GeriSeyahat Pamuklara sarılmış gerçek bir hazine
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Pamuklara sarılmış gerçek bir hazine

Pamuklara sarılmış gerçek bir hazine

Pamukkale, Hierapolis ve Laodikya üçlüsü hem doğanın gücüne hayran bırakıyor hem tarihin büyüsüne kaptırıyor konuklarını. Denizli’nin bu üç güzeli, Türk turizminin dünyadaki simgesi ancak biz ne kadar biliyoruz? Şifalı sularından efsanelerine ve Kleopatra Havuzu’na Denizli’nin davetine kayıtsız kalamayacaksınız...

Aslında yeni bir kent Denizli. Büyük Menderes Nehri’nin bir kolu olan Aksu Çayı’nın dereleriyle desenlenmiş bir plato üzerine kurulu olsa da antik çağda kent, şimdiki yerinden 6-7 kilometre uzaktaymış. Yıllar geçmiş, Ege kıyılarından iç kesimlere sokulan doğal bir yol üzerinde olan şehre yeni yollar yapılmış, ulaşım kolaylaşmış, nüfus hızla artmış; tarımdan tekstile, sanayiden turizme ülkemizin en büyük 10 ekonomisi arasına girmiş. Denizlililer bununla birlikte doğa ve tarihi miraslarına da sahip çıkmışlar.

Pamuklara sarılmış gerçek bir hazine

Hürriyet Seyahat gezgini Serda Büyükkoyuncu Laodikya’da

En güzeli de bu. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki Pamukkale’nin ‘traverten’ denen beyaz pamuksu yüzeylerinin oluşum sebebi, yer altından yeryüzüyle buluşmaya çıkan termal suların içindeki minerallerin havadaki oksijenle karşılaşması...
Pamuklara sarılmış gerçek bir hazine

Kleopatra Havuzu’nun diğer adı Antik Havuz. Ekstra bilet alarak sıcak suda ve antik sütunların arasında yüzebiliyorsunuz

Bu esnada mineral etki kayboluyor, geriye kalsiyum karbonat kalıyor. Bu madde zamanla çöküp sertleşiyor ve bu sayede travertenler oluşuyor. Traverten bölgesinde 17 tane kaynak var; su sıcaklıkları 33 ila 100 derece arasında değişiyor.

Kleopatra burada da var

Balayını topraklarımızda yapmış olması sebebiyle pek çok yerde Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın adıyla anılan kumsallar, kıyılar, hamamlar vardır; duymuşsunuzdur. İşte bunlar gibi bir Kleopatra Havuzu da Pamukkale’de var, diğer adıyla Antik Havuz. Belgelenemese de yüzyıllar önce bu havuzun, bölgede meydana gelen depremlerin yol açtığı çukura dolan şifalı sularla oluştuğu söyleniyor... Buradaki termal suların özellikle kalp-damar sertliğine, romatizmal, dermatolojik ve gözle ilgili hastalıklara da iyi geldiği söyleniyor. Bu arada yılda 2 milyon turist ağırlayan Pamukkale’ye günübirlik değil de konaklamalı, katma değerli turist çekebilmek ve farkındalık yaratmak için Denizli Genç İş İnsanları Derneği (DEGİAD) ‘Pamukkale’de Dönüşüm Seninle Başlıyor’ isimli bir yarışma düzenlemiş. Türkiye’nin her yerinden 51 proje başvurmuş. DEGİAD’ın mimar üyelerinden oluşan bir çalışma grubu, yarışmaya katılan fikirler arasından 44 bin metrekarelik Pamukkale Köyü’nü baştan aşağı yenileyecek tavsiye niteliğinde bir proje ortaya çıkarmış.

Paraşütü de deneyin

Bölgede uzun konaklamayı kalıcı olarak arttırmak için birkaç yıldır hayata geçirilen sıcak hava balonu ve yamaç paraşütü etkinlikleri de çok favori. Dantel gibi bembeyaz Pamukkale’nin üzerinden balonla da paraşütle de uçmak unutulmaz bir iz bırakıyor seyahatimizde.
Pamuklara sarılmış gerçek bir hazine

Her ne kadar çoğu kez bölgeye göz alıcı travertenleri görmek için gidilse de tepenin zirvesindeki Roma kaplıca kasabası Hierapolis’in kalıntıları bölgenin göz kamaştırıcı adresi. Özellikle geçen yıllarda tamamen gün ışığına çıkarılan ve İmparator Domitian’a adanan Sütunlu Cadde’nin devamında Roma hamamları var. Bugün müze olarak kullanılan bu hamamlar küçük ama eser varlığı açısından ilgi çekici. İçinde heykeller, kabartmalar, paralar ve lahitler bulunmuş. Genelde zenginlerin gömülmesi için yapılan lahitler, ayrıca işlemeleriyle de değer taşıyor. Bir ilginç bilgi: Lahitlerin diğer adı sarkofaj yani ‘et yiyen’.
Pamuklara sarılmış gerçek bir hazine

