GeriSeyahat Gezgin
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Gezgin

Gezgin

Mehmet YAŞİN

Nedim Gürsel’in seyir defterinden

Sevgili okurlar, yaza yaza torbanın dibi göründü... Yeni yerler görüp, oraları anlatabilmek için tekrar yollara düştüm. Şimdi dağ-bayır dolaşıyorum... Bu nedenle bu hafta sayfamda iki konuk ağırlıyorum. Bunlardan bir tanesi, ünlü gezgin-yazar Nedim Gürsel... Onunla bir çok gezide birlikte oldum ve birlikte olacağımız diğer gezilerin de planını yaptım... Diğer konuğum ise yıllardan beri beraber çalıştığım, Atlas Dergisi'nin Genel Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek. Bu hafta kıymetli bu iki isim, benim yerime sizi alıp Venedik'in ıslak sokaklarına götürecekler.

Lido'da uyanmak... Her şey eski zaman düşünde olup bitiyor gibi. Grand Hotel des Bains'in yüksek tavanlı, geniş odasında perdeyi açar açmaz günışığı vurdu yüzüme. Balkona çıktım. Yukarıda Tiepola'nın Tintoretto'nun tablolarındaki kadar mavi bir gökyüzü, karşımda engin deniz. Venedik görünmüyor buradan. Serenissima Cumhuriyeti'nin görkemli yapıları Büyük Kanal'a yansıyan suretleri, mavi, beyaz, vişne çürüğü duvarları, küçük sütunlu oval cepheleriyle geride kaldı. Buradan görünen kumsal yalnızca. Gözalabildiğine uzanan altın rengi bir kumsal kabin olarak kullanılan alaca çadırları toplamışlar, Venedik'i Adriyatik'in azgın dalgalarından koruyan kıyı iyice açığa çıkmış. Bir eski zaman düşündeyim, evet. Visconti, Thomas Mann'ın Venedik'te Ölüm adlı romanından uyarladığı o nefis filmini bu otelde çekmişti. Yaşlı estetik profesörü Gustav von Aschenbach'ın aşık olduğu Polonyalı delikanlıyı rüzgárda dalgalanan uzun sarı saçları, incecik gövdesiyle görür gibiyim. Yaşam dolu hareketlerinde bir dünyanın çöküşü, profesörün kişiliğinde simgeleşen o sinsi ölüm gizli. Tazzio sonsuza çağırıyor yaşlı şairi, yani ölüme.

‘‘Suyun kıyısında durdu, başını öne eğip ayağıyla ıslak kumda figürler yapmaya başladı, sonra dizine dek gelen denizin en derin yerinden suya girdi. Başını engine doğru çevirip orada durdu bir süre (...) Soluk ve gururlu aşk tanrısı gülümsüyormuş gibi geldi Aschenbach'a. Elini kalçasından kaldırıp parmağıyla uzakları, açık denizi gösteriyor, bir gölge olarak öne, o korkunç boşluğa doğru ilerlerken nice hazlar vadediyordu. Daha önceden de birçok kez olduğu gibi oturduğu yerden kalkıp onun peşine düşmek istedi. Koltuğa yığılan şairin yardımına koşuluncaya kadar birkaç dakika geçti aradan. Kaldırıp odasına çıkardılar. Ve aynı gün tüm dünyaya yayılan ölüm haberi coşkulu bir heyecana yol açtı.’’

Nedense bu kez Venedik bana da ölümü anımsattı. Dün gece havaalanından buraya gelirken vaporetto'nun camından gördüğüm bir tiyatro dekoru değildi, hayır. Gerçek bir kentti. Ama olağan hiçbir şey yoktu bu gerçekliğin içinde. Karanlık suları yararak ilerliyorduk. Tek tük ışıklar yanıyordu. Asfalt bir yolda gibiydik, iki yanına kazıklar çakılı bir su yolunda. Arada bir karşıdan gelen motor taksinin kırmızı-yeşil ışıkları renklendiriyordu geceyi, ama arada bir. Taksi geçtikten sonra her şey, yeniden, karanlığa gömülüyordu. Islak, ürkütücü bir karanlıktaydık. Uğradığımız iskelelerde evler, ışıklı pencereler de görmüyor değildim ama, aslolan giderek tüm varlığımı kaplayan karanlık bir kentin yalnızlığı, öyle bir başına terk edilmişliğiydi.

