GeriSeyahat Volga’nın serin sularında
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Volga’nın serin sularında

Volga’nın serin sularında

Moskova ve Saint Petersburg’u neredeyse 40 yıl önce görmüş, kimi Türki cumhuriyetleri ve Ukrayna’yı da yine Sovyetler’in yıkılışından önce ziyaret etmiştim. ‘Büyük değişim’ sonrası Rusya’yı görmek, hele Volga üzerinde bir gemi turu yapmak hep hayal ettiğim bir şeydi. Ağustosta 10 günlük bir tur bu imkânı verdi. İşte çok özetle kimi izlenimler.

Moskova elbette görkemliydi. Avrupa’nın görmüş-geçirmiş kentlerini aratmayan düzeyli bir mimari, çarlar döneminin görkem duygusunu bir ölçüde sürdürmüş komünist yönetimin etkileyici yapıları, hep geniş tutulmuş mekânlar (bulvarlar, meydanlar, gezi yerleri). Her şeyiyle büyük bir kent. İnsan neredeyse bizim dar sokakları özler oluyor!.. Ve de şaşırtıcı bir yeşil, doğa egemenliği.
Ama yeşilin ne olduğunu gerçekten anlamak için, o gemi turu şart. Günler boyu bir gemide, karanın yeşiliyle suyun mavisinin sürekli buluşmasını görmek, insana bambaşka duygular veriyor. Gözleriniz kadar ruhunuz da gerçek anlamda dinleniyor. Bunun diğer gemi gezilerinden farkı, karayı hiç terk etmemeniz, o birlikteliği sürekli yaşamanız oluyor.

HAVUZDAN HAVUZA

Ama önemli bir fark daha var. O da şu: Moskova’nın ortalama 170 metre yüksekliğinden (en yüksek noktası 253 metre), St. Petersburg’daki sıfır deniz seviyesine iniyorsunuz. Moskova’yı denizlere bağlamak yüzyıllar boyu çarların hayali, Sovyetler’inse büyük çabası olmuş. Yıllar boyu kanallar, gemiler için özel havuzlar (bunlara ‘alavere’ veya tesviye havuzu deniyor) yapılmış. Bunlarda sayısız emekçi çalışmış, birçok insan hayatı harcanmış. Stalin döneminde hız alan çabalar, Sovyetler’den sonra da sürmüş. Bileşik kaplar yasasına göre kurulan ve bir adı da ‘su asansörü’ olan bu havuzlardan tam 16’sını geçtik, yolculuk boyunca...
Bu kuşkusuz başlıbaşına bir olay. Genişliği en büyük gemilere göre tam ayarlanmış bu havuza giriyorsunuz. İki yanda betondan duvarlar yükseliyor. Sonra önünüzdeki büyük kapılar açılıyor ve gelen suyla birlikte, farklı bir seviyeye iniyorsunuz (ya da çıkıyorsunuz). Her seferde ortalama 10 metre olmak üzere... Bunu yaşamak apayrı bir keyif.

BU NEHİR HER RUS’UN YÜREĞİNDE AKAR

Yolculuk, Moskova’yı Volga’ya bağlamak için Stalin’in yaptığı Moskova kanalıyla başlıyor. Burada bir ara dört asansör üst üste geçiliyor. Sonra Avrupa’nın en uzun nehri, beş denizi bağlayan ve 200’ü aşkın akarsunun döküldüğü Volga’ya geçiyorsunuz. Rusçada ‘beyaz’ anlamına gelen bir sözcükten üreyen Volga, bir yazara göre “her Rus’un yüreğinde akan nehir”. Ama o, Ribinsk’ten sonra Karadeniz’e ulaşmak için güneye dönüyor. Bizlerse kuzeye kıvrılıyoruz. Böylece Ribinsk su havzası, Şeksna, Kovja, Svir ve Neva nehirleri, Volga-Baltık kanalı, Beyaz, Onega ve Ladoga gölleri art arda geçiliyor. Ve maviyle yeşilin randevusu, hiç aksamadan sürüyor. Eğer havuz gece geçilirse, ruhunuz bile duymuyor. Nitekim Kovja Nehri üzerindeki art arda altı ‘asansörü’ fark etmedik bile...
Demek ki kısaca Volga Turu diye adlandırılan gezi, aslında Rusya sularının önemli bölümünü kapsıyor ve size ‘derin Rusya’yı tanıtıyor. Gemiler bu özel durum nedeniyle çok büyük değil. Kamaralar da öyle. Ama bizim Leonid Krasin gemisini çok sevdik. Rahat yemek salonları, birkaç bar, okuma sevdalıları için bir kütüphane var. Yemekler tipik Rus ağırlıklı. Et pek aramayın, meyveyi ise hiç sormayın!.. Yumurtayı da yapmayı bilmiyorlar: Hayatımın en kötü omletlerini orada yedim!.. Buna karşılık peynir ve şarküterisi bol kahvaltılar, çeşitli nehir balıkları, güzel tavuk yemekleri var. Ve istisnasız her öğünde, farklı çorbalar.

