GeriSeyahat Dağda deniz sefası
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Dağda deniz sefası

Dağda deniz sefası

Kısa bir tatil yapmak için kendimi Göcek’in koylarına attım. Orada hem dağların reçine kokan serin havasını soludum hem de lacivert denizin kucağına atlayıp serin sularla sarmaş dolaş oldum.Geçen hafta yazamadım. Sebep: Biraz hastalık, çokça yorgunluktu. Uzun bir süreden beri dur durak bilmeden koşturup duruyordum. Çat orada, çat burada. Orası: Norveç’in en kuzeyinde, kutuplara bir taş atımı mesafedeki Tromso kentiydi. Soğuk cennet... Burası: Göcek’in maviden turkuvaza uzanan koylarıydı. Sıcak cennet. Norveç’e ‘Gece Yarısı Güneşi Maratonu’na katılmak için gittim. Ve gece yarısı güneşinin altında tir titredim. Haziran sonunda kazaklara, atkılara, yün berelere büründüm... Bu macerayı daha sonraki haftalarda anlatacağım. Göcek’e ise üşüyen kemiklerimi ısıtmak için gittim. Yandım, kavruldum, soyuna soyuna bir hal oldum. Bir kuzey, bir güney, bir soğuk, bir sıcak derken, vücudum isyan bayrağını çekti ve ‘hocam, ben yokum artık ne halin varsa gör’ dedi. Ateşi saldı, hapşırığı koyuverdi, beni salya sümük bıraktı. Onun için bir süre yazamadım. Şimdi yine masanın başına geçtim. Gezi torbasına tıktığım kelimeleri çıkartıp, peş peşe sıralamaya başladım. Gördüklerimi her zamanki gibi sizinle paylaşacağım. İşe Göcek’ten başlıyorum. Bu cennetin dağlarını, koylarını, yeşilini, mavisini, denizini, mehtabını bir kez daha anlatmaya çalışacağım. Biraz da yanımda götürdüğüm gezi kitaplarından söz edeceğim. Anlayacağınız yazlık bir yazı olacak... Sonra dünyanın damında -Norveç fiyordlarında- yaşadıklarıma sıra gelecek. Haberiniz ola.ZİRVEDEKİ LÜKSGöcek’e sıcak bir gece yarısı vardım. Havaalanında beni karşılayan Selim Karadağ’ın anlattıklarını dinleye dinleye karanlığı yarıp, dağa tırmandık. Bu Göcek’e ikinci gelişimdi. Buradaki cennet koyları bir kere görmek, buraya aşık olmaya yetip artıyordu. Benimki adeta yıldırım aşktı... Denizle kucaklaştığım kısa tatillerim için, ‘deli bellediğini beller’ misali hep aynı yere demir atarım. Marmaris’ten Datça’ya doğru giderken Gökova’yı sarmalayan Bördübed mevkiindeki Golden Key en sevdiğim yerdir. Her yaz birkaç günlüğüne oraya sığınır, ormanın sessizliğinde huzur bulur, lacivert sularında denizle hasretimi gideririm. Son iki yıldır tatil adresime Göcek koylarını da ekledim.Göcek’e gittiğimde, deniz kıyısı yerine dağın tepesindeki Montenegro adlı tesiste kalmayı tercih ederim. Çünkü burası, sahilden 3-4 derece daha serin olur ve her daim püfür püfür eser. İlk gittiğimde bu tesis, Selim Karadağ’ın eviyle onun hemen yanındaki küçük ama çok lüks bir müştemilattan ibaretti. Yani sadece bir çiftin konaklayabileceği büyüklükteydi. Burası belki de dünyada, dağların tepesine yapılmış en konforlu, ama en küçük tatil tesisiydi. Selim Bey geçen yıl işi büyütmüş, evin çevresine aynı konfora sahip yedi lüks oda daha yapmış, ortalarına da koca bir havuz kondurmuştu.Göcek’ten geçip, Gökçeovacık’a giden yola saptıktan sonra 15 dakika tırmanıp, Zeytinlik mahallesine geldiğimizde, ağustos böcekleri susmuş, ay gökyüzüne incecik bir hilal olup asılmış, yıldızlar birer pırlanta gibi pırıl pırıl parlamıştı. Bir şezlonga uzanıp, gökyüzüne daldım ve Orhan Veli’nin iki mısrasını sessizce karanlığa fırlattım: ‘Deli eder insanı bu dünya / Bu gece, bu yıldızlar, bu koku...’ Bu güzellik karşısında sesim soluğum kesilmiş, dalıp gitmişim. Eşimin uyarısıyla, geceyi sahiplerine bırakıp odama çekildim.KOY KOY GÖCEKErtesi sabah ilk uçakla İstanbul’dan kaçan Nihat’la Sonat da bize katıldı. Bir acele limana indik. Sıkı bir pazarlıkla küçük bir tekne kiralayıp, koyların mavi kucağına atıldık. Gördüklerim yabancım olmayan manzaralardı. Çamlar yine denize gölge düşürmüştü, lacivert suların dibi yine görünmüyordu, küçük koyların rengi yine cam göbeğine boyanmıştı. Yani tüm güzellikler hiç eksiksiz yerli yerinde duruyorlardı.Önce Yassıca, ardından Zeytinlik, biraz ilerideki Domuz Adası’nın minicik bir koyu, Bedri Rahmi, Kille, Akbükü koyları... Kaptan zinciri boşaltırken ben de kendimi serin sulara atıyor, bütün vücudumu maviye boyuyordum. Öğle yemeğinde el birliğiyle yaptığımız fesleğenli makarnayı, kasap köftesini, bol limon, zeytinyağı ve sarımsakla tatlandırılmış incecik börülceyi yerken kendimi kralların sofrasında oturuyor sanıyordum. Bu mutluluğu uzun uzun anlatmaya gerek yoktu. İki kelime her şeyi özetliyordu: ‘İşte hayat!..’Yemeğin ardından hazım arası verip gölgeliklere sığınıyor, yarı kapalı gözlerle kitap okumaya çalışıyorduk. Ben bu kez yanımda son çıkan gezi kitaplarını getirmiştim: Mustafa Sait Bey’in ‘Avrupa Seyahatnamesi’ (Yapı Kredi Yayınları), Erdal Alova’nın derlediği ‘Türk Yazınından Seçilmiş Gezi Yazıları’ (Adam Yayınları), Gerard de Nerval’in ‘Doğu’da Seyahat’ (Yapı Kredi Yayınları), Enis Batur’un ‘Paris, ecekent’ (Yapı Kredi Yayınları)... Abarttığımı, hepsini okuyamayacağımı biliyordum, ama yine de kitapları çantaya atmaktan kendimi alıkoyamamıştım.BATILI GÖZÜYLE DOĞUGöcek’te kaldığım üç gün boyunca birinden diğerine atlayarak, geçmişte, bugün de gezimdin durdum. Aslında niyetim Gerard de Nerval’in 790 sayfalık kitabında biraz ilerlemekti. Selahattin Hilav’ın nefis çevirisi ile Türkçe’ye kazandırılan ‘Doğu’da Seyahat’, Binbir Gece Masalları havasında ve tadında bir kitaptı. Gerard de Nerval, diğer XIX. yüzyıl Avrupa romantikleri gibi, gecesini aydınlatacak güneşin Doğu’da olduğuna inanıp yollara düşmüştü. Nerval, gezdiği yerlerin tarihi, toplumsal ve siyasal düzeni, gelenekleri, efsaneleri üstüne bilgi edinip, saptamalar yaptı. Tüm bunları şair kimliğinin de yardımıyla kaleme aldı ve bu muhteşem eseri yarattı. Anlaşılan, Fransız şairinin Doğu düşlerinden çok şeyler öğreneceğim. Tüm dünya gezginlerinin öğrendiği gibi.Bu tatilde yol almak istediğim diğer kitap da, Enis Batur’un ‘Paris, ecekent’iydi. Batur önsözde kitabını şöyle takdim etmişti: ‘Nesnel olsalar sayılsalar da, kaynaklardan süzülüp gelseler de, Paris ecekent’in bilgisine fazla güvenmemek gerekir -benimkisi bir poetika denemesidir. Onca rehberi varken, Paris için başvurulabilir bir kılavuz kitabı yazmanın benim gözümde hiç bir anlamı yoktu. Gelgelelim, başvurulabilir bir