GeriSeyahat Krater gölüne yolculuk
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Krater gölüne yolculuk

Krater gölüne yolculuk

Artık dönüş yolundaydım. Van'dan yola çıktığımda güneş yeni doğmuştu. Yol ıssızdı. Bu kimsesizliğin yüzlerce kilometre süreceğini o an bilmiyordum. Aslında araç trafiği, bölgenin ekonomisi konusunda önemli ipuçları veriyordu.

Yollarda kamyon, TIR görünmüyorsa, yörede işler iyi gitmiyor demekti. İşlerin iyi gitmediği yerde de, özel araba trafiğine de pek rastlanmıyordu. Çünkü yola çıkacak araba sayısı kısıtlıydı. Doğu gezim sırasında genellikle ıssız yollarda yolculuk ettim.

Van Gölü'nün kıyısından Tatvan istikametine doğru ilerliyordum. İnişler, çıkışlar, virajlar, koyun sürüleri, çiçekli yeşil dağlar, döne döne av arayan kerkenezler, silahlı korucular, devriye gezen zırhlı araçlar... Bir süre gittikten sonra yol jandarma tarafından kesildi. Kimliğim kontrol edildi. Bu işlem Malatya'ya varıncaya kadar sürdü. Bir zamanlar güneş battıktan sonra ulaşımın yasaklandığı yollar, artık her türlü tehlikeden arınmıştı. Gece-gündüz istediğiniz saatte, dilediğiniz yere korkmadan gidebiliyordunuz.

Kuskunkıran Geçidi'nin zirvesinde durdum. Tabelada yazılana göre 2235 metre yüksekteydim. Dışarı çıkıp rüzgarı soludum. Sessizliğin uğultusunu dinledim. Niye buralardayım diye düşündüm: Macera tutkusu mu, öğrenme arzusu mu, uzaklara duyduğum merak mı, özgürlük aşkı mıydı beni yollara düşüren?... Bilmiyordum. Rüzgarın önünde sürüklenen, kaybolmuş bir bulut gibi dolaşıp duruyordum.

KRATERE YOLCULUK

Yeniden yola devam ettim. Döne döne indiğim dağlara tekrar döne döne tırmandım. Bir süre sonra, bir tepenin üstünde Tatvan'ı gördüm. Gölün kıyısında, yeşili bol, modern görünüşlü bir ilçeydi. Bir bakkalın önünde durup, ekmek, peynir ve su alıp, Nemrut Dağı'na doğru tırmanmaya başladım. Tabelada zirveye olan uzaklığın 13 kilometre olduğu yazıyordu. Van Gölü'nü kuş bakışı seyretmenin keyfini yaşamak için arabamı bir süre kenara çektim.

Zirveye yaklaşırken, güneşin altında parlayan siyah lav taşlarını gördüm. Hoş ama ürkütücü bir manzaraydı. Bildiğim kadarı ile volkan en son 1441 yılında püskürmüştü. Demek ki bu taşlar, yaklaşık 600 yıldan beri burada duruyordu. Durup birkaç küçük siyah taş topladım. Bu taşlar şimdi ‘Anılar Müzemin’ en eski parçalarını oluşturuyor.

3050 metre yükseklikteki zirveden sonra, kraterin içine (veya arzın merkezine) doğru inmeye başladım. Büyük göl uzaklarda lacivert lacivert göründü. Aşağıya indikçe yol bozuldu, taşlı topraklı bir hale büründü. Kraterin içinde yapayalnızdım. Biraz ürktüm. Arabaya bir şey olsa öyle kala kalacaktım.

ÇANAKTAKİ GÖLLER

Çanağın içinde irili ufaklı tam beş tane göl vardı. İlk tepeyi aştığımda karşıma küçük göl çıktı. Suyu oldukça sıcaktı. Sonra buhar bacalarına gittim. Burada yerden buhar fışkırıyordu. Sanki Nemrut Dağı nefes alıp veriyordu. Yerin altındaki enerjiyi farkedebiliyordum. Daha sonra büyük göle geçtim. Türkiye'nin en derin gölünün soğuk, lacivert sularını seyretmek için bir kayanın üstüne oturdum. Çıkardığım gürültüden ürküp, saklandıkları çalıların arasından havalanan kekliklerin telaşlı uçuşlarını izledim. Bir başka dünyada olduğum hissine kapıldım.

Böylesine ilginç, güzel, şaşırtıcı bir coğrafya parçasının, gezginlerimiz tarafından neden dikkate alınmadığına bir kez daha üzüldüm. Güneş altında kavrulmak için avuç avuç para ve zaman harcayanların, buralara gelmemekle neler kaçırdıklarına şahit oldum.

