GeriSeyahat Bursa’dan Çeşme’ye yedi bahar durağı
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Bursa’dan Çeşme’ye yedi bahar durağı

Bursa’dan Çeşme’ye yedi bahar durağı

Bahar yüzünü gösterdi. Ağaçlar çiçeklerini taktı takıştırdı, toprak yeşil örtülerini üstüne çekti. Kuşlar sevinç çığlıkları atmaya başladı. Şimdi tam yola çıkmanın zamanıdır. Çünkü doğa en güzel görüntülerini bu mevsimde sergilemeye başlar. Her yıl yaptığım gibi bu yıl da bahara doğru yolculuğa çıktım. Önce Bursa’yla hasret giderdim. Daha sonra Ayvalık’a, Cunda’ya, Foça’ya selam sarkıttım. Direksiyonu kırıp Karaburun Yarımadası’nın, Çeşme’nin, Alaçatı’nın güzelliklerinde dolaştım durdum. Bu hafta bu bahar turunu sizlerle paylaşacağım.

Bursa’da dünden bugüne

Cemre hem karaya hem havaya düştükten, Nevruz bayramı kutlandıktan sonra artık bahara doğru yolculuk zamanı geldiğine karar verdim. Çantamı topladığım gibi yollara düştüm. Sabahın şafağında pamuk pamuk bulutlar poyrazın önünde sürüklenmeye başlamıştı. Güneş, günlerden beri ortalıkta görünmemenin acısını çıkartırcasına etrafı ışığa boğmuştu. Kilometre yapmayı özlemiş olan arabamın gazına basıp, soluğu Bursa’da aldım. Vardığımda öğle olmuştu, aklımda hep yiyeceğim kebap vardı. Eski garajın karşısındaki Uludağ kebapçısında, her zamanki gibi yer bulamadım. Kaldırımdaki bir masaya oturup, domates soslu, yoğurtlu, tereyağlı kebabı beklemeye başladım. Bekledikçe acıktım. Acıktıkça kebap üstüne düşünceler ürettim. Kebabın lezzetinin biraz da, bu beklemeden kaynaklandığına karar verdim.
/images/100/0x0/55eb40c0f018fbb8f8b530c0

Yemekten sonra bir kez daha Bursa’yı gezmeye çıktım. Bursa sokaklarındaki kaçıncı gezimdi unuttum. Ama her seferinde başka türlü bir heyecan duyuyordum.
Sokaklarda yürürken, tarih durmadan karşıma çıkıyordu; Yeşil Türbe, karşısındaki tepede Emir Sultan türbesi, Muradiye Medresesi, Nilüfer Hatun, Somuncu Baba türbesi bir görünüp bir kayboluyordu. Duran bir zamanda, efsaneye benzeyen bir tarihin içinde dolaşıp durmak çok hoşuma gidiyordu.
Çok yıllar önce Tanpınar da, asırlık çınarların gölgelediği bu yolları arşınlayıp, tılsımlı görüntüler için şunları yazmıştı: “Bu adları bir kere öğrendiniz mi artık unutamazsınız. Tenha saatlerinize küçük ve munis rüyalar gibi sokulurlar, sizi kendileriyle ülfete, esrarlı mahfazlarını zorlamaya, gizledikleri sırları tanımaya ve tatmaya mecbur ederler. İster istemez sayarsınız: Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilüfer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp... Hepsinin mazi dediğimiz o uzak masal ülkesinden toplanmış hususi renkleri, çok hususi aydınlıkları ve geçmiş zamana ait bütün duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetleri vardı...”

