Şikâyet etmem için bir sebep yok ama hiç çok mesut bir insan olmadım hayatımda, belki de nankörüm...

Güncelleme Tarihi:

Şikâyet etmem için bir sebep yok ama hiç çok mesut bir insan olmadım hayatımda, belki de nankörüm...
Oluşturulma Tarihi: Eylül 21, 2019 08:00

Yazar Selim İleri, kütüphanesinde ve hafızasında bir gezintiye çıktı. Eline geçen kıyıda köşede kalmış ‘çiziktirme’lerini, yazı taslaklarını bir araya getirdi, anılarıyla harmanladı. Bir dönemin tanıklık belgesi niteliğini taşıyan ‘Bir Gölge Gibi Silineceksin’ raflarda. Usta yazarla buluştuk...

Haberin Devamı

◊ Kitaptaki yazıları neden ‘çiziktirmeler’ olarak tanımladınız?

- Başka kelime bulmak zordu; kitapların kenarlarına, arka sayfalarına çiziktirilmiş yazılar hepsi. Bazıları dosyaların içindeydi. Ev, biraz toz toprak oluyor bunlardan. Gündelikçi hanım çok şikâyet ettiği için tasfiye yapmaya kalktım. Birçoğunu yırtıp attım. Ama kıyamadıklarım da oldu. Üzerlerinde değişiklik yapmak çok dürüst gelmedi, o halleriyle basmak istedim.

Beğenmediğiniz yazılarınızı çok kolay yırtıp atarmışsınız. Çöpünüzün önünde nöbet tutmak gerek.

-  Teşekkür ederim, çok zarifsiniz ama attıklarımın çoğu on para etmez şeyler. O kadar çok dosya var ki evde... Düşünün, 50 küsur yıl... Bu, çalışma hayatı bir de. Ondan önce de kendime göre notlar alıyordum, onları da hesaba katın...

Haberin Devamı

Not almadan edemez ama günlük tutmazmışsınız...

- Lise son sınıfta edebiyat hocamız Rauf Mutluay, bir derste büyük yazarların günlük tutmadığını iddia etti. O yıllarda insan hocanın sözüne çok fazla inanıyor. Günlük tutmak istiyordum aslında ama onu işitir işitmez bıraktım. Biraz da aptalmışım herhalde. Büyük yazarların da günlükleri olduğunu sonra gördüm tabii ama artık kaybetmiştim o isteği. Günlük tutmadığım için o güdüyle kitap okurken, müzik dinlerken, film izlerken daima not tuttum.

Edebiyat tarihimizden pek çok çarpıcı hikâyeyi içeren bu çiziktirmeler kitabını yayımlamışsınız ama aslında büyük bir siteminiz var: Kitapta, “Beni alıp götürmüş yazınsal birikim, bugün bir avuç kişiyi ya ilgilendiriyor ya da onları bile ilgilendirmiyor. Bugünün karmaşasında koskoca bir edebiyat diri diri toprak altına gömülüyor” diyorsunuz...

- 50 yılın birikimiyle baktığım vakit; edebiyatımıza karşı çok haksızlık edildiğini, gündelik şeylerle asıl değerlerin ikinci, üçüncü plana atıldığını veya yok edildiğini görüyorum. Yola çıktığım yıllarda da bunlarla ilgilenen azdı. Ama nüfus da o zamanlar daha azdı. Bugün bakıyorum, ‘öz edebiyat’ın meraklısı herhalde 5-6 bin kişiyi geçmez, hadi sizin hatrınız için 10 bin olsun ama daha fazla değil!

Şikâyet etmem için bir sebep yok ama hiç çok mesut bir insan olmadım hayatımda, belki de nankörüm...

Bir Gölge Gibi Silineceksin’, Everest Yayınları’ndan çıktı.

Haberin Devamı

‘Kürk Mantolu Madonna okumak bir moda...

Neden böyle?

- Eğitim sisteminin hatası var. Edebiyatın, hayatın kılgısıyla eşdeğerde olduğunu anlatan bir eğitim verilmiyor Türkiye’de. Ne öğretiliyor genç insanlara? “Halide Edip Hanım, ‘Sinekli Bakkal’ romanını kaç yılında yazmıştır?” Bu, bilinse ne olur, bilinmese ne olur? Ansiklopedik bilgi. ‘Öz edebiyat’ı işe yaramaz görüyor insanlar. Onları da haksız bulmuyorum, işe yarar olduğu onlara hiçbir şekilde anlatılamamış.

