Serhan YEDİG
Son Güncelleme:
Avrupa’nın sonunda okyanusun kıyısında
Portekiz’in Sintra kenti yakınlarındaki Cabo da Roca, Avrupa’nın batıdaki en uç noktası. Atlantik Okyanusu’na açılan denizcileri bu kayalık tepenin feneri uğurluyor, Avrupa’ya dönenler ilk kez onun ışığıyla karşılaşıyor. Cabo de Roca’nın 140 metre yükseklikteki kayalarından okyanusu seyrederken martılar, atmacalar ayaklarınızın altında uçuyor, görkemli dalgalar içinize korku salıyor.
1492 Ağustosu’nda, Hindistan’a kestirme yol bulma umuduyla yola çıkan İspanyol kaşif Kristof Kolomb, tam sekiz ay denizde kaldı. Karayipler’e ulaştığı bu uzun yolculuğun dönüşünde fırtınaya yakalanan Santa Clara’nın gözcüsü “kara göründü” diye bağırdığında, karşılarındaki kayalık Cabo da Roca’ydı. Portekizli kaşif Vasco De Gama, 1501’de Brezilya’ya ulaşacağı tarihi yolculuğuna çıkarken son kez bu görkemli kayalıklara bakarak kıtasına veda etmişti... Atlantik kıyısından bir duvar gibi 140 metreye tırmanan Roca Tepesi’ndeki fenerin dibinde bugün durup denize bakınca okyanusa açılan ya da Akdeniz’e girmek için sıralanan dev tankerler, yük gemileri görülüyor. Bu kadar yukarıdan, uzaktan hepsi birer oyuncak gibi. Cape Roca bu kadar önemli bir nokta olmasına karşın, İngiltere’nin güney ucundaki Lands End gibi meşhur olamamış. Ne Marconi okyanus ötesine ilk sinyalini göndermek için telsizini buraya kurmuş ne de fener binası Avrupa’daki uzaklıkları belirtmek için sıfır noktasına dönüşmüş. Buna karşın Lands End’den çok daha görkemli, etkileyici, kışkırtıcı... Yemyeşil tepelerin üstünden kıvrılarak uzanan 16 kilometrelik otoyolun ardından ansızın okyanusun sonsuzluğuyla karşılaşmak insana bir tekneye atlayıp Amerika’ya yelken açma cesareti veriyor. Uçan martıların, şahinlerin 100 metre üstünde yürümek ise kanatlanma arzusu...
ESRARENGİZ OLAYLARIN EFSANELERİN BEŞİĞİ
Kışla yazın buluştuğu günlerde Lizbon’a giderken dört maddelik bir liste yapmıştım kendime. Kaleden Tagus Nehri’ni seyredecek, surların hemen altındaki Alfama Mahallesi’nde fado barlarını keşfedecek, ünlü fado topluluğu Madredeus’a adını veren semti gezecek, Cabo da Roca’dan okyanusa bakacaktım. Topu topu iki günüm vardı. Listenin ilk üç maddesini tamamlayıp, sonuncusu için Lizbon’dan trene atladım. Kuş uçuşu 25 kilometre ötedeki Sintra’ya gidecektim önce, sonra otobüse binecektim. Saat başı kalkan ekspres trenlerin 25 dakikada ulaştığı Sintra’ya varmam, normal trenle 50 dakikayı buldu. Yemyeşil bir şehirdi Sintra. Turistik sezon olmamasına karşın, istasyon çevresi ellerinde fotoğraf makineleri, haritalarla keşfe çıkmış turistlerle doluydu. Sintra keşfini dönüşe bırakıp, istasyonun yanından kalkan Cabo da Roca otobüsüne koştum. Uzun bir kuyruk vardı. Bilet için çevrede iki tur atıp, otobüsten alındığını öğrenene kadar trenden inenler durağa dizilmişti. Neyse ki otobüsler sık kalkıyordu. Fazla beklemeden çift katlı aracın üst katına yerleştim.
