Nihat Bozcuk), Avrupa Birliği (Prof.Dr. Işıl Karakaş), Türkiye’de Bankacılık Sistemi (Yılmaz Ertürk), Hukuk Devleti (Prof.Dr. Süheyl Batum).

Şimdi tahmin edin bakalım şimdiden kayıtları neredeyse dolan seminer hangisi? Bildiniz. Kargaşa ve Kargaşa Bilimi: Kaos. Bu kadar çok kargaşanın olduğu bir ülkede kargaşa biliminin ne olduğunu kim merak etmez!

Gördüğünüz gibi Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in üniversitelere gösterdiği hedef karşılığı olan bir hedef. Bilgiye, öğrenmeye aç bir toplum doğru bilgilerle doyurulmayı bekliyor. Doyurmak isteyeni de sahiplenip, kucağına atlıyor. Keşke Ahmet Necdet Sezer görev yaptığı altı yıl içinde daha fazla hayatın içinde olup daha fazla bu tür hedefler gösterebilseydi.

Dünyanın her alanda nereye gittiğini iyi izleyip, stratejik önemi bulunan konularda önderlik etse, hedef verseydi.

Devletçiliği kutsamak yerine devleti vatandaşın hizmetkarı yapıp, özel sektörün önünü açacak bir duruş sergileseydi.

Küresel rekabeti iyi izleyip, küresel rekabet içinde Türkiye’nin ticaretinin daha iyi konumlandırılması için çaba gösterseydi.

Türkiye’nin yurt dışında tanıtımı için Türkiye’yi temsil stratejisi hazırlatsa, her alanda ilişkilerini kullanabilseydi.

Sanata ve sanatçıya daha çok sahip çıksa, toplumu sanatsal etkinliklere yöneltmede rol modeli olsaydı.

Konuşmalarıyla, eylemleriyle Türkiye’ye daha fazla umut ve daha fazla moral aşılayabilseydi.

Yeni Cumhurbaşkanı’ndan beklentim bu: Hem Cumhuriyetin temel ilkelerine sahip çıkan hem de daha fazla hayatın içinde, hedefler koyan bir Cumhurbaşkanı istiyorum.

Çekirgelik

Eğer fırsat penceresi açılırsa perdeyi çekme.

(Tom Peters)
Yazının Devamını Oku

Gazete değil broşür

28 Mayıs 2006
DANIŞTAY’a yapılan saldırı sonrasında "Alparslan Aslan tekbir getirerek ateşledi" iddiasına (ilk üç gün için doğru ya da yanlış olduğu bilinmiyordu) yer vermeyen dinci gazetelere artık "gazete" muamelesi yapmamaya karar verdim. Onlar gazete falan değil... Onlar "İslamcı propaganda" malzemesi... Siz çok sayfalı ikna amaçlı broşürler de diyebilirsiniz..

Ne demek ikna amaçlı broşür? Eğer bilgi, fotoğraf "davaya, cemaate" hizmet ediyorsa (ya da günah değilse) yer alabilir, değilse görmezden gelinebilir. Ya da "davayı, cemaati" kutsayan her türlü yazı, çizi her gün itinayla bir araya getirilebilir.

Yasak mı broşür basmak... Kesinlikle değil. Din pazarlaması, dini propaganda liberal sistemlerde bir hak... ABD’de, Avrupa’da kilise ve dini kuruluşlar Hristiyanlığı yaymak için milyarlarca dolar harcıyorlar. Pazarlamanın tüm araçlarını dinlerini yaymak, dini müşteri yaratmak için kullanıyorlar.

Örnek verelim en son Evangelistler pazarlamanın "Word-of-Mouth" (kulaktan kulağa iletişim) tekniğini kullanarak üyelerini "sadık tüketici" yapmaya çalışan bir model geliştirdiler. Başarıyla da kullanıyorlar..

Madem "din propagandası"gibi meşru bir şeyi yapıyorlar, niye onları "dinci" olarak damgalıyorum değil mi? Üstelik ben de Allah’a inanıyorum, Müslümanlığımı seviyorum. O halde niye? Çünkü bizimkiler samimi değil sinsi. Tek dertleri laik cumhuriyeti ortadan kaldırmak

Bu amaçla yargıya, orduya, YÖK’e, evrensel ilkelerle "gazetecilik" yapmaya çalışan, laik düzeni savunan herkese saldırıyorlar. Onları yazı, çizi, fotoğrafla "çirkin" gösteriyorlar. Toplumu Müslüman ve Müslüman olmayanlar diye ikiye bölüyorlar. Bölme malzemesi olarak da "türbanı" kullanıyorlar. (Örneğin "domuz eti"nin yasaklanmasını da isteyebilirler ama "domuz eti" dışa dönük dayanışmanın bir göstergesi olamayacağı için öyle bir dertleri yok.)