Cehennem Kapısı

Eskiden insanlar lahitlerin içine koydukları cansız bedenlerin birkaç yıl sonra sadece kemikten ibaret olduğunu görünce böyle bir adı uygun görmüşler. Bergama Kralı 2. Eumenes tarafından MÖ 2’nci yüzyılda kurulduğu düşünülen Hierapolis kenti, adını Amazonlar kraliçesi Hiera’dan almış. Aslında bir Helen kenti olarak günümüze ulaşabilirmiş. Ama MS 60’ta yaşanan büyük depremde neredeyse tamamı yıkılmış, sonrasında da sık sık depremlerden nasibini aldığı için ilk halinden pek eser kalmamış. Bugün gördüğümüz, depremlerden sonra yenilenen Hierapolis.

Hıristiyanlar için kutsal

Burası Roma kentlerinin tipik özelliklerini taşıyor ama esas önemi, Hıristiyanlık için kutsal kabul edilmesi. Çünkü Hıristiyanlığın kabul edildiği ilk yerler arasında. Ayasofya’yı inşa ettiren Bizans İmparatoru Jüstinyen, Hierapolis’teki herkesin pagan geleneklerini bırakması ve Hıristiyanlığı seçmesi için John isimli bir piskoposu görevlendirmiş. O da tam 80 bin kişinin Hıristiyanlığı kabul etmesini sağlayıp 98 kiliseyle 12 manastır inşa ettirmiş. İncil’de de Hierapolis’ten bahsediliyor. Ayrıca 12 Havari’den biri olan Aziz Philip’in Hierapolis’te yaşadığına ve 7 oğluyla birlikte öldürüldüğüne inanılıyor. Aziz Philip için yapılan mezarın kalıntıları da günümüze ulaşanlar arasında. Hierapolis’in mezarlığını dikkatli gözlerle gezmek gerek. Çünkü mezar taşlarında ilginç detaylar var. Bir tanesi, üzerinde yazan bedduayla insanı korkutuyor! Denmiş ki; “Mezarıma girmeye kalkan hırsız, yürüyecek toprak, seyredecek deniz bulamasın, çocuksuz ve mutsuz bir hayatın ardından öldüğünde tanrıların laneti üzerinde olsun.” Ölenlerin şahsi eşyalarıyla gömüldüğü bu mezarlar çok önemsenmiş. Aileler mezar bakımıyla çiçeklendirilmesi için ücret ödermiş... Tüm bunların yanında mitolojik bir öykü ve ‘Cehennem Kapısı’ denilen bir bölümle de dikkat çekiyor bu antik kent.

Kapının sahibi Hades...

Kapının hikâyesine geçmeden önce Hades’i tanımalıyız. Mitolojik bir tanrı; yeraltı ondan soruluyor. Kronos ve Rhea’nın 6 çocuğundan biri. Görünmez, vahşi, söz dinlemez, asabi, kindar, nefret dolu, katı yürekli bir tanrı Hades. Antik Yunan’da yeraltı dünyası mağaraları, nehirleri, tarlaları olan bir yer olarak düşü- nülüyor. Yeraltı deyip geçmeyin, tüm madenler ve yeraltı zenginlikleri orada ve hepsi Hades’in. Hatta tüm yeraltının hazineleri onun olduğu için Romalılar ‘varlıklı’ anlamına gelen Plüton demişler ona sonradan. Hades’in yanında ölüleri kayığıyla yeraltı dünyasına geçiren Kharoon ve bir de Kerberos isimli üç başlı köpeği varmış. Devasa zincirlere bağlı bu korkunç yaratığın görevi, ölülerin yeryüzüne çıkmasını engellemek. İşte 2013’te ortaya çıkarılan Cehennem Kapısı’nın önündeki beyaz heykel, ölüler tanrısı Hades ve köpeği Kerberos. Arazide gördüğümüz kazılardan çıkan heykel parçaları dikkate alınarak yapılmış üç boyutlu bir modelleme aslında. Cehennem Kapısı denen bir mağara gerçekten varmış. Yanına bir de tapınak yapmışlar; Apollon Tapınağı. İnanışa göre mağaradan geçilerek girilen yeraltı dünyasının tanrısı Hades’e kurbanlar veriliyor. İnsanlar kurban için tapınaktaki din adamlarına ödeme yapıyor. O da adak hayvanı tapınağın içine götürüyor ve ilahi bir müdahaleyle hayvan oracıkta ölüyor, din adamı dışarı çıkıyor... Hayvanı öldürenin ne olduğu bilinmiyor!