Ormanların içinden kıvrılarak giden yolun manzarası şehirden ayrıldıktan bir süre sonra değişti. Sert okyanus rüzgarları bu tepelerde ağaç yetişmesine izin vermiyordu anlaşılan. Kıyıya uzanan 16 kilometrelik Sintra Sıradağları, tıpkı İngiltere’nin Cornwall sahilleri gibi göz alabildiğine yemyeşil çayırlarla kaplıydı. Bir başka benzerlik bu bölgenin, tıpkı Lands End’de olduğu gibi, esrarengiz olaylara, söylencelere konu olmasıydı. Hatta Portekiz TV’si bu söylencelerden yola çıkıp korku dizisi hazırlamıştı. Bölge 1994’te milli park ilan edilmişti.
Otobüsümüz arada bir küçük bir evin önünde duruyor, alışverişten dönen yaşlıları bırakıyordu. Otobüste genç Portekizli yok denecek kadar az olduğuna göre, bu bölgede emekliler yaşıyor olmalıydı.
Güneşin masmavi gökyüzünde parladığı, yağmurlarla gürleşmiş yemyeşil çayırları sarımtrak ışıkla aydınlattığı güzel bir gündü. Kuş uçuşu 5-6 kilometre kadar uzağı görebiliyordum. Yine de deniz, sahil yoktu ortada. Oysa yolumuz hepi topu 18 kilometreydi. Derken yol bitti, otobüsümüz şık bir binanın önünde durdu. Arkada kırmızı şeritli bir deniz feneri, yanımızda dev haç iliştirilmiş bir sütun yükseliyordu. Kıyıya gelmiştik ama okyanus yoktu ortada...
Otobüsten inip fener yönünde yürüdüm. Önümdeki patikayı takip edip, tahta parmaklıkların yanına geldiğimde bir an soluğum kesildi, ürperdim. 140 metrelik uçurumun kıyısındaydım. Martılar yaklaşık 50 metre altımda, çığlıklar atarak uçuyordu. Kaydırakta oynayan çocuklar kadar neşeliydiler. Denizden gelip, kaya boyunca yükselen termal akımları bulup, kanat çırpmadan yükseliyor, sonra tekrar aşağılara iniyorlardı. Batıdan esen rüzgar deniz kokusunu taşıyordu yükseklere. Derin bir nefes aldım, gözlerimin bu yüksekliğe alışması için birkaç dakika bekledim.
CAMOES’İN DİZELERİ
Sonra tahta parmaklıklar boyunca uzanan yolu izleyip uçurumların kenarından aşağıya doğru yürüdüm. Yukarıdan göremediğim kıyı şeridi, sahili döven dev dalgaların köpükleri belirgin hale geldi. Dalgaların yüksekliği üç insan boyunu aşıyordu. Kıyıdaki çöküntülere bakılırsa, bu denizin sakin hali olmalıydı. Fırtınada 20 - 25 metre yükseğe çıkıyor olmalıydı beyaz köpükler...
Tepelerin kuytudaki bölümlerini üçgen yapraklı, kuraklığa dayanıklı kazayağı sarmaşıkları kaplamıştı. Bir sonraki otobüse yaklaşık 40 dakikam vardı. Bir kayaya oturup ayaklarımı boşluğa sallandırdım, gözlerim sonsuzluk, boşluk hissine doyuncaya kadar denizi seyrettim. Çevremdeki kütleler o kadar büyük, ufuk o kadar uzaktaydı ki kendimi kum tanesi kadar hissettim. Şehirlerin sokaklarında bakışları körelen, akvaryum benzeri plazalarda egoları şişenler için iyi bir terapi merkeziydi burası: Bir kıtanın kıyısında, okyanusun başladığı noktada...
Fenerin altındaki galeriyi gezmek üzere geriye yürümeye başladığımda rüzgar hızını artırmış, kulaklarımda yankılanan uğultu artmıştı. Cornwall’ın uçurumlarla şekillenmiş sahillerinde yaptığım yürüyüşleri hatırladım. Yıllar sonra okyanusla karşılaşmak beni yine çarpmıştı.
Üstüne haç iliştirilmiş dev sütunun dibine vardığımda kitabesi dikkatimi çekti. Portekizli 16’ıncı yüzyıl şairi Luis de Camoes’un dizeleri kazınmıştı: “Burada, karanın bittiği denizin başladığı yerde...”
