Hayalet yazar: Andrew Jolly

Güncelleme Tarihi:

Hayalet yazar: Andrew Jolly
Oluşturulma Tarihi: Mart 18, 2022 14:13

Kimliği sırrını hâlâ koruyan, ‘hayalet yazar’ Andrew Jolly ‘Askerin Günü’nde bir ailenin üç kuşağına yayılan laneti, savaşın bireysel hayatlara yaptığı yıkıcı etkileri, insani tutkuları, yitip giden değerleri barındıran çarpıcı bir hikâye anlatıyor.

Haberin Devamı

Yazarın ismini ‘Seni İçime Gömdüm’ romanından hatırlayabilirsiniz. Birinci basımı 1973 yılında Hürriyet Yayınları arasında -Tomris Uyar çevirisiyle- çıkmıştı. O yılların koşullarında çok öne çıkmadı ama 1998’de Ara Yayıncılık tarafından yapılan ikinci çevirisinde okuyucuların ilgisini çekmişti. 1996’da Ayrıntı Yayınları’na geçen roman 2012 yılına dek tam yedi baskı yaptı. Dikkat çeken nokta, edisyonların hiçbirinde Andrew Jolly’nin hayatına dair bir bilginin yer almamasıydı. Sadece 1996’daki edisyonda Tomris Uyar’ın kaleminden birkaç satırla değinilmişti Jolly’ye:
“Andrew Jolly’nin, özgün adı ‘Lie Down In Me’ olan bu romanını has kitapların kokusunu hemen alan (bir süre önce yitirdiğimiz) Adnan Semih tanıtmıştı bana. Roman beni yalınlığıyla çarptı doğrusu. Yazarın kimliği hakkında herhangi bir bilgi bulunamamasıysa şaşırtıcıydı. Uzun aramalar sonucu Andrew Jolly’nin iki roman yazdığını (öbürü ‘A Time of Soldiers’) öğrenebilmiştim ama yazarın doğum ve ölüm tarihini, kitaplarının hangi yayınevlerince yayımlandığını bulup çıkaramamıştım. Şimdilerde, üçüncü baskıyı hazırlarken en gelişkin bilgisayar ağlarının bile bana yardımcı olamadığı ortaya çıktı. Adnan Semih’teki özgün roman da onunla birlikte kayıplara karıştı. Belki yazarın seçmesi de bu doğrultudaydı, bir sır olarak kalmak.”
Uyar’ın sözünü ettiği ‘A Time of Soldiers’ (Askerin Günü) geçen günlerde yayına hazırlandı. Ne var ki yazar hakkında açıklayıcı bilgiler yine eksikti. Zira aradan geçen 25 yılda internet ağlarına Andrew Jolly’ye dair aydınlatıcı tek bir satır bile -orijinal kitap kapaklarının dışında- eklenmemişti. Kısacası Jolly’nin kimliği sırrını hâlâ koruyor. O hâlâ hayalet yazar...

KAHRAMANLAR ÇAĞININ SONU
‘Askerin Günü’ 1930’lu yıllarda, New Mexico’nun kuzeyinde, El Paso’da başlıyor. Ana karakterlerden Ben, 18 yaşında, üniversiteye gitmeye hazırlanan, okuyup yazan, yakışıklı bir genç. Babası, Meksika Devrimi sırasında ABD ordusunda sınır muhafızlığı yapmış, kimilerine göre kahraman, kimilerine göre disiplinsiz bir asker. Şimdilerde tenzili rütbe ile uzaklarda bir yere sürülmüş. Annesi ile yaşayan Ben’in eğitimini ve rehberliğini ihtiyar rahip Pedro Paloma üstlenmiş. Rahip, Ben ve Ben’in annesi arasında gidip gelen bu ilk bölüm, Ben’in yakınlardaki çiftliğin sahibinin kızı Maritza ile tanışmasıyla son buluyor.
İkinci bölümde 60’lı yılların sonundayız. Bu kez sahnede Ben’in oğlu, Doniphan var. 26 yaşında, Vietnam gazisi. Ancak Doniphan’dan ziyade -tanıklıklar eşliğinde- dedesinin -Doniphan’ın da bilmediği- hikâyesini dinleyeceğiz:
“Senin deden Jack Lear, Ben’in, yani senin babanın babasıdır ve Ben de senin, yani Doniphan Lear’ın babasıdır -John Doniphan Lear- Amerika Birleşik Devletleri Kongresi’nin inayetiyle subay ve bir beyefendi ve şimdi de sertifikalı bir kahraman, bunun kanıtı da senin ceketindeki o şerit (...) Yani senin baban ve deden kahramandı ve bu ıssız ülkede kimse bunu (...) sallamıyor ve hiçbir zaman da sallamayacak çünkü kahramanlık vakaları herkese hayatta işkembeni doldurmaktan, para kazanmaktan ve (...) hoşlanmadığın ya da kullanmadığın şeyleri biriktirmekten daha büyük şeyler olduğunu hatırlatan, istenmeyen şeylerdir çünkü kahramanlık ciddiyete, fedakârlığa, onurluluğa, bu suratsız çağın nahoş laflarına bir davettir.”
Üçüncü bölümde sahneye yine Ben çıkacak. Aşkları, savaşa katılması, evliliği, tutkuları, hayal kırıklıkları, oğlu Daniphan ile ilişkisi ve sonunda ülkesini terk ederek hayatına anlam verecek bir kavga bulma umuduyla uzak diyarlara gidişi...
Bu epik hikâye, son bölümde Doniphan’ın ailesinin ve ülkesinin tarihiyle hesaplaşmasıyla sona erecek:
“Ülke hâlâ güzeldi; haşin ama yine de çekici güzelliği burada, daha yumuşak güzellikleriyse şu korkunç dağların ve çölün ötesindeydi. Ama babasının ve babasının babasının bu ülkede sevdiği şey neyse, gittiğini ve bir daha gelmeyeceğini biliyordu. Kendisi bu ülkeyi hiç sevmeyecek, burada kendine bir yurt bulamayacak ama hiç olmazsa babasının tutkusundan, onu sevmenin müthiş ıstırabından kurtulacaktı.”

