GeriSeyahat Nazilerin vahşetini görmeye gitmiştim büyüleyici bir kültür şehriyle karşılaştım
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Nazilerin vahşetini görmeye gitmiştim büyüleyici bir kültür şehriyle karşılaştım

Nazilerin vahşetini görmeye gitmiştim büyüleyici bir kültür şehriyle karşılaştım

38 yaşında, klasik müzik ve edebiyat meraklısı bir avukat Feyzi Erçin. 15 yıldır her fırsatta, iş gezilerinin dışında, tüm tatillerinde de dünyayı geziyor.

Yılda en az iki kez 10’ar günlük yurtdışı seyahatlerine çıkıyor. Önce müziği, edebiyatı, mimarisine hayran olduğu Avrupa’yı şehir şehir gezdi. Ardından Latin Amerika, Uzakdoğu ve Afrika’ya uzandı. Bugüne kadar 42 ülkeye ayak bastı. "Latin kültürüyle tanıştıktan sonra Avrupa medeniyetinin yüceliğine inancım azaldı" diyen Erçin, Avrupa’nın kültür başkentlerinden Krakow’u anlattı.

İlk yurtdışı gezime üniversiteden mezun olduğum yıl çıktım. 1993’te Almanya’dan uluslararası değişim programıyla gelen öğrencilere ev sahipliği yapmıştım. İadeiziyaret için Almanya - İsviçre sınırındaki Konstanz’a gittim. Fırsattan yararlanıp Köln, Frankfurt, Münih ve en büyük tutkum Bayreuth’a uğradım. 10 günlük tur, Konstanz’daki öğrenci partisiyle bitti. 1999’a kadar Avrupa’nın birçok şehrini gezdim. Bazı Balkan ve eski SSCB ülkeleri hariç, görmediğim yer kalmadı sayılır. Rotalarımı önceleri klasik müzik tutkum, Avrupa kültürüne hayranlığım yönlendirdi. Örneğin çok sevdiğim bestecilerin yaşadığı yerleri görmek üzere Budapeşte, Prag, Viyana’ya gittim. 2000’e kadar her fırsatı, yani iş gezisi ve tatili Avrupa’yı keşfetmek için kullandım.

KÜBA, BAKIŞIMI DEĞİŞTİRDİ

İş için gittiğim Güney Afrika ve Japonya’yı bir kenara bırakırsak, ilk yedi yılda Avrupa’yı gezdim. 2000’de, çok sevdiğim bir dostumun yönlendirmesiyle, aslında pek de merak etmeden Küba’ya gittim. Bu gezi ufkumu açtı. Hatta, Avrupa medeniyetine inancım azalmaya başladı. Diğer kültürlerin insanı besleyen zenginliklerini fark ettim. Sonraki yıllarda uzun tatillerimin neredeyse tamamında Afrika, Güney Amerika, Asya’ya gittim. Her yerde çok mutlu oldum. Hepsini çok sevdim. Cibuti hariç! Çünkü Fransa-Arap karışımı ve her iki kültürün en kötü yanlarını almışlar. Başıma gelmedik kalmadı, üç gün burnumdan geldi. Tam bir zaman kaybıydı. Aynı gezinin Etiyopya bölümü çok güzel geçti. Karşılaştığım tarih ve kültürel zenginlik, tahminimin ötesindeydi: Judaizmin kökenleri, mimari ve insanoğlunun ilk yaşam örneklerini görmek mümkündü. Ayrıca, misafirperver bir ulustu.