SESSİZ SOKAKLARIN NADİDE SÜS TAŞLARI

Görüntüler böylesine lezzetliydi. Tatmasını bilenler için geçmişin bugüne emanet ettiği bir lezzet. Sadece, duran zamanı sarıp sarmalayan şimdiki zaman, bu eşsiz tadı bozuyordu. Bugünün çirkin binaları, geçmişin görkemini gölgeliyordu. Duran zamanın başlangıcında yapılmış evler, dar sokakların arasında tozlanmış birer süs taşı gibi, yorgun argın yok olacakları günü bekliyordu. Hepsi harap ve her şeye küskündü sanki. Ama yaşlı çınarlar hâlâ dimdik ayaktaydı. Yapraksız dallarını, geçmiş zaman güzellerinin üstüne uzatmış, şimdiki zamanın saldırılarından korumaya çalışıyorlardı sanki... Sessiz Bursa sokaklarında dolaşırken kendimi, dinlemediğim bir masalın içinde sanıyordum.
Tanpınar Bursa’yı anlatırken, her satırda insanı başka bir özleme sürükler.
Emir Sultan Türbesi’nin önünde bu seferde “Erguvan Bayramı”nı düşürüverdi. Yıllar önce Bursalılar, her bahar bu çiçeğin bayramını kutlarmış. Tanpınar bu bayramı öyle güzel anlatmıştı ki, geçmişte Bursa’da yaşamadığıma hayıflandım, o yılların baharlarını özledim. Bir ay sonra Bursa’ya gelsem ve açan erguvanları görsem şunları yazabilir miydim acaba diye düşündüm? “Bizim iklimde gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa, o da erguvandır. O şehirlerimizin ufkunda her bahar bir Diyonisos rüyası gibi sarhoş ve renkli doğar. Dünyanın tekrar değiştiğini, tabiatın ağır uykusundan uyandığını haber vermek ister gibi zengin, cümbüşlü israfıyla her tarafı donatır, bahar şarkısını söyler... Erguvan ağacı benim için ezeli ve ebedi arzunun, daima yenileşen hayat aşkının bir timsalidir...”

Gölyazı’nın balık kokan sokakları

Sabah erkenden, trafik kördüğüme dönüşmeden Bursa’yı geride bırakıp, Balıkesir’e doğru uzanan yola koyuldum. Bir yandan çevreyi seyrediyor, bir yandan da hız göstergesini kontrol ediyordum. Radara yakalanıp, ceza puanımı artırmamak için gaz pedalına daha hesaplı basıyordum.
/images/100/0x0/55eb40c0f018fbb8f8b530c2

Önce Gölyazı’ya saptım. Uluabat gölü kıyısındaki bu şirin kasabanın renkli sokaklarında dolaşmaktan çok hoşlanıyordum. Her seferinde yüzlerce kare fotoğraf çekiyordum. Bu sefer de öyle oldu. Gölün suları, ağaçların yarı beline kadar yükselmişti. Daracık sokaklarda ses seda yoktu. Denizle sonlanan çıkmazlara balıkçılar ağlarını sermiş, yırtık yerleri onarıyorlardı. Yağ tenekelerine ekilmiş sardunyalar, küpeler, şebboylar henüz çiçeklenmemişti. Sokak kedileri çöp tenekelerinin başında kılçık kavgasına tutuşmuştu. Bir kadın bahçedeki fırına odun atıyordu. Orada pişecek böreği veya ekmeği düşününce ağzım sulandı.
Birkaç kadın, evlerinin önüne oturmuş, mahalleyi çekiştiriyorlardı. Kulağıma çarpan birkaç kelimeden çıkardığım kadarı ile, konu koca beğenmeyen bir genç kızdı.
Etrafa yoğun bir sessizlik hakimdi. Çocuklar bile koştururken çığlık atmıyordu. Yürürken burnuma Gölyazı’nın kokusu geldi. Bana göre her kentin bir kokusu vardı. Gölyazı’nın sokaklarına ise “balık tava” kokusu sinmişti. İştah açıcı bir kokuydu.
Turkuvaza boyanmış kapıları, suya gömülmüş ağaçları, rengarenk sandalları, çöpleri karıştıran kedileri, kıyıdaki sazlıkları bir kez daha fotoğraf makineme hapsettikten sonra Gölyazı’dan ayrıldım.

SAHİLDEKİ SÜRPRİZ

İkinci durağımda, Karacabey’in Marmara kıyısındaki yazlığı Yeniköy vardı. Burayı İstanbul’da bir restoranda yemek yerken, beni tanıyan bir garson önermişti. Oralıymış. Öyle çok övmüştü ki, dayanamamış adresi not defterime yazmıştım. Karacabey’den sapıp, Yeniköy’e doğru uzanan ıssız yoldan ilerlemeye başladım. Sağ taraftan nazlı bir ırmak akıyordu. Tarlalar yeşillenmiş, meyve ağaçları budanıp, ilaçlanmış, mevsime hazırlanmıştı. Kavaklar sıraya girmiş, disiplinli ormanlar oluşturmuştu. Yol kıyısına dikilmiş tabelaya bakılırsa, yamaçtaki orman ayılara ayrılmıştı. Bütün bu güzellikleri görünce heyecanlandım. Böylesine güzel yol, mutlaka bir cennete ulaşırdı.
Yeniköy Plajı’na varınca adeta şok oldum. 30 kilometre boyunca gördüğüm tüm güzellikler, bir anda silindi ve yerini beton yığınına bıraktı. Denizle kumun buluştuğu tüm sahillerde olduğu gibi, burası da yazlıkçıların hücumuna uğramıştı. Her yerden mantar gibi beton binalar yükselmiş, deniz görünmez olmuştu. Yaz aylarında sokakları dolduracak kalabalıkları, avaz avaz gürültüyü düşününce bir acele Yeniköy’ü terk ettim.