‘Kürk Mantolu Madonna’nın ‘çok satanlar’da hep bir numarada olmasını neye bağlıyorsunuz?

- Ben onun okunmadığını, sentetik olarak koltuk altında dolaştırıldığını düşünüyorum.

Bir aşk hikâyesini konu aldığı için popüler hale gelmiş olamaz mı?

Haberin Devamı

- Keşke öyle olsa. Ona da razıyım. Özümsenerek okunduğunda insana o kadar çok şey katacak bir kitap ki... Ama bana kalırsa bir moda bu. Benim için Sabahattin Ali’nin çok önemli bir romanıdır. Ama ‘Kürk Mantolu Madonna’ dışında da çok önemli bir yazardır Sabahattin Ali. Diğer kitapları neden o çapta satmıyor? Bir insan hakiki bir okur olsa ‘Kürk Mantolu Madonna’yı okuyup hayran olduktan sonra o yazarın başka eserlerini de gidip alır. Gençlik yıllarımı hatırlıyorum; içimdeki yazarlık tutkusu, ‘Kirazlar’la başladı ama ben de herkes gibi Reşat Nuri’den (Güntekin) önce ‘Çalıkuşu’nu okudum. Onu okuduktan sonra derhal öteki romanlarını okuma isteği duymuştum. Bugün bakıyorum, böyle bir şey yok insanlarda.

Haberin Devamı

Neydi sizi ‘Kirazlar’da çeken?

- Sonundaki acı. Tabii uydurmuyorsam... Uzun yıllar geçti üzerinden. Zehra’nın kiraz ağacından düşüp ölmüş olmasının acısını yaşamış büyükannesiyle büyükbabası... Bir de Reşat Nuri Bey, insanların dıştan gördüğümüzden farklı bir iç dünyalarının olduğunu yansıtan bir yazardır. Ondan çok etkilenmiştim. Reşat Nuri Güntekin, Türk edebiyatında en çok önemsediğim insanların başında gelir. Hiç eskimediğini, kolay kolay da eskimeyeceğini düşünüyorum. Bir de Tennessee Williams’ın ‘Sırça Kümes’ini çok beğenmiştim. Onu radyoda dinlemiştim. Bu ikisinden sonra, “Ben de bir gün yazar olacağım ve insanların acılarını yazacağım” demiştim.

Haberin Devamı

Şikâyet etmem için bir sebep yok ama hiç çok mesut bir insan olmadım hayatımda, belki de nankörüm...

Toplumun her alanında, herkes birbirine karşı çok kırıcı

◊ Kitapta çok ilginç anekdotlar var. Adnan Menderes’in, ‘Ednan Bey Duymasın’da Muammer Karaca’yı seyrederken gülme nöbetine tutulması mesela. Bugün bir siyasi liderin kendisini konu alan bir hicve kahkahalarla güldüğünü gözümde canlandıramıyorum.

- Muammer Bey, çok büyük bir komedyendi. Ne yazık ki ondan geriye hiçbir şey kalmadı, bir tane uyduruk ‘Cibali Karakolu’ filmi var, o kadar. Eleştirel bir tarafı vardı ama asla kırıcı değildi, hep bir ölçü içinde kalırdı. En olumsuz eleştirileri bile karşısındakilere sevgiyle yansıtabilen bir gücü vardı. Şimdi bakıyorsunuz, sadece komedyenler değil, toplumun her alanında, herkes birbirine karşı çok kırıcı. O kırıcılık bize çok şey kaybettiriyor. Ben bazı meselelerin çok daha yumuşak tartışılabileceğine inanıyorum. Ama ne yazık ki -bu kelimeyi hiç kullanmak istemiyorum ama- bir linç toplumu olduk. 1960 öncesinde, hayal meyal hatırlıyorum ama bütün gürültü patırtıya rağmen bir linç toplumu değildik. Bana sorarsanız ilk linç, Menderes’lerin asılmasıydı. Arkasından Deniz Gezmiş’lerin asılmasıyla doruğa doğru yol aldı. Adnan Menderes, rahmetli, hatasıyla sevabıyla hoşgörülü bir insandı. Ama ortam da öyleydi. Karşısında da Muammer Bey... Zaten dostlukları da var. Gülriz’in (Sururi) anılarında da vardır; yine Karaca Tiyatrosu, yine İzmir Fuarı, Menderes oyuna gelir, orada da güler. Bittikten sonra fuar gazinosunda sohbet ederler. Bu çok önemli bir şey.