Latin Amerika’nın heyecanı, canlı yaşamı, dinamizmi cazip. Afrika’da ise mütevazi, yoksul koşullardan, sade ve mutlu bir yaşam üretilmesi etkileyici. Avrupa’da gezerken, böyle mutluluk hissi alamazsınız insanlardan. Uzakdoğu’nun huzuru, dinginliği etkileyici. Vietnam’da halkın başına Batılılar yüzünden bin bir felaket gelmiş ama hálá çok misafirperverler. Bizim yetiştirilme ve hayatı algılama tarzımızdan çok farklı bir noktada oldukları ortada. Amerikalıların böylesine basit bir hayata müthiş bir askeri güçle saldırmış olması çok komik... Kamboçya etkileyici, kaotik bir ülke sayılan Çin’de binlerce kişinin toplu olarak meydanlarda taichi yapması, bunu günlük hayata yayması etkileyiciydi. 2008 programımda, Bosna, Hırvatistan, Endonezya ve Meksika var. Bu arada merkezi Afrika’daki ülkeleri mutlaka görmek istiyorum. Şili ve Tibet’i merak ediyorum.

Gezdiğim ülkelerde öncelikle insanların nasıl yaşadığı, günlük hayatlarında neler yaptıkları, nasıl eğlenip nasıl iletişim kurduklarını incelerim. Daha sonra ülkelerin yakın geçmişlerindeki tarihsel olayların izlerini görmeye çalışırım. Müzeleri gezerim. Ardından sokaklara çıkıp mimariyi incelerim. En son eğlence hayatı gelir.

GENÇ VE DİNÇ BİR ŞEHİR

Chopin’in anavatanını hep merak ederdim. Ayrıca insan zekasının kötülüğün doruğuna nasıl tırmandığını anlamak için Aushwitz, Birkenau toplama kamplarını görmek istiyordum. Krakow’a sonbaharda, dört günlük bir tatil için gittim. Kent savaştan yıkılmadan çıkmayı başarmış. Prag’a benzemekle birlikte çok daha mütevazı, zarif. Prag turistik ve kremalı bir pasta gibidir. Üniversite kenti olduğu için Krakow’un nüfusu genç. 750 bin nüfuslu kentin sakinlerinden yüzde 30’u 11 akademik kurumda okuyan öğrenciler. Bu enerji sokaklara yansıyor. Hayatın tadını çıkarmayı, eğlenmeyi biliyorlar. Polonya, Bulgaristan bile AB’ye girdi, biz niye giremiyoruz, diyoruz. Doğu Bloku’ndaki yıllara rağmen Krakow’un kültürüyle, mimarisiyle, yaşam alışkanlıklarıyla ne kadar Avrupa kenti olduğunu gördüğümde, bu düşüncemizin yersizliğini bir kez daha anladım. Geçmişte aristokratların şehriymiş, son yüz yıldır Polonya’da entelektüellerin başkenti. Tiyatro, sinema, edebiyat, görsel sanatlar alanında birçok önemli isim bu kentten çıkmış. Nobelli şairler Wislawa Szymborska, Czeslaw Milosz, sinemacı Andrej Wajda, Roman Polanski, çağdaş müziğin önemli bestecilerinden Krzysztof Penderecki, hatta Nobelli Arnavut romancı Ivo Andriç bu atmosferde yetişmiş. UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesine giren, 2000’de Avrupa Kültür Başkenti seçilen Krakow’un sokaklarda yürürken halkın kente nasıl sahip çıktığını görüyorsunuz. Mimari dokuyu koruyan, sokakları tertemiz tutan, süsleyen kamu kurumları değil, halkın kendisi.

TÜRKLER SAAT BAŞI HATIRLANIYOR!

Kent meydanındaki St Mary Bazilikası’nın kulesinden, saat başında duyulan trompetin çaldığı Hejnal’ın neden ansızın yarıda kesildiğini merak ettim. Nedenini öğrendiğimde biraz moralim bozuldu. 13.yy’daki Tatar işgali sırasında, trompetçi alarm veren okla öldürülmüş. Öykü, Türklere maledilerek aktarılıyor ne yazık ki... Meydandaki çarşı geçmişte hal binasıymış. Şimdilerde çok güzel cam, seramik biblolar, el işleri satılıyor.

