GeriSeyahat Soğuk keşke zamanı da dondursaydı güzelliklerin tadını çıkarabilseydim
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Soğuk keşke zamanı da dondursaydı güzelliklerin tadını çıkarabilseydim

Soğuk keşke zamanı da dondursaydı güzelliklerin tadını çıkarabilseydim

Laponya kışın dünyanın en soğuk köşelerinden biridir. Her yer buzla kaplanır, beyazdan başka renk yoktur. Kışın ortasında kuzeydeki bu soğuk ve sessiz topraklara yaptığım gezi öylesine ilginçti ki, yazıyı bir türlü bitiremedim. İki hafta boyunca köpeklerin çektiği kızakla yolculuğumu, sessizliğin sesini, eksi 35-40 civarında seyreden soğukla nasıl baş ettiğimi, yemekleri, gece yürüyüşlerini anlattım. Bu hafta bu maceranın sonunu sizlerle paylaşacağım. Bu yazıda biraz soğuk Laponya biraz da Finlandiya’nın başkenti Helsinki olacak. Umarım bu yolculuk hoşunuza gitmiştir.

Laponya’da sadece iki mevsim vardı: Bir bölümü tamamen karanlıkta geçen soğuk, loş kış ve kısa ama hep aydınlık yaz. İkisi de ayrı güzellikler barındırıyordu. Kış, beyaz ve sessizdi. Yaz ise rengarenk, cıvıl cıvıl. Laponya’nın kışıyla tanışmış, bıçak gibi kesen soğuğunda ormanların içinde gezinmiş, uçsuz bucaksız beyazlığın içinde yalnızlığın ve sessizliğin tadını çıkarmıştım. Şimdi bu ıssız toprakların yazını merak ediyordum. Binlerce gölün arasında gezinmeyi, balık tutmayı, ormanlarında vahşi yaşamın izini takip etmeyi arzuluyordum.
Sayılı günler çabuk geçiyordu. Ne zaman bir yeri sevsem, zaman su gibi akıp gidiyordu. Laponya’nın soğuğu neden zamanı dondurmuyor, diye hayıflanıp duruyordum. Donsa da bu güzelliğin tadını doya doya çıkarabilsem keşke diye kendi kendime söylenip duruyordum. Soğuğun hükmü sadece bana geçiyordu anlaşılan. Zamanla baş edemiyor, onun akıp gitmesini engelleyemiyordu.
Laponya’daki son günümde kar motosikletiyle yolculuk edecektim. Yine soğan gibi kat kat örtündüm. Fazladan kafama bir de kask giydim. Aynaya baktığımda kendimi tanıyamadım. Sürüş eğitiminden sonra önde arkadaşım Fikret Atalay, arkada ben yine yollara düştük. Bu yolculuk da yaşamımdaki ilklerden biriydi. İlk kez kar motosikletiyle uzun yola çıkıyordum. Köpek ve geyik kızağından hızlı ama çok gürültülüydü. Motor sesi, sessizliği yırtıp atıyordu. Hız nedeniyle rüzgar daha da üşütüyordu. Köpeklerin çektiği kızakları daha çok sevdiğime karar verdim.
BUZ OTELİN ODASINI GÖRDÜM, ÜŞÜDÜM!
Yolculuk dur kalklarla tam beş saat sürdü. Öğle yemeğinde bir Sami (Laponya yerlisi) kulübesinde patates püresi üstünde Ren geyiği eti yedik. Yanındaki Frenküzümü şerbeti damağımda unutulmaz tatlar bıraktı. Tepeleri, ormanları aşıp kalacağımız İgloo Village’e vardığımızda alacakaranlık çökmüştü. Programa göre buz otelinde kalacaktık. Odayı görünce ben hemen fikrimi değiştirdim. Odada kocaman buzun içine oyulmuştu. Yatak buzdan yapılmış üstü geyik derisi ile kaplanmıştı. Pencere yoktu. İşin en kötü tarafı da tuvaletin dışarıda, odadan yüz metre uzaklıkta olmasıydı. Yani gece tuvalete gitmek için sıkı sıkıya giyinecek, eksi 40 derecede yürüyüp, buz gibi tuvalette işinizi görüp odaya geri dönecektiniz. Fikret’e henüz böylesine bir maceraya hazır olmadığımı söyledim. O da benim gibi düşünüyordu. Resepsiyona gidip, buz oda yerine camdan yapılmış İgloda kalmak istediğimizi söyledik.
Yanyana sıralanmış igloların yarıdan yukarısı camla kaplıydı. Yani yattığınız zaman tüm gökyüzünü, çevreyi, ormanı seyredebiliyordunuz. Camlar ısıtıldığı için yağan kar kapatamıyordu. Şimdiye kadar hiçbir otelde böylesine güzel bir odada kalmamıştım. Çantamı bırakıp soluğu buz barda aldım. Burada bar tezgahı buzdan yapılmıştı ve içkinizi bu tezgaha yaslanarak içiyordunuz. Birkaç tek votkadan sonra kendime gelip, loş aydınlıkta çevrede yürümeye başladım.
