GeriSeyahat Sintra’nın masal sarayı
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Sintra’nın masal sarayı

Sintra’nın masal sarayı

Lizbon’a trenle 50 dakika mesafedeki Sintra, Portekiz’in gururu. Şaşırtıcı mimarisi, özel bahçesiyle Pena Sarayı, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Cabo de Roca ise Avrupa kıtasının batıdaki son noktası. Okurumuz Behiye Işın gitti, izlenimlerini yazdı.

Lizbon’un Rossio tren istasyonu, sadece Sintra istikameti için kullanılıyor. Tek hat var ve 10 dakikada bir tren kalkıyor. Yolculuk yaklaşık 40 dakika sürüyor. Sintra’dan okyanus kıyısına uzanan bölge, ormanlık vadilerle çevrili, yosun ve eğreltiotlarının yeşermesine elverişli iklimi olan, doğal bir park. Palacio Pena’nın (Pena Sarayı) arazisi saray ve park olarak, 1995’te UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Parkın listeye girme nedenini görünce anlıyoruz.
Tren istasyonu Sintra’nın Estefania mahallesinde. Burada çoğunlukla yabancıların evleri bulunuyor. Eski Casino binasındaki Modern Sanatlar Müzesi, Berardo Koleksiyonu’nun bir kısmına ev sahipliği yapıyor.

İstasyonun önünden kalkan 434 numaralı otobüs, ring seferle kentin tüm önemli noktalarından geçip geri geliyor. İstediğiniz durakta inip, bir sonraki otobüse binebiliyorsunuz. Avrupa’nın batı ucundaki Cabo de Roca’ya gitmek istiyorsanız Sintra’yı gezmeye başlamadan saatlerine bakmalısınız. Seferler seyrek. Yolculuk yaklaşık 50 dakika sürüyor. Buraya Lizbon’un sayfiye yerleşimi Cascais’ten ulaşmak da mümkün.

Otobüs hattı, önce kısa yürüme mesafesindeki tarihi şehir merkezi, Sintra-Vila’ya iniyor. İgreja de Santa Maria adlı bir capucin keşiş mezarında ve 9’uncu yüzyılda yapılan Castelo dos Mouros (Mağrip Kalesi) harabelerinde duraklar bulunuyor. Surlarından çok güzel okyanus manzarası görülebilen Mağrip Kalesi’ni geçince, Palacio Pena’da (Pena Sarayı) iniyoruz.

Daha doğrusu indiğimiz durak, Parque Pena’nın (Pena Bahçesi) aşağı girişi. UNESCO’nun koruma kapsamına girdiği halde parka insan eliyle yapılmış ilaveler dikkat çekiyor. Bir tepe tarihsel figürlerin yaptırdığı bahçeler ve arboretumla parka dönüştürülmüş. Küçük trenle ya da yürüyerek geziliyor. Küçük gölcükler, farklı mimari üslüptaki çeşmeler, mağaralar, şapeller, kral heykeliyle süslenmiş. 529 metre irtifadaki zirvede gözlem alanı ve büyük bir haç bulunuyor.

PENA’YI TÜRBANLI HEYKELLER AYDINLATIYOR

Pena Sarayı parkın ortasında. Kraliyet yazlığı olarak, bir ortaçağ manastırının üstüne yapılmış. Saray, manulin tarzın alaycı bir kopyası gibi kubbeler, kuleler, mazgallar ve renk karmaşası silsilesine sahip. Kraliçe 2’nci Maria’nın kocası, Ferdinand tarafından Alman mimar, Baron Eschwege’ye, 1840 yılında yaptırılmış. İçi ise, 1940’da Portekizden kaçan kraliyet ailesinin bıraktığı gibi korunmuş.

Saray, park alanında bir tepenin üzerinde konumlanmış. Açık havada Lizbon’un metropollerinden bile rahatça görülüyor. Mimarisi 19’uncu yüzyıl romantizminin belirgin temsilcilerinden. Portekiz’in ulusal anıtlarından ve yedi harikasından biri.
Pena, yüzyıllar boyunca küçük bir manastırmış. 1755 Büyük Lizbon Depremi’nde harabeye dönüşmüş. 1838’de Kral 2’nci Ferdinand, eski manastırı ve Mağrib Kalesi’ne kadarki alanı düzenleyip yazlık saray yaptırmaya karar vermiş.