yanı da yok değil kitabımın: Şehirlerde kaybolmayı seçenler, sevenler için. Fotoğraflarım açısından da geçerli bu durum: Bütünüyle öznel, bütünüyle amatör bir objektiften geçen kadrajlar, anlar, kesitler onlar...’Göcek koylarında veya dağ sırtlarında geçirdiğim dört gün boyunca, bir kitaptan diğerine sıçradım durdum. Arpa ambarındaki aç eşek örneği, hangisinde karar kılacağımı bir türlü kestiremedim.BÜYÜLÜ ANLARGöcek’te akşam üstüne doğru denizi bitirip, bir koşu dağın tepesindeki Montenegro’ya sığınıyorduk. Ne olur ne olmaz deyip şarapları yanımızda getirmiştik. Tabii ki müzigi de. İlk gün, Selim Karadağ’ın dağları görmek için yaptırdığı terasa yerleştik. Güneş altın bir sini gibi, yavaş yavaş alçalmaya başladı. Ben bu an için soğuttuğum Sarafin Chardonnay’i açıp kadehlere doldurdum. Biz sustuk. Meydan ağustos böceklerine kaldı. Bir de, arada bir uzaklardan anıran eşeğe. Sonra nedense kuşlar, küçücük gırtlaklarından haykırdıkları sesleriyle ormanı bir cümbüşe çevirdiler. Ufuktaki dağların üstü önce altın, sonra gümüş, sonra lapis ve yakuta, daha yukarıları ise cam göbeğine boyandı. Detaylar silindi. Dağlar kat kat olup birbirinin üstüne yaslandı. Bir yandan gün çekildi, diğer yandan gece sökün etti. İkisi gökyüzünde buluşup, kucaklaştı. Biz sustuk ve kadehlerimizi tüm doğaya kaldırıp, sadece, ‘işte hayat’ demekle yetindik.KORKULU YOLCULUKEşim, etin ustası Cüneyt’e dana pirzola yaptırıp şoklatmış, çantasına atıp Göcek’e getirmişti. Sırf bu sihirli gece için minik bir ziyafet düşünmüştü. Onları mangalın üstüne yatırdım. Üstlerine dağın kekiğinden ufaladım. Etleri ateşin öfkesine teslim etmeden bir iki çevirip, tabaklara dağıttım. Nihat’ın taa Güney Afrika’dan sırtlayıp getirdiği Shirazlardan birini de bu etlere katık ettim. Bir et, bir salata, bir de kırmızı şarap... Orman sesleri, rengarenk bir gece, kat kat olmuş dağlar, deniz kokan serin bir rüzgar... Göcek’teki dört gecenin diğer üçü de buna benzer geçti.Gündüzleri ise bu koy senin bu koy benim dolaşıp durduk, mavi sularda ıslandık. Gölgeliklere sığınıp, satırlara tırmanarak başka dünyalara gittik. Son gün denizden biraz erkence çıkıp, Selim Karadağ’ın öve öve bitiremediği uzak bir cennete uzandık. Bu cennet, Fethiye Ölü Deniz’den 13 kilometre uzaklıktaki Kabak Koyu’ndaki ‘Oyster Residences’ idi. Eski Likya yolu denen kıvrım kıvrım, uçurumlu, dar yoldan önce tırmandık. Kelebekler Vadisi’ne zirveden bakıp, soğuk terler döke döke Faralya’yı geçip, söylenen yere geldik. Burası ormanların içinde kaybolmuş, gözlerden ve seslerden uzakta, çevresinde organik sebzelerin yetiştirildiği yedi odalı minicik bir tatil köyü idi. Gerçekten de kısa süreliğine kaybolmak isteyenler için bulunmaz bir adresti. Kayaları döven dalgaları dinleyip, karanlık basmadan bir acele geri döndük. Dönüşte Ölü Deniz’in üstünden batan güneşi seyretmek tüm zahmetlere değdi, tüm korkuları unutturdu.Göcek’te geçen dört gün, dört saniyeymiş gibi geldi bana. Norveç’te üşüyen kemiklerim ısınmış, ruhum ve kaslarım dinlenmişti. Denizle ve dağlarla eylül sonunda görüşmek üzere vedalaşıp, kürkçü dükkanına döndüm.
False