Bu haliyle de onları gazete olarak görüp Basın Kanunu’na göre ceza vermek yanlış! Dediğim gibi, onlar gazete kılığında broşürler. Tabii olmaları gereken kanun da tüketici kanunu, denetlemesi gereken kurul da reklam kurulu! Hatta belki de onlar için özel bir Dini Reklam Kurulu kurmak şart! Yalanlarına, aldatıcı mesajlarına dur diyecek bir kurul... Samimi, gerçek Müslümanları onlardan koruyacak bir kurul...

Fingirdek kadından kadının her haline

MAGNUM’un Türkiye’deki reklam geçmişine bakarsanız Magnum kadınını hafif "fingirdek" olarak görürsünüz. Dondurmaya ulaşmak için dans etmeler, adamı "fermuarın açık" diye kandırıp elinden dondurmayı kapmalar falan..

Yeni sezon Magnum reklamı ise Magnum’un "duyuları harekete geçiren kendini kaybettiren dondurma" marka özünden taviz vermeden kulvar değiştirdi.

Fingirdek kadına değil kadının her haline sesleniyor. Asi, normal, tutkulu, heyecanlı... İster istemez insan ne oldu bu Magnum’un fingirdek kadınına diye sormadan edemiyor.

Dondurma pazarı 400- 450 milyon dolarlık bir pazar. Yüzde 70’i markalı ürünler, yüzde 30’u ise pastane işi dondurmalar. Algida 1991 yılında pazara girmeden önce pazarın neredeyse yüzde 85’i pastane dondurmalarındaydı. Tek markalı dondurma Panda’ydı, bir de Memo’nun adı geçiyordu.

Türkiye dondurma pazarının gelişmesi, büyümesi, sınıfsız ve kaynaşmış bir ürün olması konusunda Algida’nın çabalarını ne kadar takdir etsek az. Panda da pazarını korumak için iyi bir savaş veriyor. Scholler’i satın alan Ülker’in Schöller’den daha iyi performans gösterdiği ama bir marka karmaşası da yaşadığı ortada..

Nereden biliyoruz? Yaz başlamadan dondurmada marka sıralaması nasıl diye bir bakalım dedik... TNS Piar 18 yaş üstü 2000 denekle "aklınıza gelen ilk üç dondurma markası" diye sordu.

Sonuçları yine TNS Piar’ın 2002 Temmuz’unda yaptığı araştırmayla karşılaştırdık. Henüz dondurma reklamlarının başlamadığı bir dönemde yapıldığı için sonuçlar göreli olarak 2002’ye göre düşük ama yine de "trend" belirleyici.

Ülker 23.6 ile üçüncü sırada, Golf adıyla da 14.7 ile altıncı sırada. Scholler’den akıllarda eser kalmamış. İşte reklamın gücü... Beyin çok nankör. Reklamı kestin mi anında dışarıdasın.

Algida’nın en başarılı markası Max (yüzde 15.1), sonra Magnum geliyor (yüzde 7.9). O kadar yatırıma Cornetto yüzde 7.8’e düşmüş, "Tatlı niyetine dondurma" Carte Dor ise yüzde 2.1 ile anımsanmamakta direniyor. Niye Carte Dor bu kadar az anımsanıyor acaba? Dondurma olarak algılanmıyor olabilir mi?

Avea iki arada bir derede

AVEA’nın "Oh Be" kampanyası çok ilginç yönler içeriyor. Levent Semerci’nin çektiği reklam filmine diyecek bir şeyimiz yok. Prodüksiyon kalitesi açısından mükemmel. Mario türü yaratıklar Avea evinden çıkıp "Oh be" diyene kadar da mesaj açısından sorun yok...

Avea’nın yeni Genel Müdürü Cüneyt Türktan’ın Avea’nın "ucuzcu" algılamasını silmek istediği çok açık. Doğru strateji. Ancak reklam filminin ikinci kısmı ve "Oh be" diyen basın ilanları her türlü "prestij" yükseltme çabasına rağmen iki arada bir derede kalmış... Hem prestiji kurtaralım hem de "tarife ucuzluğumuzun dayanılmaz ağırlığını" vurgulayalım kaygısı iki arada bir derede kalmışlığının temel nedeni... Tabii ki Sinan Çetinvari bir pack-shot’ı da unutmamak lazım.

Yine de Vodafone tam anlamıyla Türkiye GSM pazarına yüklenmeden Avea’nın kampanyasını iyi bir geçiş dönemi kampanyası olarak görebiliriz. Mario türü yaratıkların Avea’yı nereye götüreceğini de hep birlikte izleyip, burada yorumlayacağız. Henüz bu konuda konuşmak için erken...

