GeriSeyahat Ortaçağı yaşatan Bohemyalı
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Ortaçağı yaşatan Bohemyalı

Ortaçağı yaşatan Bohemyalı

Prag’ın 170 kilometre güneyindeki Cezky Krumlov, dünyanın en iyi korunan 16 ortaçağ kentinden biri. 1992’den bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. İzlenimlerini yazan okurumuz Aynur Koç, Viyana ya da Prag’a gidenlerin mutlaka görmesini öneriyor.

Cesky Krumlov’a Çek Cumhuriyeti gezimde Prag‘dan gittim. Viyana veya Linz’e kadar geldiyseniz Avusturya sınırına çok yakın olan bu kenti bir günlüğüne dahi olsa mutlaka gezmenizi öneririm . Prag’dan 2.5 saat süren yolculuk için kişi başı yaklaşık 100 TL. ödeniyor. Cesky Krumlov’a gelme nedenim UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olmasının yanı sıra 2008’de National Geographic Dergisi’nce en iyi korunan 16 ortaçağ kenti arasında gösterilmesi.

715 YILLIK FESTİVAL

Büyük araçlar kent içine girmiyor, Budejovicka Köprüsü’nün girişinde bavullar doğrudan otellere gönderiliyor. Saat 18.00 gibi geldiğim kentte gün batımını yakalamak için panoromik manzaralı bir parka gidiyorum. Uzakta dev bir kayanın üzerinde yükselen kale/şato ve altındaki dev kemerler bu ufak kentin ayrıcalığını ortaya koymaya yetiyor. Hradek, Prag’daki Hradcancy’den sonra ülkenin ikinci büyük kalesi. Vlatava (Moldau) Nehri kent içinde at nalı şeklinde kavis yaparak yoluna devam ediyor. Ortadaki yarımada, tahta ve taş köprülerle ana karaya bağlanmış.
14 bin kişinin yaşadığı kentin gelir kaynağı turizm. Her mevsim ilgi görüyor. Yazın özel etkinlikleriyle turist çekiyor. Adını Rosenberg’lerin armasındaki gülden alan “5 Taçlı Yapraklı Gül Kutlaması” bu yıl 715’inci yılını kutlayacak. Müzik, tiyatro meraklıları unutulmamış, 5 farklı festival yapılıyor. Haziran başında Açıkhava Fotoğraf Festivali düzenleniyor.
İlk gece yemek sonrası kentin tarihi meydanı Namesti Svornosti‘deki Hotel Old Inn’den hızla şatoya doğru yürüyorum. Bölge savaşlarda zarar görmemiş. Kentin iki yakasını birleştiren Lazebnicky Most Köprüsü’ne geldiğimde tüm heybetiyle dev bir kaya üzerindeki şato karşıma dikiliyor. Hendekteki köprüsü kalkmış, kapısı kapanmış. Kendimi dışarıda tek başına kalmış gibi hissediyorum. Moldau Nehri köprünün altından salınarak kentin içine süzülüyor. Çek besteci Smetana’nın altı bölümlük senfonik şiirinden Moldau’yu mırıldanarak müziği yalnızlığıma ortak ediyorum. Minorato Manastırı ve St. Host Kilisesi’nin kulesini alttan aydınlatan turuncu ışık nehre düşerek tam bir ortaçağ kenti görünümünü yansıtıyor. Otele dönüşte 300 evin ve pek çok sokağın ortaçağ mimarisini koruduğunu ve 1768’e tarihlenen dünyanın en eski Barok Tiyatrosu’nun da Şato’da bulunduğunu öğreniyorum.

FOTOJENİK NOKTALAR ÖZEL İŞARETLİ

Sabah erkenden yollardayım. Namesti Svornosti’deki 298 yıllık Marian Veba Sütunu’nundan başlıyorum yürüyüşe. Meydandaki turizm ofisinden edindiğim broşürlerde şehir turlarını inceliyorum. 100 TL’ye 90 dakikalık tarihi şehir, 80 TL’ye 350 yıllık Eggenberg Bira Fabrikası’nda 60 dakikalık tadım turları... Ben, kendi başıma gezmeyi tercih ediyorum.
Sokaktaki pankartta Fotoğraf Festivali için şehrin en fotojenik noktalarının tespit edildiği, “OK” işareti yerleştirildiği yazıyor. Festivale gelen dünya fotoğrafçıları ellerinde sehpalarıyla bu noktalar arasında koşturuyor olmalı.
Radnicni Caddesi’ndeki dükkanların vitrinleri lal, amber ve buraya özgü yeşil moldavitten yapılmış takılarla dolu. Ufak sanat galerileri, resim atölyeleri, kafeler turistlerin uğrağı. TV’deki Kuzey-Güney dizisinden “makara tatlısı” olarak hatırladığım “tredelnik”in nasıl yapıldığını izlemek için bir pastaneye giriyorum. Silindir rulo etrafına sarılan hamur, ağır ateşte çevirilerek kızartılıyor, halka şeklinde kesilip üzerine tarçın serpiliyor. 4 TL’ye aldığım tatlıyı yiyerek Moldau Nehri’nin kıyısında Şato manzaralı bir lokantaya geliyorum. Soğuk siyah bira eşliğinde balık ve salata iyi gidiyor. Öğleden sonra 14’üncü yüzyıldan kalma içinde değirmen olan evin önünden Siroka Caddesi’ne çıkıp aynı yıllarda yapılan cepheleri resimli gotik evleri gezmeye devam ediyorum. Yoluma çıkan yüksek tonozlu çatısı, freskleri ve şapeli ile Avrupa’da çok ünlü olan St. Vitus Kilisesi’ni de geziyorum. Nehrin karşı tarafında, Horni Caddesi’ndeki Kaplanka adlı bina kentteki ilk Rönesans yapısı. Köşesinde ilginç bir de çıkma var. Ana meydan Svornosti’ye döndüğümde Marian Veba Sütunu’nun önünde üç kişinin ortaçağ kıyafetleriyle arya söylediğini duyuyorum. Turistlere yapılan bir hoş bir gösteri, asla bahşiş almıyorlar, birlikte fotoğraf çektiriyoruz. Sütunun önündeki merdivenlere oturup iyi ki Cesky Krumlov’a gelmişim diyerek kendimi aryaların güzelliğine bırakıyorum...

Rönesans tarzı odalar, 18’inci yüzyıl oyunlarına açık Barok Tiyatro

Küçük kentin görkemli şatosu rehbersiz gezilemiyor, çekim yasak. Kısa ve uzun turlar dev kemerlerin üzerindeki terasta bitiyor. İsteyen ayrıca bahçe, Yazlık Köşk turuna çıkıyor.
Şatonun yapımına 1253’de Vitkovci Ailesi başlar. 1302’de kent yönetimiyle birlikte Rosenberg’lere geçer. 300 yıl sonra son Rosenberg’in borçları karşılığı şato Habsburg’lara geçer. 1947’ye kadar son sahibi Schwarzenberg’lere konut olur. O yıl kamulaştırıp müze yapılır. Şatonun ilgi çeken bölümleri, Rönesans ve barok tarzı döşenmiş odalar, duvarları resimsiz şapel, tablolarıyla Sanat Galerisi. En önemli bölüm 1768’de yapılan, hâlâ 18’inci yüzyıl oyunlarının sahnelendiği Barok Tiyatro. Turistlerin çoğu terasta uzun bir mola veriyor. Bir şeyler atıştırken ayaklarının altındaki kentin yapılarını fotoğraflıyor. Terasın cazibesinden sonra bahçe turu çekici gelmiyor.

False