Kıyı kıyı Foça’ya

Balıkesir’den sonra, bahar yavaş yavaş göründü. Çiçeklerini takıp takıştıran ağaçlar, sarı çiçekli aceleci katırtırnakları doğayı süslemeye başladı. Kayıp giden bu manzara beni, tarif edilmez bir coşkunun içine itiverdi. Ayvalık’a doğru saptığımda kendimi, çocuklardan daha tasasız ve şen hissediyordum.
/images/100/0x0/55eb40c0f018fbb8f8b530c4

“Gönül Yolu”nu aşıp, adalar körfezinin gözdesi Cunda Adası’na geçtim. Bu yöreden geçerken buraya uğramayı alışkanlık haline getirdiğim için, kendimi artık Cundalı sayıyordum. Sonra Dikili üstünden kıyı kıyı İzmir’e doğru inmeye başladım. İndikçe baharı daha çok hissettim. Çiçek açmış ağaçları gördükçe kendimi rüzgarın önüne düşüp, nereye gittiklerini bilmeyen pamuk bulutlara benzettim.

DELİŞMEN DENİZCİLER

Aliağa’yı geçip, Yeni Foça’ya saptım. Eski dönemlerin önemli ve zengin bir kenti olan Yeni Foça, artık kendi halinde, şirin, yaz misafirlerini bekleyen, sessiz bir kasabaya dönüşmüştü. Eski Foça’ya kıyı kıyı giden yol, öylesine güzel manzaralarla doluydu ki, ikide bir durup fotoğraf çekmek zorunda kalıyordum. Yol bitmek bilmiyordu. Zeytin ormanları bitince birden Foça göründü. Otomobilimi meydana bırakıp, vakit geçirmeden sokaklara daldım.
Yarımada limanı ikiye bölmüştü. Önce “Büyük Deniz” denen bölümdeki eski camiyi, kenti çevreleyen surları gezdim. Heredot Tarihi’nden okuduğuma göre bu surların parasını, o zamanki adıyla Phokaialı’ları çok seven Tartessos Kralı Arganthonios vermişti. Kral o kadar çok para vermişti ki, Phokaialı’lar harcaya harcaya bitirememişti.
Antik taşların üstünde sekmekten yorulduğum için, sahile oturup bir çay söyledim. Bahar başlangıcındaki Foça’da, sessiz sakin akıp giden yaşamı seyretmeye koyuldum. Kendi halindeki bu kasabanın geçmişte, delişmen denizcilerin yuvası olduğunu düşlemekte zorlandım.
Daha sonra limanın Küçük Deniz bölümüne geçip, kasabanın daha yeni döneminde gezindim. Kimi onarılmış, kimi yıkılmak üzere olan taş evlerin süslediği sessiz ara sokakların güzelliğine hayran oldum. O güzelim evlerin duvarlarında, geçmişin çok kültürlü yaşamından izler aradım. Kapı üstlerine kazınmış tarihlerden başka bir ize rastlayamadım.
Kentin altı ve çevresi, antik dönemden kalma eserlerle doluydu. Ama bugüne kadar tam olarak gün yüzüne çıkarılan olmamıştı. Kazıların uzun sürmesi, sponsor firmaların hevesini kaçırmıştı. Para olmayınca da, maceracı denizcilerden kalma eserler gün yüzüne çıkarılamamıştı. Kahvede otururken, gazeteci olduğumu öğrenenler masamın etrafında halka oldu. Hoş beşten sonra sıra dert dökmeye geldi. Orada duyduklarıma göre Foça’nın tamamı Sit alanıydı ve bu da Foçalı’lara hayatı zehir ediyordu. Ne evlerini onarabiliyor ne de alt yapı için girişimde bulunabiliyorlardı.