Yine kitabınızda geçiyor; Oğuz Atay, iyileşseymiş ‘Türkiye’nin Ruhu’ adında bir roman yazacakmış. Siz bugün ‘Türkiye’nin ruhu’nu nasıl görüyorsunuz?

- Oğuz Atay ‘Oyunlarla Yaşayanlar’ oyununda Türkiye’nin ruhunu yeterince yansıtıyor. Benim için en önemli Oğuz Atay tekstlerinden birisidir. Yazık ki çok insan farkında değil. Türkiye’de çok büyük acılar yaşanıyor. O acılar hep olduğu gibi bugün de çok dışa yansıtılmıyor, içe atılıyor. Suskun bir toplum... Üzgün bir toplum... Aslında bakmayın, yaslı bir toplum... Eğlenceye düşkün gibi görünüyor ama içe kapanmış bir toplum...

Şikâyet etmem için bir sebep yok ama hiç çok mesut bir insan olmadım hayatımda, belki de nankörüm...

‘Ayşecik’ filmlerini hâlâ baştan sona izlerim

Tiyatroya, sinemaya hep yakın duran bir yazar oldunuz. Kaba güldürüye başka bir açıdan bakıyorsunuz kitapta. “İstanbul bir zamanlar bu oyunları, bu oyuncuları mutluluk duyarak izledi. Belki zaman zaman o ‘kaba’ güldürünün ardında o ince emeğe kimbilir neler borçlanıldı?” Bugün de kaba güldürü sınıfına girebilecek pek çok yerli film üretiliyor. Onların arkasında da ince işçilik var mı sizce?

- Bence mümkün. Tümü için geçerli değil bu. Ama aralarında bazıları var, ilk bakışta çok kaba saba geliyor ama sonra orada kabalık olsun diye yapılan şeylerin birtakım eleştirel yanlarının olduğu ortaya çıkıyor.
Çok küçümseniyor bazı şeyler bu ülkede. Toplumun benimsediği eserleri öyle ‘Sanat dışıdır’, ‘Entelektüellik dışıdır’ gibi sözlerle geri çevirmenin anlamı olmadığı düşünüyorum. ‘Arabesk kötüdür’ derler mesela. Milyonlarca insan arabeskten tat almışsa orada bir sır var demektir. Siz onu beğenmeyebilirsiniz ama o sırrı çözümlemekle yükümlüsünüz. Çünkü başka türlü onu ne eleştirebilirsiniz ne alt edebilirsiniz. Belki de sırrı çözünce de alt etmekten vazgeçeceksinizdir.

Beğendiğinizi duyunca şaşıracağımız neler var?

- Çok var. O yazıda da bahsettiğim, İstanbul Tiyatrosu olağanüstü bir tiyatro grubuydu. Entelektüalizmin çok dışında olanlara da hitap eden oyunlar oynanırdı. İnsanlar da onları küçümsemeden seyreder, güler, alkışlardı. Hâlâ İstanbul Tiyatrosu’nun, Toto Karaca’nın, Muzaffer Hepgüler’in müthiş bir etkisi vardır üzerimde. Sinemadan da var tabii. Son yılları geçelim, iyi bir yeni film seyircisi değilim ne yazık ki ama gençliğimde seyrettiğim öyle filmler var ki hayatımda çok derin izleri bırakmışlardır. İlk ‘Ayşecik’ filmi çok acıklıdır. Bir yerde tesadüfen karşıma çıktığı vakit baştan sonra izlerim. Geçen sene yaz tatilinde bulduk onu. İnsanlar şöyle bakıp vazgeçtiler. Ben kıpırdamadan seyrettim.

Başkalarının acılarına uzak durduğunuzda, insan olma değerinizden çok şey kaybediyorsunuz

Yaşlanmayla birlikte gelen bir ‘duyguların kütleşmesi’nden söz ediyorsunuz kitapta. Nedir o?

- İhtiyar bencilliği. Zamanın azaldıkça kendine dönük olma. Başkalarının acılarından kaçma. Brecht’in ‘Me-Ti’ diye bir kitabı vardır, anekdotlardan oluşur. Orada, “Bir ihtiyarı karşıdan karşıya geçirmeye yardım edersiniz, işi bitince sizi arabanın altına atar” denir. Ben o noktada değilim tabii, duygu kütleşmesi oluyor ama bunun şuurundayım çok şükür. Yoksa paniğe kapılırdım. Çünkü başkalarının acılarına uzak durduğunuzda, insan olma değerinizden de çok şey kaybediyorsunuz.

