GeriSeyahat Kırmızı Fenerli Kent
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Kırmızı Fenerli Kent

Kırmızı Fenerli Kent

Amsterdam'da hep aylak oldum. Hiç acele etmedim, hiç telaşlanmadım. Kırmızı fenerlerin aydınlattığı vitrinlerdeki güzeller, yazmadığım öykülerin kahramanı oldu. Kanallara demir atmış teknelerdeki yaşam ise vazgeçemediğim düşlerimin arasına girdi.

Amsterdam benim için hiçbir zaman 'müze kent' olmadı. Ayrıca bu kenti bir 'işmerkezi' olarak da düşünmedim. Avrupa'nın tepelerinde yer alan bu küçük kente birkaç kez gittim. Daracık sokaklarını ezberledim. Kırmızı sivri damlı, balkonları çiçekli evlerine hayran kaldım. Amsterdam'a her gidişimde, kırmızı fenerlerin aydınlattığı, arzuların çiçek açtığı 'fettan' sokağa uğramamazlık etmedim..

Ne zaman oraya gitsem, kentle ve bu sokakla ilk tanışmam aklıma gelir. Tepesinde kırmızı ışık yanan küçük odanın penceresinin önünde donup kalmıştım. Kanalın suyunu yalayarak daha da soğuyan ve ıslanan kuzey rüzgarına hiç aldırmıyordum. Yarı çıplak, gözleri ışıktan, altından, zümrütten yapılmış binlerce iğne gibi parlayan çok güzel bir kız, aynada kendini seyrediyor ve okşuyordu. Evinin yatak odasında, kalın perdelerin ardında, gözlerden uzak, tek başınaymışçasına fütursuzdu.. Oysa öyle değildi.. Perdeler sonuna kadar açıktı. Lambadan yayılan kırmızı ışık, tüm güzelliğini örtmeden sarıyor ve pencerenin önündeki gözler onu hayallerine hapsediyorlardı.

Yıllar önce, kabasaba denizcilerin aşk susuzluğuna çare olan kırmızı ışıklı pencereler, şimdilerde dünyanın dört bir yanından gelen turistlerin kaçamaklarına kapı aralıyordu. Pencerenin önündeki halimi, yasak görüntüler çalan bir röntgenciye benzettim. Kız, kızıl saçlarını tararken, su mavisi gözleriyle dışarı baktı ama beni görmedi. Ellerini çıplak vücudunda gezdirdi, arkaya doğru kıvrılmış kirpiklerini kırpıştırdı.. Benimle beraber pencereden bakan kalabalığın içinden bir tanesi, çekingen bir aşk hırsızı gibi aralık kapıdan içeri süzüldü. Ondan sonra vişne çürüğü perdeler, pencereyi örttü. Odada şimdi, bir tükenişin ve yeni bir öykünün başlangıcı yazılıyordu.

Perdeler kapandıktan sonra rüzgarın soğuğunu hissetmeye başlamıştım. Paltomun yakalarını kaldırıp, o zamanlar nereye çıktığını bilmediğim, dar ve karanlık bir sokağın içinde kaybolmuştum.. Yıllar geçti, değişen bir şey olmadı.. Kırmızı Fenerli sokaklardaki evler hep yeni öykülere yol gösterdiler. Bu öykülerde hep iki kahraman oldu: Vitrinde oturup güzel vücudunu sergileyen kız ve aralık kapıdan ürkek adımlarla içeri süzülen adam.

AŞKIN HER TÜRLÜSÜ

Amsterdam'da hiçbir zaman turist olmadım. Sıklıkla oturduğum Lüksemburg, Hoppe, Buldog kahvelerinde, kendimi hep onlardan biri gibi hissettim.. Gece gittiğim barlarda, erkek erkeğe öpüşmeleri hiç yadırgamadım. Birbirine aşk fısıldayan kadınları her zaman görüyormuşum gibi garipsemedim.. Onlara kınayan gözlerle asla bakmadım. Çünkü kent, aşkın her türlüsüne kollarını açmıştı.. Hepsi onun çocuklarıydı.

Bu kentte nedense hiç acele etmiyordum. Sarı, yeşil, kırmızı tramvayların, durak camlarında kayan yansımalarını, kanalların çamurlu sularının farkedilmeyen akışını, sıkılmadan saatlerce seyredebiliyordum. Kenti oluşturan 90'a yakın adadan hangisinde olduğum ilgilendirmiyordu beni. Adaları birbirine bağlayan 500 köprüden kaçını geçtiğimi de hesaplamıyordum. Ama her seferinde adlarını bir türlü öğrenemediğim köprülerden birinin ortasında durup, kanal kıyısına palamar uzatmış eski tekneleri seyrediyordum.

Hepsi birbirine benziyordu. Ama ben bir tanesine takılmıştım. Kente ne zaman gitsem, gözlerim o tekneyi arıyordu. Hep aynı yerde duruyordu. Uzaklara dümen kırmak gibi bir niyeti yoktu. Kaptan köşkünün pencerelerini kırmızı sardunyalar kaplamıştı. Baştan kıça kadar uzanan ipteki rengarenk çamaşırlar, rüzgarda öylesine oynaşıyor, tekir kedi hep aynı köşede kıvrılıp yatıyordu. Görüntüde değişen tek şey, kış aylarında, kaptan köşkünün penceresinden uzanan soba borusundan tüten duman oluyordu.