Kentin ortasındaki ünlü Wawel Şatosu, Vistula Nehri’nin kıyısında, aynı adlı tepenin üstünde. Yüzyıllar boyunca kraliyet ailesine ev sahipliği yapmış, 2. Dünya Savaşı’nda Nazilere karargah olmuş. Parke taşlarıyla kaplı bir yokuştan tırmanılıyor. Dev şatondan hatırladığım tek ayrıntı, kabul salonunun tavanına yerleştirilen, özenle boyanmış, tahta insan başlarıydı. Sanki "kelleniz her an uçabilir" demek istemişler elçilere. Şatonun bahçesinden izlediğim günbatımı manzarasını unutamıyorum. Böylesine huzurlu bir atmosferden, alacakaranlıkta şehre kuşbakışı bakmak harikaydı.

VOTKA MABEDİ GİBİ

Yolculuk öncesi mutfak kültürü ve içecekler hakkında araştırma yapmıştım. Yine de votka kültürüne hayran kaldım. Ballı, sarı, biberli, buğday dalıyla tatlandırılmışı dahil 10 civarında farklı votka tattım. Bu arada votka ritüelini öğrendim: Şişesi, bardakları buzlukta tutuluyor. Zeytinyağı kıvamına gelen votka küçük bardaklarda, tek yudumda içiliyor. Meyveli türlerini pek sevmedim, ballısına çok şaşırdım. İçlerinde en çok, buğday yaprağıyla tatlandırılan Zubrovka’yı beğendim, dönüşte şişelerce aldım. Katedral Meydanı’nın çevresinde, turistik yönü ön plana çıkmayan çok güzel, otantik restoranlar keşfettim. Soslarla hazırlanan et yemekleri harikaydı. Mantar çorbasının tadı damağımda kaldı. Bu arada kentin pastanelerindeki zenginlikten de etkilendim.

KAMPLARDAKİ İNSANLIK DERSİ

Krakow’a gidip, "benim yüreğim kaldırmaz" gerekçesiyle Nazi kamplarını gezmemek bence büyük bir umursamazlık. Hayat dersi niteliğindeki kamplarda, okul turuyla gelen öğrencilere rastladım. Demek ki çocukların bu vahşeti görmesinde sakınca yokmuş. Her iki kampa da müthiş bir düzen hakim. Barakalar, infaz odaları, tel örgüler milimetrik düzenle yerleştirilmiş. Bu görüntü fabrika havası veriyor kamplara, vahşeti ilk bakışta hissetmiyorsunuz. Fakat kurbanlardan kalan eşyaların sergilendiği bölüme girdiğimde, yaşanan vahşeti tüm çıplaklığıyla hissettim. Birkenau’dan hafızama kazınan görüntü, tren raylarının bittiği noktaydı. Kurbanların neler yaşadığını ise yemekhane ve tuvaletlerde hissettim. İnsanoğlunun zekasını, bilgisini nasıl böyle bir vahşet için kullandığını, makineleşebildiğini, kötülükte kusursuzlaşabildiğini görmek çarpıcıydı. Kurtulanların yıllar sonra Filistin’de benzer kötülükleri, vahşeti başkalarına nasıl yaşatabildiğini düşündüm. İnsanlığın geleceği hakkındaki umutsuzluğum pekişti...

Paris ve Barselona dışında hiçbir kente geri dönmek, daha derinlemesine keşfetme ihtiyacı hissetmemiştim. Krakow’a mutlaka bir kez daha gitmek istiyorum.

EN SEVDİĞİ 5 YER

 Buenos Airesá Havana á Venedik á Barselona á Krakow

seyahatte ne okuyor

Gittiği yerle ilgili tarihi, edebi kitaplar

ne yiyor ne içiyor

Yerel, özgün lezzetleri tadıyor

ne giyiyor

Spor ve eski kıyafetler

neyle seyahat ediyor

Uçak ve toplu ulaşım araçlarıyla

nerede kalıyor

Tercihen butik otellerde

çantasının vazgeçilmezleri

Lonely Planet, fotoğraf makinesi ve aksesuvarları, kitap, su, portatif satranç takımı

kiminle seyahat ediyor

Arkadaşlarıyla

False