ŞARKISINDAN HAVYARINA RUS KÜLTÜRÜNÜ TANIDIK

Gemide turlardan arta kalan zamanı doldurmak için sayısız etkinlik var. Rus dili ve alfabesi dersleri (izlemeye çalıştım, ama pek başarılı olmadım!) Rus tarihi, şarkıları ve dansları, oyuncak bebek veya tahta işleri yapımı, havyar bilgileri. Sabahları cimnastik. Ve her akşam bir konser ya da kütüphanede bir film.
Her akşam balalayka ve akordeonlarıyla Evgeni-Aleksey ikilisinden müzik, güzeller güzeli Ekaterina’dan şarkı. Ve özel eğlenceler: Kaptanın yemeği, dans yarışması, gemideki çeşitli halklar (Türk, Fransız, İtalyan, Hollandalı) korolarından birer Rus, birer de ulusal şarkı dinletileri. Bizim koroda elbette ben de vardım ve bizden Kâtibim’i, onlardan ise kâğıttan okuduğumuz sözlerle ünlü Kalinka’yı söyledik. Hiç fena da olmadı!...
Ve yol boyu her gün farklı bir kent veya köy. Önce Ugliç. 40 bin kişilik bu kasaba, 12’nci yüzyıldan itibaren önemli bir siyaset ve kültür merkezi olmuş. Korkunç İvan’ın ölümünden sonra oğlu Dimitri buraya sürülmüş. Ve o da öldürülmüş. Daha sekiz yaşında... Ülkenin kurucu hanedanı böylece son bulmuş. Bu sempatik köyün Transfigürasyon-İsa’nın Dirilişi, Aziz Alexis, Dimitri ‘Kan Kilisesi’ gibi yapıları yürüyerek yapılan bir turla geziliyor.

BİR ZAMANLAR BAŞKENTTİ

Ertesi gün, Volga’yı izleyip güneye dönerek Yaroslav’ı geziyoruz. Bu 600 bin nüfuslu şehir, gezinin önemli duraklarından. Prens Yaroslav’ın 11’inci yüzyılda kurduğu kent, 17’nci yüzyılda zirveye çıkmış. Rusya, Polonya’nın işgalindeyken başkentlik yapmış. Ülkede ilk tiyatronun, ilk fabrikaların açıldığı bir merkez. Büyük Transfigürasyon Manastırı, heykellerle donatılmış bir parkın bulunduğu ana meydan, İlyas Peygamber ve Alexander Nevski kiliseleri. Kentin üç yıl önce bininci yılını kutladığını ve UNESCO’nun koruması altında bulunduğunu da hatırlatayım.
Sonra yine kuzeye dönüp Rusya’nın kanallar macerasının önemli etaplarından Ribinsk göletini geçiyoruz. Bu yapay kanalların temel kusuru, suyun renginin asla deniz gibi masmavi olmaması ve bulanıklığı. Şeksna Nehri üzerindeki Goritsi, yeni durağımız. Buraya varmak için ilk ve son kez, inmek yerine yükseliyoruz. Goritsi küçük bir köy. Başlıca cazibesi, yakındaki Krillov Manastırı. 12 hektarlık arazisiyle Rusya’nın en büyüğü. 1392’den kalma manastıra 16’ncı yüzyılda Korkunç İvan çok önem vermiş. Kendi tarımını kendisi yapan, hayvancılığa da önem veren bir yer. Rusların komünizmin baskıcı yıllarında bile yok olmamış o yoğun inanç duygusunu iyi temsil eden bir merkez. Devrimden sonra el konup kapatılan manastır, artık yine kilisenin... Bu arada her yerde komünizmin tahmin edilebilecek nedenlerle yerlebir ettiği ama son dönemde baştan inşa edilen kiliselerin çokluğunu da hatırlatayım.