Düzgün bir kayayı masa niyetine kullanıp kahvaltımı ettim. Sonra seyyar ocağımda kahve yapıp, göl manzarasına karşı yalnızlığımın keyfini çıkardım. ‘Bir kraterde kahvaltı etmek de varmış’ diye düşünerek kendi kendime güldüm. Dönüş yolunda önce dağı aşıp Ahlat'a gitmeye niyetlendim. Ama yolların yalnızlığından ürküp, bu kararımdan vazgeçtim. Adeta bir açık hava müzesi olan Ahlat'a bir kaç saatin yetmeyeceğini, onca güzelliği görmek için, daha geniş bir zaman dilimini buraya ayırmak gerektiğine karar verdim.

Nemrut Dağı'ndan Van Gölü'nü seyrede seyrede düzlüğe inip, Muş istikametine doğru yol almaya başladım. Göz alabildiğine dümdüz uzanan bir yolda, gaz pedalını okşayarak, ılımlı bir hızla yoluma devam ettim. Arada bir karşıma çıkan kamyon ve TIR şoförlerine, selektör yapıp selam verdim. Dağ başlarında terk edilmiş mezra sakinlerinin şimdi nerede, ne tür bir yaşamın peşinde koştukları konusunda düşünceler üretmeye çalıştım.

Bitlis kavşağında, sapıp sapmama konusunda kısa bir tereddüt geçirdikten sonra, direksiyonu Bitlis'e doğru kırdım. Siz de benim gibi gitmediğiniz bir kenti düşler misiniz?.. O kenti gördüğünüzde düş kırıklığına uğradığınız olur mu?.. Ben çoğunlukla, düşlerimin gerçeğe pek yaklaşmadığını görürüm. Bitlis'te de böyle oldu. Ben bu kenti nedense (belki de çok uzaklarda olduğu için) daha yoksul, daha silik, daha dağınık, daha renksiz, daha sessiz düşlemiştim. Yoksulluğu ve sessizliği haricinde, tüm diğer tanımlamalarımda yanıldığımı gördüm.

Yamaçlarda, ağaçların arasında inşa edilmiş eski taş evlerin (Mardin benzeri) görkemi anlatılacak gibi değildi. Bu evler Bitlis'in, bir zamanlar oldukça varsıl bir kent olduğunun en önemli şahitleriydi. Yol üstünde kimi yıkılmış, kimi eski görkemini koruyan yolcu hanları vardı. Baş Han, Papşen Han bunlardan aklımda ismi kalanlardı. Asya'ya giden veya Asya'dan gelen yorgun ve yüklü kervanların soluklandığı mekánlardı. Hanlardan birini gezerken, o zamanki gezginlerin işinin ne kadar zor olduğunu düşündüm.

KENTİN SÜSLERİ

Söylencelere göre kentin adı Asur dilinden geliyordu. Asurca'da Bit, yurt anlamını taşıyordu. Onun için bu kente, Bit-Liz: Liz'in yurdu demişlerdi. Bu kenti Yunanlılar Boad-Lais, Bizanslılar Bal-Lais-on, Araplar Bad-Lis, Ermeniler ise Pageş diye anmışlardı. Bitlis aynı zamanda camiler ve türbeler kenti olarak da anılıyordu. 26 türbe, 24 cami ve mescit, 15 han, 2 kervansaray, 4 hamam tarihte olduğu gibi, bugün de kentin süsü olmayı sürdürmüşlerdi.

Tüm bunların arasında, kentin tam ortasında yükselen Bitlis Kalesi, görenleri kendisine hayran bırakıyordu. Evliya Çelebi'nin anlattığına göre kalenin öyküsü şöyleydi: ‘İskender, Bitlis'ten gelen nehrin suyunu içip, her hastalıktan kurtulur. Bunun üzerine Bidlis adındaki hizmetkarını çağırıp şöyle buyurur: Ey has kölem, hasların hası!.. Benim kesemden binlerce kese para harcayarak bana bir kale yap ki, ben Çamapur ülkesinden gelinceye kadar tamamlansın. Ben bile o kaleyi kuşatsam almakta güçlük çekeyim...’

Tarihi 5 bin yıl öncesine dayanan Bitlis, şimdilerde içine kapanmış bir vaziyette yaşamı akıtıp gidiyordu. Bitlis'i terk ederken, bu kenti iki paragrafa sığdırmakla ne kadar haksızlık ettiğimin farkına vardım. Bir gün bu hatamı telafi etmeye söz vererek vicdanımı rahatlattım ve Muş istikametine doğru gaza bastım.