Kayın ağaçları bembeyaz olmuştu. Ay gökyüzünde ışıl ışıl parlıyordu. “Kar temiz, kar kabarık, yürüyorum yumuşacık.” Birden aklıma Nâzım Hikmet düştü. Onun “Karlı Kayın Ormanı”ndaki yürüyüşünü düşledim. Sonra kayın ağaçlarına onun şiirinden birkaç mısra okudum: “Karlı kayın ormanında / yürüyorum geceleyin. / Efkarlıyım, efkarlıyım / Elini ver, nerede elin. / Ayışığı renginde kar / Keçe çizmelerim ağır. / İçimde çalınan ıslık / Beni nereye çağırır? / Memleketim mi, yıldızlar mı / Gençliğim mi daha uzak? / Kayınların arasında / Bir pencere, sarı sıcak.”
Şiir mi yoksa soğuk mu gözlerimin yaşla dolmasına neden oldu, bilemedim. İçimde bir hüzün, bir yalnızlık igloma çekilip yatağıma uzandım. Karlı kayın ağaçlarına, dolunaya, yağan kara dalıp Laponya’da kayboldum.
Ertesi gün karlı diyarla vedalaşıp Helsinki’ye uçtum. Başkentte hava sıfır dereceydi. Yani bir günde 35 derece daha sıcağa gelmiştim. Rehberim Paula Makipua, Fikret’le akıcı bir Türkçe konuşuyordu. İstanbul’da 10 yıl yaşamış, büyük oğlunu orada doğurmuştu. Paula, tanışma merasiminden sonra Helsinki’nin kuruluş öyküsünü anlatarak işe başladı: “14. yy’da İsveçliler imparatorluk topraklarına kattığında Finlandiya’da birkaç köy dışında yerleşim yoktu. İsveç kralı Gustav Vasa, karşı kıyıdaki Estonya’nın görkemli limanı Tallinn’den çok daha güzel bir kent yaratmayı aklına koymuştu. Kentin ilk temelleri 1550 yılında Vantaa Nehri’nin kıyısında atıldı. 90 yıl sonra da bugünkü yerine taşındı. Helsinki 19. yüzyılın başında Rus Çarı’nın emriyle yeniden inşa edildi. Kentin planını John Albrecht Ehrenström çizdi. İnşaatlar bitince de Helsinki Finlandiya’nın başkenti oldu...”
ST. PETERSBURG’UN KIZ
KARDEŞİ HELSİNKİ
Bir yandan Paula’nın anlattıklarını dinliyor, bir yandan aklımdaki bilgi kırıntılarını bir araya getirmeye çalışıyor, bir yandan da etrafı seyrediyordum. Helsinki özenli bir kente benziyordu. Her bina ayrı bir mimarı titizlikle yapılmıştı. İlk molayı Senato Meydanı’nda verdik. Burası başkent olmanın heyecanıyla inşa edilmişti. Aynı zamanda St. Petersburg’un da mimarı olan Prusyalı Carl Ludwig Engel bu meydanın etrafını Senato binası, üniversite ve St. Nicholas Katedrali ile süslemişti. Helsinki, St. Petersburg’un kız kardeşi gibiydi. İki şehirde de birbirini anımsatan izleri bulmak mümkündü. Meydanın tam ortasında işgalci Rus Çarı Aleksandr’ın heykeli duruyordu. Finlandiyalılar bu heykeli dikerek, Helsinki’yi başkent yapan “düşman” çara teşekkür etmişlerdi.
Daha sonra ulusal romantizm tarzında inşa edilmiş gara, ulusal müzeye, tiyatroya ve dev granit kütlesinin içine oyulmuş ilginç kiliseye, ünlü bestekar Jean Sibelius’un anıtına gittik. Sibelius, Finlandiya tarihinde çok önemli yer tutuyordu. Bir bestecinin ülkenin simgesi haline gelmesine, dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmıyordu.
GEMİLERDE ALEM VAR
Sokak gezmesi bitince soluğu limanda aldık. Bir vapura binip, karşıdaki adaya yollandık. Limanın ağzında irili ufaklı birkaç ada vardı. Finlandiya aslında göller ve adalar ülkesiydi. Ülkede irili ufaklı tam 180 bin göl ve 188 bin ada bulunuyordu. Limanın iki yanında dev yolcu gemileri bağlanmıştı. Bütün kuzeyde meşhur olan gemilerden biri Stockholm’e diğeri ise Tallinn’e gidiyordu. Cuma akşamından gemilere binenler, pazartesi sabahı dönünceye kadar sürekli içki içiyorlardı. Çünkü uluslararası sularda gemiler vergi almıyor, içki fiyatları yarı yarıya ucuzluyordu.
Limanın kıyısındaki meydanda genişçe bir alan bisiklet parkına ayrılmıştı. Rehber, kentte bunlardan 26 tane olduğunu söyledi. Yokuşsuz Helsinki’de bisiklet önemli bir ulaşım aracıydı. İsteyen bu parklardan 2 Euro depozit karşılığında bisiklet kiralayabiliyordu. İşiniz bitince her hangi bir parka bırakıp, depoziti geri alabiliyordunuz.
Yağmur altındaki hızlı gezimiz sonunda Helsinki’yi biraz olsun tanımıştık. Ama ruhuyla tanışmak başka bir gelişe kalmıştı. Türkiye’ye dönerken gönlümün bir parçasını Finlandiya’nın yalnız topraklarında bıraktığımı hissediyordum.
(Bu gezi Koptur Seyahat’in sponsorluğunda yapılmıştır.)