Ölümcül karbondioksit

Bu efsaneyi araştıran Hardy Pfanz isimli bir Alman biliminsanı olayı çözmüş... Kendisi volkan patlaması ve benzeri jeolojik süreçler sırasında açığa çıkan gazlar üzerinde çalışmalar yapan bir biyolog. Pfanz araştırmaya başladığında mağara girişinde düzinelerce ölü hayvan olduğunu görünce havayı test ediyor. Normal havada karbondioksit oranı yüzde 0.04 civarındayken burada yüzde 80’lere ulaşıyor. Ölümcül bir düzey. Bu aşırı karbondioksit seviyesi, bölgenin kaplıcalarını ve travertenlerini de ortaya çıkaran jeolojik sistemden kaynaklanıyor. Pamukkale, 35 kilometre uzunluğundaki aktif bir tektonik fay hattı bölgesinde. Bu hatlardan biri doğrudan şehir merkezinden geçerek Apollon Tapınağı’na uzanıyor. Ve ölümcül karbondioksit buradan sızıyor. Hayvanları öldüren gaz, din adamlarını neden öldürmüyor peki? Karbondioksit havadan daha ağır olduğu için, geceleri hava daha soğuk olduğunda zeminde birikiyor ve yer seviyesinde ölümcül bir gaz gölü oluşturuyor. Yani burunları yere daha yakın olan hayvanlar bu zehirli bulutta çabucak boğuluyor ama daha uzun boylu olan insanlar hayatta kalıyor. İşte tüm bunlardan dolayı bugün Cehennem Kapısı tuğlalarla örülmüş durumda. İçine girilmiyor ama öyküsü dinleyeni hayran bırakıyor.

Kraliçenin kenti depremlerle yıkılmış

Bir tarafınıza 2.571 metre yükseklikteki Honaz Dağı’nı diğer yanınıza da bembeyaz uzanıp giden Pamukkale’yi alın. Tam ortasında göreceğiniz yer, tarihi MÖ 3.000’e kadar ulaşan Laodikya olacak. Milattan Önce 261-245 yılları arasında, Suriye Kralı 2. Antiokhos tarafından kurulmuş; kente karısı Laodikeia’nin adını vermiş. ‘Laodike’nin kenti’ anlamına geliyor. MS 7’nci yüzyılda büyük bir depremle yıkılmış. Yenisini bugünkü Kaleiçi taraflarında inşa etmişler. Üzerinden çok uzun yıllar geçmiş Selçuklular ve Bizanslılar arasındaki savaşlar sonucu ciddi hasar görmüş Üstelik can damarları su yolları da kullanılamaz hale gelince zamanla terk edilmiş Laodikeia. Denizli’ye 6 kilometre uzaklıktaki bu kent, geçmişte yün ticaretiyle çok zengin olmuş. Yapılan kazılarda geç kalkolitik eski tunç çağına ait mimari, seramik ve çakmaktaşı buluntularına ulaşılmış. Sadece bu kadar değil, Laodikya’nın hazineleri araştırılıyor ve yeni keşifler yapılıyor. Bir açıdan daha Laodikya çok önemli. Aslında yabancı turistlerin antik kentin yolunu tutmasını sağlayan özelliği, İncil’de bahsedilmesi. 4 İncil yazarından biri Aziz Yuhanna’nın cemaatine mektup yazdığı 7 kiliseden biri Laodikya’da. Diğerleriyse Efes, İzmir, Sart, Akhisar, Alaşehir ve Bergama’da.

Ilık sular, ılık insanlar

Laodikya halkı başlarda Hıristiyanlığa geçiş için biraz isteksiz davranmış. Aziz Yuhanna da termal suları kullanarak yaptığı metaforla onlara inceden bir mesaj göndermiş. ‘Yaptıklarınızı biliyorum. Ne soğuk ne sıcaksınız, ılıksınız’ diyerek net olmalarını ya Hıristiyanlığı benimsemelerini ya da reddetmelerini; arada kalmış bir tavır sergilememelerini istemiş. Bu nazik uyarı işe de yaramış çünkü Bizans döneminin en önemli Hıristiyan şehirlerinden biri olacak kadar inançlı hale gelmişler. Hatta bir adım öteye geçmiş Laodikya ve piskoposluk merkezi olmuş. 350 metrelik ölçüsüyle Anadolu’daki en uzun stadyum Laodikya’daymış. Fakat taşları asırlarca başka yapıların inşaatlarında kullanılınca ne yazık ki geriye fazla bir şey kalmamış. Yaklaşık 5 kilometrekarelik alana yayılan Laodikya’nın günümüze ulaşan önemli yapıları arasında; iki tiyatro, dört hamam kompleksi, agora, çeşmeler, giriş kapısı, meclis binası, tapınaklar ve kiliseler var.

False