DEĞERLER YİTİRİLDİĞİNDE
Andrew Jolly ilk romanı ‘Seni İçime Gömdüm’ü (Lie Down on Me) 1970 yılında yazmıştı. Okumayanlar için hatırlatmakta fayda var, romanda anlatılan bir Kızılderili kadın ile evlendiği için toplumdan dışlanan Meksikalı bir köylünün hikâyesidir. İki yılın sonunda hayata veda eden karısına hak ettiği bir cenaze düzenlemek için karısının cesedini binbir zorlukla dağdan indirir. Ne var ki kasabalılar bir Kızılderiliyi topraklarına gömmeye razı olmayacaklardır. Bir dolu maceranın ardından nihayet karısını gömecek bir yer bulur:
“Ateş, döşeğin altındaki tahtaları yalazlamaya başlamıştı. Döndü Kabrero, yürüdü gitti. O anda, daha önce hiç söylemediği, bir kere bile, eğreltiotlarının yeşil örgüsü altında geçirilen o iki yıl boyunca bir kere bile ağzına almadığı, almak gereğini duymadığı sözcükler geldi aklına. Yat sevgilim. Kıpırdama. Yat bir tanem. Seni içime gömdüm.”
Bir aşk ve macera romanı gibi görünen bu etkileyici hikâyenin arkasında Meksika yerlisinin hem isyankâr ruhunu hem de teslimiyetçi tarafını, ırkçılığı, ikiyüzlülüğü, kötülüğün sıradanlığını ve insani tutkuları anlatan Jolly, belli ki 68’lerin siyasi ve kültürel atmosferinde yetişmiş bir yazar. 1976 yılında yayımlanan ikinci romanı ‘Askerin Günü’nde de benzer temaları ve özellikle Vietnam’a yapılan vurguyla savaş karşıtlığını öne çıkarmış. Bir yandan Meksika isyanına kadar uzanıp Meksika yerlilerinin isyan ve devrim ile olan ilişkilerine değinirken öte yandan sınırın öte tarafına -ABD’ye- geçiyor ve ülkenin karakterindeki büyük değişimi yansıtıyor.

SHAKESPEARE’E YAKIŞAN BİR TRAJEDİ
Kuşaklar arasında gidip gelen, roman kahramanlarının akıbetlerini bölümler yayarak aktaran kurgusu karmaşık gibi görünebilir. Ama her bölümde bir önceki bölümde sırları aydınlatan Jolly, özellikle yarattığı unutulmaz karakterlerle mükemmel bir iş çıkarmış. Ve bu karakterlerin tasvirindeki dili de çok zengin. Mesela Peder Paloma’nın ağzından Ben’i tasvir eden şu satırlar:
“Benim için o, Amerikan karakterinin kaynağıydı ama yine de onu gördüğüm ve konuştuğum ilk andan itibaren aklımda hep dünyanın en eski mitlerinden biri, Adonis, talihsiz delikanlı vardı. Tıpkı ülkesinin büyüklük ânının geçip gitmesi gibi onu bu şekilde düşünmez olduğum an da çoktan geçip gitti fakat o benim o zamanki hafızamda o antik kurbanlık genç imajı gibi sabit kaldı hep. Bir Amerikan Adonis’i... İmgelerde bir tezat olabilir belki. Yine de La Luz’da can veren, Ben’in babasıydı, hem de benim kanaatimce gayet kararlı bir şekilde ve böylece bir kendini kurban etme haline geldi bu. Ama ne için? Çifte problemi görüyorsun. Belki de babanın kendini kurban etmesi oğul için bir mecburiyet haline geliyor ve böylece babanın soylu bir ideale karşı tutkusu oğulda daha düşük bir ideal için daha yüksek bir hararetle yanıp onu tüketiyor ve bir sonraki ve sonuncu olacak kuşakta da böyle devam edecek ve hepsi yanıp gidecek. Ne fikirmiş ama. Baba ölüyor ve bu da oğlunda büyüyüp onun mahvına yol açıyor. İsa’dan yahut Adonis’ten ziyade Hamlet var bunda.”
Gerçekten de Shakespeare’e yakışan bir trajedi var kahramanların kaderlerinde. Aslında bu alıntıda romanın ana teması da vurgulanıyor. Miras bırakılan değerler, o değerlerin yitimi, yitimin yarattığı düş kırıklığı, sonuçta şiirini yitirmiş bir ülke, çoktan yitirilmiş idealler uğruna geçip giden ömürler ve aşklar...
Sona geldiğimizde akılda kalan Peder Paloma’nın sorusudur: “Soruyorum sana Ben’in oğlu, dünya bu hayallerin uğruna yaşadığımız bütün ölümlere ve çektiğimiz acılara rağmen daha iyi bir yer mi?”

ASKERİN GÜNÜ

Hayalet yazar: Andrew Jolly

Andrew Jolly
Çeviren: Süha Sertabiboğlu
Ayrıntı Yayınları, 2022
352 sayfa, 65 TL.

BAKMADAN GEÇME!