Camdan iglo’larda gökyüzünü seyrederek uyumaya doyum olmuyor.
Buzdan yapılmış barda içkinin tesiriyle insan üşümeden içebiliyor.

TÜRK GEZGİNLERİN GÖZÜYLE YÜZ YIL ÖNCE FİNLANDİYA

Finlandiya’ya giden ilk gezgin Ahmet Midhat eserinde bu ülkeden bahsetmemişti. 20. yy’ın başlarında giden Celal Nuri ise “Şimal Hatıraları”nda şunları yazmıştı: “Hoş, latif, zarif bir memleket. Meydanlar, sokaklar limanlar o kadar temiz ki insan kendisini bir salonda zannediyor. Asayiş ber-kemal. Hırsızlık yok. Fuhşiyat bile çok değil. Hastalık da pek o kadar mebzul değilmiş. Bu garip diyarda bin kadar göl, bir o kadar da ada var. Taşlığı pek çok. Ormanları, suları az değil...” Helsinki izlenimlerini ise şöyle anlatmıştı: “Başkent Helsingfurs (Helsinki), insana rahatlık huzur ve bahtiyarlık veren bir kenttir. Bu şehirde bahçeler ferahfeza, manzara pek dil-nişindir. Limanın içinde ve dışında bir çok adacıklar, şehrin içinde küçük küçük göller mevcuttur. Helsingfurs manzara ve halkın eğitim seviyesinin yüksekliği bakımından kıymetli bir yerdir. Medeniyetin ve maarifin hemen her türlü olumlu izine burada rastlamak mümkündür...”

False