SOĞAN KUBBELER

Sonra göller bölgesi geliyor. Giderek büyüyerek: Beyaz Göl, Onega, derken en büyüğü olan Ladoga. Suyun rengi mavinin tüm tonlarına dönüşüyor. Doğanın hükmü kesin. Kovja Nehri’nden Onega’ya girip Kiji Adası’na ulaşıyoruz. Rusya Federasyonu’nun Karelya Cumhuriyeti’ne ait Kiji, ülkenin en kuzey noktalarından. Yılan kavisli kuleleriyle göze çarpan Transfigürasyon Kilisesi, dünyanın en büyük ahşap kilisesi ve UNESCO korumasında... Civarda birçok ahşap yapı ve de değirmenler görülüyor.

Moskova’dan St. Petersburg’a

Mandrogi’nin gizleri

Svir Nehri üzerindeki Mandrogi, en ilginç duraklardan. Bizim inatla Deli dediğimiz Büyük Petro döneminden beri ticaret ve zanaat merkezi olan köy, ikinci savaşta tümüyle yanmış. 1996’da yeniden inşa edip bir büyük turizm merkezine dönüştürmüşler. Sadece 150 kişinin yaşadığı bir yerleşim için aşırı bir iddia... Nitekim iki otel de pek dolu gözükmüyor.
Ama turist için burası öylesine cazip ki... Evlerde büyük ölçüde ahşap kullanılmış. Ve de doğanın türlü rengine boyanmışlar. Her gün civardan 200 kişi çalışmaya geliyor. Hemen hepsi bir zanaatta ustalaşmış el emekçileri. Ve evlerde, masa başında kendi işlerini yapıp satıyorlar. Böylece tahtadan seramiğe, demirden bakıra, kumaştan dantele her tür malzemeden harika işler ortaya çıkıyor. Mandrogi, eski yılların atmosferini solumak, has ve otantik Rus el sanatlarını imalat aşamasında görüp almak için ideal bir yer.

BİR ZAMANLAR BAŞKENTTİ

Ertesi gün, Volga’yı izleyip güneye dönerek Yaroslav’ı geziyoruz. Bu 600 bin nüfuslu şehir, gezinin önemli duraklarından. Prens Yaroslav’ın 11’inci yüzyılda kurduğu kent, 17’nci yüzyılda zirveye çıkmış. Rusya, Polonya’nın işgalindeyken başkentlik yapmış. Ülkede ilk tiyatronun, ilk fabrikaların açıldığı bir merkez. Büyük Transfigürasyon Manastırı, heykellerle donatılmış bir parkın bulunduğu ana meydan, İlyas Peygamber ve Alexander Nevski kiliseleri. Kentin üç yıl önce bininci yılını kutladığını ve UNESCO’nun koruması altında bulunduğunu da hatırlatayım.
Sonra yine kuzeye dönüp Rusya’nın kanallar macerasının önemli etaplarından Ribinsk göletini geçiyoruz. Bu yapay kanalların temel kusuru, suyun renginin asla deniz gibi masmavi olmaması ve bulanıklığı. Şeksna Nehri üzerindeki Goritsi, yeni durağımız. Buraya varmak için ilk ve son kez, inmek yerine yükseliyoruz. Goritsi küçük bir köy. Başlıca cazibesi, yakındaki Krillov Manastırı. 12 hektarlık arazisiyle Rusya’nın en büyüğü. 1392’den kalma manastıra 16’ncı yüzyılda Korkunç İvan çok önem vermiş. Kendi tarımını kendisi yapan, hayvancılığa da önem veren bir yer. Rusların komünizmin baskıcı yıllarında bile yok olmamış o yoğun inanç duygusunu iyi temsil eden bir merkez. Devrimden sonra el konup kapatılan manastır, artık yine kilisenin... Bu arada her yerde komünizmin tahmin edilebilecek nedenlerle yerlebir ettiği ama son dönemde baştan inşa edilen kiliselerin çokluğunu da hatırlatayım.