Peki beraberinde bir rahatlama da getiriyor mu?

- Getirmiyor. Bende getirmedi. Bir şey beni üzüyorsa, bir şeye taktıysam aynı sarsıntı oluşuyor. Gençken verdiğim reaksiyonu veriyorum ama artık çok fazla geri dönüp düşünmüyorum. Onu bir şekilde gündelik bir şeyle alıp götürmeye çalışıyorum.

‘Ölünceye Kadar Seninim’ isimli kitabınızdaki ‘Mesut musun Ferit’ diyen Süha Rikkat’ı anmışsınız kitapta. Ben de size sormak isterim, mesut musunuz Selim Bey?

- Şikâyet etmem için bir sebep yok ama çok mesut bir insan olmadım hayatımda. Belki de nankörüm. Hayatın bana tanıdığı birçok inceliği belki de nankörce geride bırakıyorum, bilemiyorum. Bir de insanların bu kadar acı çektiği bir dünyada insanın mesut olmasının çok bencilce bir şey olduğunu düşünüyorum. Buna hakkı olmaması gerekir.

 

Mektupları yıllar evvel yaktım, hiç pişman değilim

◊ Behçet Necatigil, Attilâ İlhan, Sâlah Birsel, Sabahattin Ali... Sadece edebiyat dünyasından da değil, sahneden, sinemadan nice isim... Ömrünüz ‘güzel insanlar resmi geçidi’ gibi...

- Lütfi Akad... Gülriz Sururi... Yıldız Kenter... Sayısız... Çok düz bir hayat yaşadım, hiçbir şeyi olmayan bir hayattı benimki. Ama haklısınız; çok önemli insanlar tanıdım. Yakınım oldular. Ömrüm bir devrin tanıklığıyla geçti. Beni hem çok mutlu kılar hem de çok özlem duymama neden olur tanıdığım o değerli insanlar. Ama sanıyorum, bizim devrin de bir şansı vardı. Bugün hiç kimsenin benden aynı tadı alacağını düşünmüyorum.

Bence yanılıyorsunuz...

- Necatigil başka bir insandı. Genç nesil üstündeki yol yordam öğreticiliği, kılavuzluğu... Attilâ İlhan dediniz mesela... Onun gençlere olan o iyiliği... Şimdi biz onları yapabiliyor muyuz bilmiyorum, sanmıyorum. Attilâ İlhan 70-80 yaşındaydı, gençlerin kendisine getirdiğ abuk sabuk şiirleri oturup okurdu. Şiir yazmaması gerektiğini fark ettiyse, “Sen düzyazıya geç” derdi, edebiyat merakını da asla köreltmezdi.

Şikâyet etmem için bir sebep yok ama hiç çok mesut bir insan olmadım hayatımda, belki de nankörüm...

“Sevgili arkadaşım Gülriz Sururi’nin ölümüyle birlikte hayatımın anlamlarından biri daha sona erdi.”

O sorumluluğu taşıyamazdım

Eskiden sanki hep bir arada geçermiş hayat...

- Evet, eskiden edebiyat çevreleriyle sinema, tiyatro çevreleri hep iç içeydi. O bitti. Benim dostlarım da giderek azaldı. Şimdi üç-beş genç dostum var, sizin yaşlarınızda, onların dışında pek görüştüğüm edebiyatçı, sanatçı yok. Ama diyelim ki bir dizi seyrediyorum, beni alıp götüren bir oyuncuya rastladım, onunla tanışmak isteğini hâlâ duyuyorum. Pek dizi seyretmiyorum ama ‘İstanbullu Gelin’i seyrettim. Oradaki Esma Hanım’la (İpek Bilgin) ahbaplık etmeyi çok isterdim.

O dostluklardan yadigar kalan mektupları yaktığınızı okumuştum...