Rüzgardan kaçanlar fenerin altındaki galeriye sığınmış, ayaküstü çay, kahve içiyordu. Yapı 1772’de tamamlanmıştı. Işığı yaklaşık 50 kilometre uzaktan görülebiliyordu. Galerideki sekstantlar, haritaların arasına fenerin eski ekipmanları serpiştirilmişti. Tekrar kapıya çıktım. Otobüsüm gelmişti. Yeni bir turist grubu heyecanla uçurumlara koşturuyor, kimileri durmaksızın fotoğraf çekiyordu. “Ne mutlu” diye düşündüm otobüse binerken. Hiç değilse buraya, dünyanın dört bir yanındaki şehirlere uzaklığı belirten yüzlerce tabela yerleştirilmemişti...
LORD BYRON HAKLIYMIŞ
Edebiyat eleştirmeni Francis Hodgson’a 1809’da yazdığı mektupta Lord Byron “Kabul etmek gerekir ki Estremadura bölgesindeki Sintra dünyanın en güzel köyü” diyor. Bugün Sintra 33 bin nüfuslu bir şehir. Yine de güzelliğini koruyor. Üstelik 19’uncu yüzyılın ilk romantik üslüptaki mimari örnekleri sayesinde 1995’te UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiş. Cabo de Roca dönüşü bir tepenin üstüne kondurulmuş Pena Ulusal Sarayı’na gitmek üzere yola koyuldum. Minibüsler, tren şeklindeki turistik araçlar dev manolya ağaçlarıyla süslü Pena Parkı’nın dolambaçlı yollarından çıkarak turistleri 15 dakikada tepeye ulaştırıyordu. Tepeden kilometrelerce ötedeki şehirler, dağlar görülüyordu. Ben azmettim, tropik ormanları andıran parktan yürüyerek yaklaşık bir saatte tepeye çıktım. Portekiz’in yedi harikasından biri kabul edilen saray geçmişte kralların yazlığıydı, bugün cumhurbaşkanı tarafından kullanılıyordu. Buna karşın bir kısmı ziyarete açıktı. Romantik mimari örneği olan yapı özenle korunuyordu. Saat kulesinin balkonundan baktığımda tüm şehir ayaklarımın altındaydı ve yemyeşil bir bahçeyi andırıyordu.
Sintra’da dört saray daha vardı. Herbiri uzaktan bakıldığında masal şatolarını andırıyordu. Egzotik görünümlü Monserate Sarayı’nı 1858’de Sir Francis Cook tarafından bir İngiliz mimara yaptırılmıştı. Bugün lüks otele dönüştürülen neo klasik üsluptaki Seteais Sarayı 1783-87 arasında inşa edilmişti. Kartal yuvası misali bir tepeye konuşlanan Emevi Sarayı, 19’uncu yüzyılda restorasyondan geçirilip, romantik üsluptaki yapılarla zenginleştirilmişti. Korku filmlerindeki şatoları andıran Quinta da Regaleira, kahve ve elmas tüccarı Carvalho Monteiro tarafından 20’inci yüzyıl başında yaptırılmıştı. İnşaatı altı yıl sürmüştü. Park, lüks bir saray ve kiliseden oluşuyordu. Tüm bunları istasyondaki kitapçıdan aldığım katalogdan öğrendim. Zamanım kısıtlıydı, saray gezmek yerine ara sokakları keşfetmekle yetindim. Sarmaşık kaplı taş duvarların arkasındaki çiçek dolu bahçelere baktım parmaklıkların üstünden, parke taşı kaplı sokaklarda, taşları aşınmış kaldırımlarda yürüyüp geçmişin dünyasını hayal ettim.
ESRARENGİZ OLAYLARIN EFSANELERİN BEŞİĞİ
Kışla yazın buluştuğu günlerde Lizbon’a giderken dört maddelik bir liste yapmıştım kendime. Kaleden Tagus Nehri’ni seyredecek, surların hemen altındaki Alfama Mahallesi’nde fado barlarını keşfedecek, ünlü fado topluluğu Madredeus’a adını veren semti gezecek, Cabo da Roca’dan okyanusa bakacaktım. Topu topu iki günüm vardı. Listenin ilk üç maddesini tamamlayıp, sonuncusu için Lizbon’dan trene atladım. Kuş uçuşu 25 kilometre ötedeki Sintra’ya gidecektim önce, sonra otobüse binecektim. Saat başı kalkan ekspres trenlerin 25 dakikada ulaştığı Sintra’ya varmam, normal trenle 50 dakikayı buldu. Yemyeşil bir şehirdi Sintra. Turistik sezon olmamasına karşın, istasyon çevresi ellerinde fotoğraf makineleri, haritalarla keşfe çıkmış turistlerle doluydu. Sintra keşfini dönüşe bırakıp, istasyonun yanından kalkan Cabo da Roca otobüsüne koştum. Uzun bir kuyruk vardı. Bilet için çevrede iki tur atıp, otobüsten alındığını öğrenene kadar trenden inenler durağa dizilmişti. Neyse ki otobüsler sık kalkıyordu. Fazla beklemeden çift katlı aracın üst katına yerleştim.