Bu arada Turkcell’in eski ajansı Y&R Reklamevi’nin şimdi Avea için çalıştığını da vurgulayalım. Turkcell’in eski ajansı Y&R, eski Y&R’li Serdar Erener’e karşı anlayacağınız... Turkcell Avea’nın bu saldırgan kampanyasına nasıl karşılık verecek bakalım.

HSBC değil Fortis

FORTİS
’in Kurumsal İletişimden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Murat Ermet’ten aşağıdaki mesaj geldi:

"Sevgili Hocam, geçen pazar günkü İdeal Kart’tan HSBC’nin kartı diye bahsetmişsiniz. Doğrusu, sizin de bileceğiniz gibi, Fortis İdeal Kart olacaktı.

Bir an için ’acaba markanın bilinirliği ile ilgili bir sorun mu var’ diye düşündük ama, yaptırdığımız pazar araştırmaları ile de kanıtlandığı gibi, Fortis’in bilinirlik oranları beklenilen değerlerin de çok üstünde seyrediyor.

Fortis, şu an itibariyle, kendine belirlediği hedef kitle nezdinde, tüm markalar liginde TV reklamları spontan olarak en çok hatırlanan 4. marka olarak çıkıyor.

Fortis’in önünde yer alan 3 reklamveren ise çok uzun yıllardır iletişime yatırım yapan ikisi Türk biri yabancı bir marka... (İlk üç Turkcell, Coca-Cola, Ülker..)

Bankalar Ligi’nde ise Fortis, spontan reklam hatırlanmasında 1. sırada. Üstelik, sadece reklam hatırlanırlığında değil, marka bilinirliğinde de büyük bir başarı yakaladı. Araştırma sonuçları, Fortis’in bankalar arasında en çok bilinen 5. marka haline geldiğini ortaya koyuyor. (İlk dört Akbank, Yapı Kredi, İş, Garanti..)

Yapılan iletişim faaliyetleri yalnızca marka bilinirliğini sağlamakta değil, markaya yönelik olumlu tutum yaratmakta da etkili oldu. ’Reklamlarını gördüğünüz Fortis hakkında ne düşünüyorsunuz’ sorusuna yüzde 88 oranında ’Markaya olumlu bakıyorum’ yanıtı verildi.

Değinmek istediğim bir diğer konu da ’Kadir Çöpdemir’li Fortis İdeal Kart’ reklamları. Yazınızda geçen ’Hem Turkcell hem İdeal Kart reklamlarında oynayan Kadir Çöpdemir’ ifadesine katılmamız pek mümkün değil. Çünkü Kadir Çöpdemir’in Turkcell reklamları bittikten sonra İdeal Kart reklamları başladı."

Yorum: Murat haklı. Klavyem sürçmüş, Fortis ideal yerine HSBC İdeal yazmışım... Ancak yine de niye İdeal’i diğer bir yabancı bankanın malı yapmışım o da ilginç! Aynı "muhafazakarlık" seviyesinde iletişim yapıyor olabilir mi? Bu arada Murat Ermert’i de kutlayayım. Fortis’in Belçika’daki merkezinde bulunan "Global Markalama ve İletişim Yönetimi" konusundaki kurula seçilmiş. Yurtdışındaki bu tür iş hayatı kurullarına Türk temsilcilerin atanması Türkiye’nin yurtdışında kendini iyi ifade edebilmesi için büyük şans.

Çekirgelik

Hiçbir risk almayan her şeyi riske atar (G.Davis)
Yazının Devamını Oku

Da Vinci’den sıkıldım

27 Mayıs 2006
Da Vinci’ye gidin ya da gitmeyin diyecek halimiz yok... Zaten gideceğiniz belli. Kitabı okumuşsanız film nasıl olmuş diye merak edeceksiniz. Okumadıysanız "Hakkında bu kadar yazılan, çizilen, konuşulan bir kitabın filmini izleyeyim bari" diyeceksiniz...

Kitabı okumuş biri olarak filmi izlemekten genel olarak haz aldım. Bu haz duygusunu yaşamak için filmin kötü olduğundan emin olsam bile gider izlerdim, ki kötü...

Da Vinci’nin bazı bölümleri çok tekrar geldi ve sıkıldım. Ortada mükemmel yazılmış bir kitap olmasa sonuçta starı bol bir Hollywood filmiyle karşı karşıyayız. Genel olarak film bitince "vaaaaau ne yapmışlar ama" duygusuna kapılmıyorsunuz. Belki bu, filmin sonunu bilmemden de kaynaklanıyor olabilir. Kitabı okumayanlar filmin sonunda ne hissettiler acaba?

Oyuncular mı? Tom Hanks, Audrey Tautou, Ian McKellen, Jean Reno... Ne diyebiliriz...

Robinson tam bir cennet

Yazının Devamını Oku