SOĞAN KUBBELER

Sonra göller bölgesi geliyor. Giderek büyüyerek: Beyaz Göl, Onega, derken en büyüğü olan Ladoga. Suyun rengi mavinin tüm tonlarına dönüşüyor. Doğanın hükmü kesin. Kovja Nehri’nden Onega’ya girip Kiji Adası’na ulaşıyoruz. Rusya Federasyonu’nun Karelya Cumhuriyeti’ne ait Kiji, ülkenin en kuzey noktalarından. Yılan kavisli kuleleriyle göze çarpan Transfigürasyon Kilisesi, dünyanın en büyük ahşap kilisesi ve UNESCO korumasında... Civarda birçok ahşap yapı ve de değirmenler görülüyor.

Saraylar pırlantası köprüler gerdanlığı

10 günlük gezimiz, Neva Nehri üzerindeki St. Petersburg’da noktalanıyor. Gerçi orada başlayıp Moskova’da biten gemi turları da yok değil. O zaman aşağıdan başlayıp sürekli yükseliyorsunuz. Ama galiba bizimki en iyisiydi: Uzun bir yolculuğun böylesine bir güzellikle taçlanması daha hoş değil mi?

AVRUPALI SANATÇILAR İPEK GİBİ DOKUMUŞ

Çünkü Büyük Petro’nun 1703’te imparatorluğa yeni başkent olarak temellerini attığı bu kent öylesine çekici ki... Kimi yazarların eski Mısır’da piramitlerin inşasına benzettiği acımasız bir yapım süreci içinde yükselen kent, baştan beri bir estetik bütün olarak planlanmış. Tüm Avrupa’dan getirilen mimarlar, ressamlar ve sanatçılar, kenti incelikle, bir ipek dokuma gibi yaratmışlar. Ve insanlığa armağan etmişler.
Böylece Neva ile iç içe kent, bir Kuzey Venediki’ne dönüşmüş. Her yerde görülen o rengârenk soğan kubbeli yapıların en güzelleri burada. Saray Meydanı’nın eşi-benzeri yok. Ve tüm o saraylar: Kışlık Saray, yazlık Peterhoff Sarayı, Aniçkov, Pavlovsk, Mariinski sarayları. Ve bir o kadar kilise, kale, manastır.
Kuruluşu 1764’e, Büyük Katerina dönemine inen Hermitage Müzesi’nin zenginlikleri için kitap yazmak gerekir!.. Bu harika mekânı gezerken, birkaç Türk grubu nedeniyle rehberlerin elinde küçük Türk bayraklarının dalgalanması ayrı bir hoşluktu.
Son gün gezdiğimiz Peterhoff’un bahçeleriyse tam bir rüya... Baltık Denizi’ne dek uzanan böylesine geniş bir alanda yeşilin her türlüsü, suyun havuzdan fıskıyeye bol kullanımı, usta bahçe mimarlarının çabası ve altın kaplı sayısız heykelle yaratılan güzellik, resmen başımızı döndürdü.

YAPILMASI GEREKEN

Umuyorum ki son günlerde G-20 toplantısı için bu mekânda bulunan Sayın Başbakan da bu güzelliği fark etmiş olsun. Biz burada üç karışlık yeşil alanlar için neredeyse savaş verirken, kimi dünya kentlerinde yeşilin ve suyun bu görkemli bayramı görmeye değer.
Son bir not. Bu gezide özellikle sanat ve kültüre eğildiğimiz oranda şunu fark ettik: Ruslar Avrupa, giderek dünya kültürü içinde önemli yer tutan işler yapmış, eserler yaratmışlar. Her uygarlığa duyduğumuz sevgi ve saygıyı onlara da duymak ve ilişkilerimizi bu yönde giderek geliştirmek en doğrusu.

False