Ormanların içinden kıvrılarak giden yolun manzarası şehirden ayrıldıktan bir süre sonra değişti. Sert okyanus rüzgarları bu tepelerde ağaç yetişmesine izin vermiyordu anlaşılan. Kıyıya uzanan 16 kilometrelik Sintra Sıradağları, tıpkı İngiltere’nin Cornwall sahilleri gibi göz alabildiğine yemyeşil çayırlarla kaplıydı. Bir başka benzerlik bu bölgenin, tıpkı Lands End’de olduğu gibi, esrarengiz olaylara, söylencelere konu olmasıydı. Hatta Portekiz TV’si bu söylencelerden yola çıkıp korku dizisi hazırlamıştı. Bölge 1994’te milli park ilan edilmişti.
Otobüsümüz arada bir küçük bir evin önünde duruyor, alışverişten dönen yaşlıları bırakıyordu. Otobüste genç Portekizli yok denecek kadar az olduğuna göre, bu bölgede emekliler yaşıyor olmalıydı.
Güneşin masmavi gökyüzünde parladığı, yağmurlarla gürleşmiş yemyeşil çayırları sarımtrak ışıkla aydınlattığı güzel bir gündü. Kuş uçuşu 5-6 kilometre kadar uzağı görebiliyordum. Yine de deniz, sahil yoktu ortada. Oysa yolumuz hepi topu 18 kilometreydi. Derken yol bitti, otobüsümüz şık bir binanın önünde durdu. Arkada kırmızı şeritli bir deniz feneri, yanımızda dev haç iliştirilmiş bir sütun yükseliyordu. Kıyıya gelmiştik ama okyanus yoktu ortada...
Otobüsten inip fener yönünde yürüdüm. Önümdeki patikayı takip edip, tahta parmaklıkların yanına geldiğimde bir an soluğum kesildi, ürperdim. 140 metrelik uçurumun kıyısındaydım. Martılar yaklaşık 50 metre altımda, çığlıklar atarak uçuyordu. Kaydırakta oynayan çocuklar kadar neşeliydiler. Denizden gelip, kaya boyunca yükselen termal akımları bulup, kanat çırpmadan yükseliyor, sonra tekrar aşağılara iniyorlardı. Batıdan esen rüzgar deniz kokusunu taşıyordu yükseklere. Derin bir nefes aldım, gözlerimin bu yüksekliğe alışması için birkaç dakika bekledim.
CAMOES’İN DİZELERİ
Sonra tahta parmaklıklar boyunca uzanan yolu izleyip uçurumların kenarından aşağıya doğru yürüdüm. Yukarıdan göremediğim kıyı şeridi, sahili döven dev dalgaların köpükleri belirgin hale geldi. Dalgaların yüksekliği üç insan boyunu aşıyordu. Kıyıdaki çöküntülere bakılırsa, bu denizin sakin hali olmalıydı. Fırtınada 20 - 25 metre yükseğe çıkıyor olmalıydı beyaz köpükler...
Tepelerin kuytudaki bölümlerini üçgen yapraklı, kuraklığa dayanıklı kazayağı sarmaşıkları kaplamıştı. Bir sonraki otobüse yaklaşık 40 dakikam vardı. Bir kayaya oturup ayaklarımı boşluğa sallandırdım, gözlerim sonsuzluk, boşluk hissine doyuncaya kadar denizi seyrettim. Çevremdeki kütleler o kadar büyük, ufuk o kadar uzaktaydı ki kendimi kum tanesi kadar hissettim. Şehirlerin sokaklarında bakışları körelen, akvaryum benzeri plazalarda egoları şişenler için iyi bir terapi merkeziydi burası: Bir kıtanın kıyısında, okyanusun başladığı noktada...