Son Portekiz Kraliçesi Amelia’nın sürgüne gitmeden önceki gecesini geçirdiği saray, 1910’da cumhuriyetin ilanıyla ulusal anıtlar kategorisine alınmış, müzeye dönüşmüş. Bugün yabancı konukları ağırlıyor.
Karmaşık mimarisiyle şaşırtan saray pek büyük değil. Kademeli olarak geçilen iki geniş iç avluya sahip. Cephedeki, üslup karmaşası, renk cümbüşü, yapıyı benzersiz, kategori dışı bir konuma oturtmuş. Konumuyla da iddialı. Atlas Okyanusu’na ve geniş bir ormana yukarıdan bakıyor.

Pena Park, 2200 hektarlık engebeli bir arazi. Park, sarayla aynı zamanda oluşturulmuş, yapıdaki romantizm parka da yansıtılmış. Kral, ağaçları uzak sömürgelerden getirtmiş. Dev Kuzey Amerika sekoyaları, manolya, Çin ginkgo’su, Japon çamı gibi nadide türlerle Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelen eğrelti otları, ağaçlar geniş bir yelpazede yoğunlaşmış. Parkın çeşitli bölgeleri yollar, patikalarla direkt saraya bağlanıyor.

İç dekorasyonda da, dış cephelerde olduğu gibi Mağrip etkisi baskın. Kraliçe ve kralın odaları, aile oturma odaları, kraliçenin manzaralı terası, kralın çalışma odası, özellikle dikkat çeken Arap Salonu, şapel, büyük salon ve mutfak gezilebiliyor.

İçerideki en ilgi çekici figürler, türbanlı Mağribilerin heykellerinin taşıdığı elektrikli avizeler. Türbanları Osmanlı kavuklarına da benzettiğimiz için biraz da alınarak çıkıyoruz saraydan.

3 BİN YILLIK OYUNCAK

Saraya geldiğimiz küçük tren bizi tekrar aşağı götürüyor. Tarihi Sintra merkezinde, Palacio Nacional (Ulusal Saray)gezilebiliyor. Gotik-manulin mimarisi karışımı görkemli saraya son hali 1433’te Vasco de Gama’nın hamisi Birinci Dom Manuel zamanında verilmiş. Dış cephesinde dikkat çeken, yapıya karakteristik özellik kazandıran konik ekler mutfak bacaları. Sintra Müzik Festivali de burada yapılıyor.

Şehrin tarihi bölgesindeki keşiş mezarları, güzel çeşmeler etrafı yürüyerek gezmeye yönlendiriyor insanı. Zaten doğa ve ortam o kadar çekici, o kadar huzur verici ki, merakınız sizi ara sokaklara çekiyor. Museu do Brinquedo (Oyuncak Müzesi) de çocuklu aileler için cezbedici. Birinci kattaki 3 bin yıllık eski Mısır taş oyuncakları, PSP’lerle adam öldürmeyi oyun sanan zamane çocuklarının görmesi gereken parçalar. 1930’lardan kama Hornby trenleri, ilk Alman oyuncak arabaları, oyuncak askerler, sömürgelerden gelen tahta oyuncaklar oldukça ilgi çekiyor.

Tarihi merkezin biraz dışında, Palacio da Regaleira bulunuyor. Sintra’nın en süslü yapılarından biri olan saray, 19’uncu yüzyılda zengin bir Brezilyalı için yapılmış.
Garın önündeki otobüs durağından, 435 numaralı otobüs ile Monserrat Sarayı’na da gidilebiliyor. Monserrat, daha farklı bir güzergah ve Sintra’nın iyice dışında kalıyor. Mağribi ve İtalyan tarzı karışımı ile bir Viktoryen yapı olan Monserrat Sarayı, adını daha ziyade, belirli sürelerde burada kalan, İngilizler sayesinde duyurmuş: Uygunsuz tercihleri yüzünden 1793’te, İngiltere’den kaçmak zorunda kalan, W.Becford ve bahçeyi binin üzerinde farklı bitki türüyle bezeyen Francis Cook...