DÜŞSEL YOLCULUKLAR

Bu tekne evde yaşayanları hiçbir zaman görmedim ama hep kıskandım. Amsterdam kanallarını mesken tutmuş teknelerden birinde yaşamak düşü, beyin kıvrımlarım arasına öylesine gizlenmişti ki, onu bugüne kadar ne silebildim ne de bu yaşamı düşlemekten vazgeçebildim. Bu teknelere bakarak her seferinde başka yolculuklara çıktım. Bazen kuzeyin soğuğuna dümen tuttum, bazen yıllarca demir almadan kanalın yerlisi oldum. Ama düşlerime, kedi figürünün yerine büyükçe siyah bir Newfoundland cinsi köpek yerleştirdim.

Dam Meydanı'nda, Leidseplein'de, Rembradtsplein'de, bir kahve iskemlesinde zamanı cömertçe harcıyordum. Borges gibi gelecekte pişman olmamak için, 'Anlar'ı anında yaşamaya çalışıyordum. Bitmez tükenmez bir zaman zenginiydim. Kimi zaman uzun bacaklı, mini etekli bir sarışına takılıyor, kimi zaman karşımdaki tramvay durağında, kucak kucak oturan sevgililerin öpüşmelerini seyredip, onlara, biraz müstehcen, ama sonu mutlaka mutlulukla biten öyküler uyduruyordum.

TABLOLARIN KARŞISINDA

Vondel Park, yaz günlerindeki gidişlerimin vazgeçilmez sığınma yeri oluyordu. Plastik bardağa doldurduğum beyaz şarabı içerken, karşı ağacın altındaki aylak gitarcının, kendisi için çaldığı parçalara, ondan habersiz ritm tutuyor, havada uçuşan notaları, kulaklarıma hapsediyordum. Rijks ve Van Gogh müzelerinde aylaklığımı sanatla süslüyor, Rembrant'ın dev tablolarındaki ışık oyunları karşısında şaşırıyor, Picasso, Chagall, Matisse, Lautrec gibi ünlülerin tablolarında sığınacak köşeler arıyordum. Özellikle Lautrec beni, gençliğimdeki 'Kırmızı Değirmen'li düşlere taşıyordu. O yıllarda, 'Can Can' yapan kızlara olan aşkımı hatırlatıyordu.. Ünlü ressamların renk cümbüşlerinde cansızlaşamamak üzüyordu beni. Pazar sabahlarındaki yalnızlığımı ise Concertgebouw'da, Bach Solistleri ile paylaşıyordum. Sabah mahmurluğundan, org sesiyle güne karışmak başka hazlar veriyordu.

SON TRAMVAY

Amsterdam'da hiç turist olamadım.. Ne zaman yola çıksam, görüntüleri kanal sularında titreşen sivri çatılı tuğla evler, iki yana açılıp, karanlık odalara güneşi göndererek mahremi aydınlatan demir kepenkler, saçaklardaki bezemeler, iki kişinin yanyana yürüyemediği dar sokaklar, adlarını söylemeye dilimin dönmediği eski binalar, beni hep kentin görkemli geçmişine götürüyordu. Bugünle dün arasında gidip gelmekten yoruluyordum. En çok laterna çalan süslü arabalar hoşuma gidiyordu. Ellerindeki teneke kutuya atılan bozuk paraları sallayarak, müziğe eşlik eden laternacılar, adımlarıma hükmediyorlardı. Onları yürüyüş düzeninden çıkartıp, dans etmeye tahrik ediyorlardı.

Pantomim sanatçılarının karşısında, onlarla birlikte hareketsizleşiyor, görünmeyen kapıları açıp, olmayan merdivenlerden çıkıyor, bedensiz kadınlara sarılıp, öpüyordum. Karanlık bastırınca, bindiğim tramvayda nedense aklıma hep Nedim Gürsel'in 'Son Tramvay'ı takılıyordu. Gönüllü sürgünlüğü sırasında Amsterdam'a gelen yazar, bu efsunlu kentte benim gibi aylaklıklar yaşamış, kanala bakan kirli duvarlı otel odasında kelimelerle sevişmişti. Ve bu kente geldiğinden beri becerebildiği tek sevişme biçiminin de bu olduğundan uzun uzun yakınmıştı. Kendi ülkesinde yasaklanan kitaplarının bu kentte basıldıkça, Türkçe sözcüklerin hırıltıya, söylenmeden yutulan ses kalabalığına dönüşmesi, onun kıvancına hüzün darbeleri indirmişti.

KENTİN TADI

Amsterdam'a kaç kez gittiğimi hatırlamıyorum ama hiç turist olamadım. 13. yüzyılda küçük bir balıkçı köyü olduğu, adını beceremediğim kiliselerin 15. yüzyıldan kaldığı, borsasının, dünyanın en eski menkul kıymetler borsası, dünya elmaslarının çoğunun burada tıraşlandığı hiç ilgilendirmedi beni. Bu bilgileri ansiklopedi sayfalarına hapsettim. Burada hep aylak oldum ve bu kuzey ülkesi kentinin tadına böyle varilabileceğine kendimi inandırdım.

False