Fenerin altındaki galeriyi gezmek üzere geriye yürümeye başladığımda rüzgar hızını artırmış, kulaklarımda yankılanan uğultu artmıştı. Cornwall’ın uçurumlarla şekillenmiş sahillerinde yaptığım yürüyüşleri hatırladım. Yıllar sonra okyanusla karşılaşmak beni yine çarpmıştı.
Üstüne haç iliştirilmiş dev sütunun dibine vardığımda kitabesi dikkatimi çekti. Portekizli 16’ıncı yüzyıl şairi Luis de Camoes’un dizeleri kazınmıştı: “Burada, karanın bittiği denizin başladığı yerde...”
Rüzgardan kaçanlar fenerin altındaki galeriye sığınmış, ayaküstü çay, kahve içiyordu. Yapı 1772’de tamamlanmıştı. Işığı yaklaşık 50 kilometre uzaktan görülebiliyordu. Galerideki sekstantlar, haritaların arasına fenerin eski ekipmanları serpiştirilmişti. Tekrar kapıya çıktım. Otobüsüm gelmişti. Yeni bir turist grubu heyecanla uçurumlara koşturuyor, kimileri durmaksızın fotoğraf çekiyordu. “Ne mutlu” diye düşündüm otobüse binerken. Hiç değilse buraya, dünyanın dört bir yanındaki şehirlere uzaklığı belirten yüzlerce tabela yerleştirilmemişti...
LORD BYRON HAKLIYMIŞ
Edebiyat eleştirmeni Francis Hodgson’a 1809’da yazdığı mektupta Lord Byron “Kabul etmek gerekir ki Estremadura bölgesindeki Sintra dünyanın en güzel köyü” diyor. Bugün Sintra 33 bin nüfuslu bir şehir. Yine de güzelliğini koruyor. Üstelik 19’uncu yüzyılın ilk romantik üslüptaki mimari örnekleri sayesinde 1995’te UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiş. Cabo de Roca dönüşü bir tepenin üstüne kondurulmuş Pena Ulusal Sarayı’na gitmek üzere yola koyuldum. Minibüsler, tren şeklindeki turistik araçlar dev manolya ağaçlarıyla süslü Pena Parkı’nın dolambaçlı yollarından çıkarak turistleri 15 dakikada tepeye ulaştırıyordu. Tepeden kilometrelerce ötedeki şehirler, dağlar görülüyordu. Ben azmettim, tropik ormanları andıran parktan yürüyerek yaklaşık bir saatte tepeye çıktım. Portekiz’in yedi harikasından biri kabul edilen saray geçmişte kralların yazlığıydı, bugün cumhurbaşkanı tarafından kullanılıyordu. Buna karşın bir kısmı ziyarete açıktı. Romantik mimari örneği olan yapı özenle korunuyordu. Saat kulesinin balkonundan baktığımda tüm şehir ayaklarımın altındaydı ve yemyeşil bir bahçeyi andırıyordu.
Sintra’da dört saray daha vardı. Herbiri uzaktan bakıldığında masal şatolarını andırıyordu. Egzotik görünümlü Monserate Sarayı’nı 1858’de Sir Francis Cook tarafından bir İngiliz mimara yaptırılmıştı. Bugün lüks otele dönüştürülen neo klasik üsluptaki Seteais Sarayı 1783-87 arasında inşa edilmişti. Kartal yuvası misali bir tepeye konuşlanan Emevi Sarayı, 19’uncu yüzyılda restorasyondan geçirilip, romantik üsluptaki yapılarla zenginleştirilmişti. Korku filmlerindeki şatoları andıran Quinta da Regaleira, kahve ve elmas tüccarı Carvalho Monteiro tarafından 20’inci yüzyıl başında yaptırılmıştı. İnşaatı altı yıl sürmüştü. Park, lüks bir saray ve kiliseden oluşuyordu. Tüm bunları istasyondaki kitapçıdan aldığım katalogdan öğrendim. Zamanım kısıtlıydı, saray gezmek yerine ara sokakları keşfetmekle yetindim. Sarmaşık kaplı taş duvarların arkasındaki çiçek dolu bahçelere baktım parmaklıkların üstünden, parke taşı kaplı sokaklarda, taşları aşınmış kaldırımlarda yürüyüp geçmişin dünyasını hayal ettim.