- Ben öldükten sonra ne olacaktı? Çok şahsi söylemler var içlerinde, insanlar bana gönüllerini açmışlar. Yazanların birçoğu da ölmüş. Hakkım var mı? Beni çok düşündüren bir konudur bu. Yalnızca mektuplar da değil, anılar konusunda da... Ölmüş insanların arkasından hiçbir zaman olumsuz anı yazmadım. Çünkü cevap veremezler ve sizin hatırladığınız, yorumladığınız şekilde yazılmış olur. Bunun yanlış olduğunu düşünürüm. Mektupları yıllar evvel yaktım. Başta Hasan Bülent Kahraman olmak üzere herkes çok kızdı bana. “Onlar edebiyat tarihi için çok gerekliydi” dediler. Edebiyatın kendisi yokken tarihi nerede olacak? Hiç pişman değilim. Kendim için pişmanım; dönüp okuyamıyorum ama geriye bırakmadığım için pişman değilim. Bazı edebiyat tarihine ışık tutabilecek şeyleri ziyan etmiş olabilirim ama o sorumluluğu taşıyamazdım.

Bir de siz bu meselenin diğer tarafında olmayı tecrübe ettiniz değil mi? Attilâ İlhan ona yazılan bütün mektupları sahiplerine sormadan yayımladı. İçinde sizinkiler de vardı...

- Evet. O zaman mektupların sahipleri çok ağır şeyler söylediler bir gazeteye. Ben düşündüm taşındım, “Attilâ İlhan gençliğimizi dosyalamış, şimdi bize hediye ediyor” dedim.

Aslında kızmıştınız...

- Evet ama daha önce Attilâ Bey’le yedi yıl kadar dargın kalmış, sonra barışmıştık. Akabinde bu mektuplar çıktı. Artık ne onun yaşı ne benim yaşım bir yedi yılı daha kaldırabilirdi. Zaten mektuplardan bir süre sonra da onu kaybettik.

 

Edebiyatın bir tür kanserojen organizma olduğu kanaatindeyim

Sabahçı yazarlardan mısınız, gececilerden mi?

- Gençliğimde gececiydim. 55-60 yaşından sonra sabahçı oldum. Sabah 8.30-9.00 gibi oturuyorum masanın başına; öğlen 13.00’e, 13.30’a kadar...

Yazmasanız da oturur musunuz?

- Tabii, banka memuru gibi.

Şikâyet etmem için bir sebep yok ama hiç çok mesut bir insan olmadım hayatımda, belki de nankörüm...

Okuma oburuyum

Türkan Şoray bir bilgisayar almış size. Bıraktınız mı daktiloyu?

- Hem de 2017’deyken 2018’in modelini almıştı. Çok uğraştım ama altından kalkamadım. Cümle kuramıyorum bilgisayarda.  “Ekranı görüdüğün için öyle oluyor” dediler. Ekranı kararttık, yine olmadı. İyi kötü öğrendim, şimdi otursam, bir şeyler yaparım ama yazı yazamadım. Genç arkadaşlarım onda yazsam işimin kolaylaşacağını söylüyor ama bana kalırsa onların işi daha zor. Hemen düzelttiğiniz vakit yazdığınız şeyin üzerine düşünme fırsatınız kalmıyor. Bir şeyi tekrar tekrar yazarken her seferinde yeni bir şey gelir aklınıza. Ben hiç sıkılmadan yeni baştan yazarım. O şekilde üretebiliyorum.

Kitapları da tekrar tekrar okurmuşsunuz...

- Evet, sevdiğim kitapları mutlak suretle yeniden yeniden okuyorum. Hem unutmuş olmam dolayısıyla yapıyorum bunu hem de yılların getirdiği yeni yorumlama imkânları oluyor. Müthiş bir okuma oburuyum. Boş bir saniyem olsun, hemen kitap açarım. Yanımda daima kitabım, kalemim, defterim vardır.

Tatil yaptınız mı bu yaz?

- Yapmadım. Şimdiye kadar yazdığım hiçbir şeye benzemeyen, -içerik olarak benzerliği elbette vardır ama yapı itibariyle hiç benzemeyen- bir şeyle boğuşuyorum. Bazı gün çok iyi oluyor, fevkalade! Bazı gün berbat bir şey... Çalıştığım vakit araya zaman sokarsam onun büyüsü bitiyor. Baştan alıp o büyüyü yaratmaya çalışıyorum, yine de müthiş bir yabancılaşma oluyor. Edebiyatın bir tür kanserojen organizma olduğu kanaatindeyim. Vücut onu reddetmeye çalışıyor. Yazmak öyle, hastalıklı bir şey benim için.

 

 

 

BAKMADAN GEÇME!