Yolda yine kimsecikler yoktu. Yeri gelmişken burada bir hatırlatma yapmalıyım: Doğu Anadolu'nun bu kesiminde, Batı bölgelerinde olduğu gibi sık sık benzin istasyonuna rastlanmıyordu. Rastlananlarda ise tuvaletler pek girilecek gibi değildi. Onun için yola çıkmadan önce, gerekli tedbirleri almakta yarar vardı.

MUŞ'UN YOKUŞU

Yol dümdüz, Muş Ovası'nın ortasını yarıp gidiyordu. Yolun her iki tarafı, ufka kadar uzanan tarlalarla kaplıydı. Ben geçerken henüz sararmamış olan ekinlere bakıp, Türkiye'nin hiç bir zaman aç kalmayacağına karar verdim. Aslında Konya Ovası'ndan, Menderes Ovası'ndan geçerken de, bu uçsuz bucaksız bereketli topraklara bakıp aynı duygulara kapılıyordum.

Uzaktan, kavak ağaçlarının arasından Muş göründü. Ben de ünlü türküyü mırıldanmaya başladım: ‘Burası Muş'tur, yolu yokuştur, giden gelmiyor, acep ne iştir...’ Muş dümdüz bir kentti. Acaba türküde hangi yokuştan bahsedilmişti?.. Kentin içinde kısa bir tur atmama rağmen, her hangi bir yokuş göremedim. Bu yazıyı yazarken konuyu Muş'un fahri hemşehrisi, gazetemiz yazarlarından Ferai Tınç'a açtım. O, Muş'ta az meyilli bir yokuş olduğunu, bu semtten Yemen'e gönderilen bir bölük gencecik kahramanın bir daha geri dönmediğini, türkünün bu acı olayı seslendirdiğini anlattı.

Gördüğüm kadarı ile Muş bir kavak kentiydi. Yolun iki yanına, kavak ağacını işleyen küçük atölyeler sıralanmıştı. Hızar makineleri, talaşları savurta savurta ağaçları kereste haline getirmeye çalışıyorlardı. Muş'un isimsiz kahramanlarını anmak için, türküyü bir kez daha (becerebildiğimce) söyleyip Bingöl'e doğru ilerledim.

Yeşili bol bir kent olan Bingöl'de bir çay molası verip, elimi yüzümü buz gibi suyun altına tuttum. Güneş zirveye çıkmış, sıcak dalga dalga Bingöl'ün üstüne çökmüştü. Isının asfalttan yükselişi, gözle görülür hale gelmişti. Yolculuklarımda bu anları pek sevmem. Arabayı bir ağaç gölgesine çekip, bir süre dinlenmeyi tercih ederim. Ama bu sefer öyle yapamadım. Çünkü önümde daha epey kilometre vardı. Elazığ'ı geçip, Malatya'ya varmam gerekiyordu.

BİR TEŞEKKÜR

Yıllardan beri o diyar senin bu diyar benim dolaşıp durdum. Bu dolaşmalar sırasında da gittiğim yerlerin tatlarına bakmayı da ihmal etmedim. Sizlere öve öve bitiremediğim bu tatların, bana ihanet edeceklerini hiç aklıma getirmedim. Meğer onlar bunca yıldan beri, damarlarımın içinde gizli gizli birikiyorlarmış. Yılların usta hekimi Prof.Dr.Üstün Korugan'ın uyarısı üzerine, damarlarım tam olarak tıkanmadan işin farkına vardım.

Geçen hafta İnternational Hospital'de kendimi, değerli kardiyolog Tuğrul Okay'ın eline teslim ettim. Pembe Sarısakal, Dürdane Ötgen ve Feray Tüysüz'den oluşan anjiyo ekibi, 70'li yılların Fransızca şarkıları eşliğinde, korkumu yenmem için ellerinden gelen gayreti gösterdiler.

Doç. Dr. Tuğrul Okay, maharetli elleri ile kasığımdan soktuğu telin ucundaki balonları şişirdi, tel kafesleri yerleştirdi ve daralan damarlarımı açtı. Tüm bunları güle oynaya ekrandan ben de seyrettim.

Sadece bir gün yatıp, ertesi gün işimin başına döndüm. Başta Tuğrul Okay olmak üzere tüm anjiyo takımına, İnternational Hospital'in bana müthiş itina gösteren sağlık ekibine teşekkür ederim.

Tabii bu arada gençlik arkadaşım Prof.Dr.Murat Tuzcu'yu da unutmamam gerekiyor. Ta Amerikalardan işe müdahale etti ve beni Tuğrul Okay gibi çok değerli bir hekimin eline teslim etti. Ona da minnet borçluyum.

Artık eskisinden daha sağlıklıyım. Tek derdim Tuzcu ve Okay'ın alt alta sıraladıkları yasak listesi. Şimdi o yasakları delebilmek için harıl harıl çözümler arıyorum.
False