KIYIDA DENİZİN TADI

Foça’ya akşam çöküyordu. Bir tostla idare etmeye çalışan midem, isyandaydı. Küçük Deniz’de, limanın kıyısına gidip, balıktan dönen tekneleri gözlemeye başladım. Plastik leğenlerde çırpınan barbunyalar, çipuralar, levrekler, kefaller, biraz sonra kıyıdaki restoranlara doğru yola çıkacaktı. “Celebin Yeri” limanın hemen kıyısındaydı. Kıyıya sıralanan restoranlara bakılırsa, Foça yeme-içme konusunda geçmişini inkar etmiyordu. Belgelere göre, “Delişmen Denizciler”in ülkesinde, 1900’lü yıllarda tam 16 şarap ve rakı fabrikası vardı. Yine o yıllarda kasabada 46 meyhane vardı ve hemen hepsi her gece tıklım tıklım doluyordu. O zamanki sakinlerine göre, “dünyada en güzel rakı ancak Foça’da içilebilirdi.” Tüm bunları bilip de, Foça’da denizin tadına bakmadan gitmenin enayilik olacağını düşündüm.
Biraz turp otu, biraz radika, şevketi bostan, ısırgan otu istedim. Üstüne has zeytinyağı ile limon suyu gezdirmelerini tembihledim. Ahtapot salatası, kalamar ızgarayı da ihmal etmedim. Celep, barbunyanın ağdan yeni çıktığını, 3-4 tane tavaya attıracağını söyledi. Hiç itiraz etmedim. Ana yemek için, orta boy bir deniz levreği seçip masama oturdum.

Korsanlar, kahinler ve enginar

Ertesi gün erkenden yola çıktım. Hava keyfini yitirmişti. Gök griye boyanmış, yağmur öncü taneciklerini göndermeye başlamıştı. Yörenin en güzel köylerinden
/images/100/0x0/55eb40c1f018fbb8f8b530c6
Kozbeyli’ye gidiyordum. Yeni Foça’ya saptım, zeytinliklerin arasından kıvrıla kıvrıla tepeye vardım. Bir yerde durup, aşağıda denize doğru yemyeşil halı gibi uzanan Gencerlik Ovası’nı seyrettim. Daha sonra köyün yokuşlu sokaklarında dolaşmaya başladım. Ebniye ve kayrak taşlarından yapılmış iki-üç katlı evlerin, birbirlerinin manzarasını kapatmamaya özen gösterdiklerine şahit oldum. Pencerelerin dört bir yanına, çivit mavisi sürme çekildiğini, duvar diplerinin ise ebegümeci ile kaplandığını gördüm.
Tahmin edebileceğiniz gibi, eski Kozbeyli’den bugüne sadece taş evler kalmıştı. Artık ne Foçakarası’ndan yapılan şarap, ne bu şarabın sunulduğu meyhaneler, ne de buraya renk katan bu köyün çocukları Rumlar vardı. Kozbeyli’yi geride bırakıp İzmir yoluna çıktığımda içimi bir hüzün kapladı.
İzmir’de Karaburun’a doğru saptım. Otoyolu değil de kıyıdan kıvrıla kıvrıla giden eski yolu tercih ettim. Narlıbahçe, Güzelbahçe derken Urla sapağına geldim. Ünlü filozof Anaksagaros ve Nobel ödüllü şair Yorgo Seferis’in doğup büyüdüğü bu bereketli ilçeye teğet geçtim. Dere tepe aşıp, antik dönemde bölgenin askeri bakımından en önemli kenti Erythrai’ye geldim.

KORSANLAR VE KAHİNLER

Bir zamanlar savaşçılığı ile çevreyi korkutan bu kent şimdi kendi halinde, sessiz sedasız yazlıkçı bir ilçeye dönüşmüş ve Ildırı adını almıştı. Küçük dalgacıkların oynaştığı lacivert koylar, balık çiftliğine dönüştürülmüştü. Bu güzelim koylarda, bir zamanlar acımasız korsanların yelken şişirdiğini bir türlü hayal edemedim.
Bir enginar tarlasının önünde durdum. Şimdi enginarın tam zamanıydı. İzmir’in küçük başlı, kılçıksız enginarlarının tadının doyumsuz olduğunu biliyordum. 20 sap enginarı, itinayla bagaja yerleştirdim.
Şifne’ye vardığımda öğle yemeği vakti gelmişti. “Ferdi’nin Yeri”, ıssız kumsala uç vermiş tipik bir balıkçı restorandı. Birkaç çeşit zeytinyağlı ot, salata ve deniz çipurası. Balıklar ızgaranın üstüne gitmeden önce, deniz ve çiftlik çipurası arasındaki fark konusunda eğitim aldım.
Uzun ama çok keyifli bir bahar yolculuğu yapmıştım. Yatağa yattığımda, yoluma çıkan tüm güzelliklerin düşüme gireceğini biliyordum.
False