AVRUPA BU UÇURUMDA BİTİYOR

403 numaralı Cascais otobüsüyle Cabo de Roca’ya doğru ilerliyoruz. Doğal park alanındaki orman kasabalarını geçtikten sonra, okyanusa yaklaştıkça, iklim sertleşiyor ve bitki örtüsü, ormanlıktan, yosun, liken, çalılık tipine dönüyor. Küçük köy tipi yerleşimler, tepelik alanlarda kalıyor. Geçtiğimiz az haneli küçük yerleşimlerde, bir iki gün kalma, uzaktan okyanusu koklayıp iklimin sertliğini daha çok hissetme konusunda şiddetli bir arzuya kapılıyoruz.
İlk işimiz, sadece, bir restoran, bir kafe, bir hediyelik eşya mağazası, bir deniz feneri ve bir turizm ofisi bulunan Cabo de Roca’da, turizm bürosundan, Avrupa’nın en ucunda bulunduğumuza dair, 10 Euro karşılığında adımıza yazılmış sertifika almak oluyor.

Bir uçurumun başındaki işaret taşı, Avrupa’nın en batı noktasını gösteriyor. 140 metre yüksekliğindeki kayalıkların üstünden okyanusu görünce, denizi ilk kez görenler gibi çocukça bir heyecan, sevinç yaşıyoruz. Coğrafi olarak, vurgulayıcı bir konumda olmak, sanki kıtayı biz keşfetmişiz gibi bir mutluluk veriyor.
Okyanusu görmek ise, bambaşka. Sonsuz bir açıklık ve sizi çağıran çok güçlü bir özgürlük hissi. Bu duygu ile yaşıyorlarsa Portekizliler, kaşiflerin ve büyük gemicilerin Portekiz’den çıkması şaşırtıcı değil. O kadar koyu, kararlı ve azametli bir havası var ki okyanusun, sizi kendine doğru çekiyor ve karşı koymakta zorlanıyorsunuz.

Ufuklar sakin görünüyor ama, kıyılarda kayalara çarpan dalgalar, okyanusun gücünü ve kızgın yüzünü gösteriyor. Dalgalardan rüzgarla yayılan su tanecikleri arkadaki sahil kasabalarıyla aramızda bir sis perdesi oluşturuyor. Kuzeyde Praia dos Maços, Azenhas do Mar, güneyde ise uzakta Cabo de Raso burnu seçiliyor.
İki burun, Cabo de Roca ve Cabo Raso arasında, sörfçülerin uğrak yeri olan, Praia de Guincho plajını yukarıdan görüyoruz. Yazlık beldenin plajı göz alabildiğine uzun. Kıyıya vuran dalgaların boyu şaşırtıcı büyüklükte, dalga araları ise çok uzun, güçlü, kuvvetli, vakur dalgalar.

MERHABA AFRİKA

Cabo de Roca’dan Cascais’e yaklaştıkça, yerleşimler büyümeye başlıyor, yollar düzleşip genişliyor. Şehir trafiği başlıyor. Cascais’den, Lizbon merkezindeki Cais de Sodre tren istasyonuna, her 10 dakikada bir tren kalkıyor. Lizbon’a kadar olan yarım saatlik mesafedeki sahil şeridi, bir başka banliyö alanı.
Eski bir balıkçı köyü Cascais’de, çok sayıda plaj var. Küçük bir kale (Cidadela) ve önünde marina yer alıyor. Tren istasyonunun önünden, balık pazarına kadar uzanan, Rua Frederico Arouca öncelikli olmak üzere, çevreleyen caddeler, tanımak amaçlı gezilebilecek bölge.
Largo da Praha da Rainha meydanından kumsala bakarak, deniz kenarına yürüyüp, elimizi okyanusa sokarak bir saygı selamı vermek istiyoruz. Burası okyanusun Afrika’ya bakan yüzü.
Tren sahil boyunca deniz kenarından ilerleyerek Lizbon’a gidiyor. Güzel kıyıları ile Estoril’i geçtikten sonra, daha büyük bir merkez olan Oeiras’a geliyor. Bu noktadan sonra, okyanus biterek, nehir ağzının başladığı alana ve Lizbon’a ulaşıyoruz.

AJAN MEKANI

Görkemli villaları, lüks otelleri ve simge olmuş casino’su ile çok yakındaki Estoril, Portekiz’in Rivierası. İkinci Dünya Savaşı sırasında burası, kraliyet ailesinin sürgün edildiği ve pek çok casusun isim yaptığı bir yer. Ian Flemming (James Bond’un yazarı) çift taraflı ajanları gözlemlemek için, burayı mesken tutmuş ve ilk James Bond romanı olan Casino Royal’de, buradaki Casino deneyimini kullanmış.

False