Venedik'e ilk gelişimi anımsadım. Uçakta bu efsanevi kentle ilgili yığınla imge üretiyordu hayal gücüm. Serenissima Cumhuriyeti'nin ikbal günlerini düşlüyordum. Doclar Sarayı'na doğru yaklaşan Bucentore gemisini, San Marco kilisesinin mozaikleriyle kubbelerini, mermer sütunlarını ve elbette kentin simgesi olan o gür yeleli, kanatlı aslanı. Aragon'un intihara yeltendiği otel odasının kanalın bulanık suyuna bakan dar penceresi de düşüyordu aklıma, Georges Sand'ın Alfred de Musset'yi doktoruyla aldattığı Danieli otelinin rıhtımındaki siyah gondollar da. Evet gondollar bir yükselip bir alçalıyorlardı suyun yüzeyinde, San Marco'nun güvercinleri gibi. Ve kent köprüleri, dar kanalları, sıvası dökülmüş eski evleriyle zihnimde bir labirente dönüşüyordu.

Uçak inişe geçtiğinde pilot kemerlerini bağlamaları için yolcuları uyarmıştı. Sonra da ‘‘Sizlere sağ tarafta eşsiz bir manzara sunuyorum’’ diye eklemişti. ‘‘İşte Venedik'te günbatımı!’’ Baktığımda aşağıda, yüzlerce metre derinde, köprü ve kanallardan ibaret bir minyatür kent görmüştüm. Suyla çevriliydi dört bir yanı. Ve deniz, evlerin içine doğru, bir yılan kıvraklığıyla giriyordu. Doclar Sarayı sisten sıyrılmak üzereydi. Çatılarla San Marco'nun kubbeleri de. Çepeçevre adacıklar sarmıştı kenti. O adacıkları da kanallar bölüyor, köprüler rıhtımlarla sokakları birbirine bağlıyordu. Denizin unufak ettiği, karaya dek sokulup yüzlerce adaya dönüştürdüğü bölgeye -yani ‘‘lagune’’e - doğru alçalmıştık. Kuleler, kubbeler, denizde karıncalar gibi devinen sinek büyüklüğünde vapurlar... Uçağın tekerlekleri piste değer değmez güzel bir iklime, giz dolu bir dünyaya geldiğimi anlamıştım. Daha sonra, Venedik'te geçirdiğim günler, bu sezgimi doğruladı. Uzun süre bir kentte değil, Baudelaire'in deyimiyle söylersek, bir ‘‘simge ormanı’’nda dolaştım sanki.

Özellikle geceleri karanlığa gömülüyordu Venedik. Eski evlerle sarayların sıralandığı rıhtımlar boyunca yürüyordum. Su ve pas bu görkemli, güzel yapıların temellerini kemiriyor, kent her gün biraz daha denize kayıyordu. Ölgün ışıkların aydınlattığı köprülerden de geçtiğim oluyordu. Su yeşil, bazen sarı, çoğu kez de kara, kapkaraydı. Evlerin yüzleriyse kırmızı portakala çalan bir tuhaf, güzel mi güzel bir kırmızı. Her şey eskiydi... Duvarlar, kiliselerin tavanlarında parlayan mozaiklerle Bellini kardeşlerin, Tintoretto'yla Carpaccio'nun tabloları... Ve yüksek tavanlı, kristal avizeli salonlarında artık ışık yanmayan saraylar. Bu gece gezintileri, gündüz San Marco alanının kalabalığına karışmamı, Cafe Florian'da dumanı tüten bir cappucino içmemi engellemiyordu elbet. Kentin müzelerine, parklarına, pazar yerlerine de gidiyordum. Tersaneyi, Yahudi mahallesini, Academia'daki birbirinden güzel, birbirinden renkli Rönesans tablolarını görmüştüm. Ama daha ilk günden ağır basan, varlığımı alıp götüren bir karanlık duyguydu. Belki ‘‘tarifsiz bir keder’’, belki de düpedüz ölüm düşüncesiydi. Tıpkı bu sabahki gibi.

Yıllar sonra Venedik'teyim yeniden. Bu kez kentin merkezinden uzak, Lido adasının en görkemli otelinde tek başıma. Eşyalara yılların tortusu sinmiş. Koridorların duvarlarını eski gravürler süslüyor, odaların mobilyalarında yüzyılın başında yaşanan aşkların, acılarla hazların izi var.

Nedim GÜRSEL

VENEDİK NOTLARI

Nedim Gürsel'in son romanı ‘‘Resimli Dünya’’ (Can Yay.) Venedik ve İstanbul kentlerini hem tarih hem coğrafyalarıyla gündeme getiriyor. Sanat tarihi profesörü Kamil Uzman'ın Venedik, ondan beş yüz yıl önce yaşamış ressam Gentile Bellini'nin de Fatih'in portresini yapmak amacıyla geldiği İstanbul yolculuklarını anlatırken, sularla çevrili bu iki kentin panoramasını çiziyor.

Gürsel yeniden Venedik'e gitti ve izlenimlerini bu kez ‘‘Hürriyet Pazar’’a yazdı.

False