Benim deli ağacım bir ıhlamur

Güncelleme Tarihi:

Benim deli ağacım bir ıhlamur
Oluşturulma Tarihi: Şubat 27, 2017 15:04

“Merdivenleri ağır ağır çıkıyordu. Ve şiiri kendi kendine mırıldanıyordu: Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden... Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak... OLMAYACAK... Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak. Başını kaldırıp yukarı baktı. Yaşadığı apartmanın dar merdivenlerinin tepesinde sema falan yoktu...”

Haberin Devamı

Pınar Kür bir tiyatro yazarı, öykü yazarı, roman yazarı, akademisyen, çevirmen olmanın yanı sıra bir dönem gazetelerde ve dergilerde röportajlar yaptı, köşe yazıları yazdı, televizyon programları hazırladı. Aynı zamanda ödüllerin, yasakların ve gönüllerin yazarı oldu. Çok yönlü kişiliğinin çok yönlü kalemini beslediği; Yarın Yarın, Asılacak Kadın, Bitmeyen Aşk, Bir Cinayet Romanı, Akışı Olmayan Sular, Bir Deli Ağaç ve nice unutulmaz eseri edebiyatımıza kazandırdı. On yıl aradan sonra Can Yayınları tarafından yayımlanan “Sadık Bey” isimli romanı ile okurlarına merhaba dedi. Son romanına, edebiyatçı kimliğine, ömür ve hayat arasındaki üretkenliğine, yazma/yazamama sancılarına, “Hiç de iyi anılarım yok” dediği Ankara’ya dair sorularımı, okurlarımız için yanıtlayan değerli kalem Pınar Kür’e teşekkürlerimi sunuyorum. 

Haberin Devamı

-Yayınlandığı dönemin ilerisinde, iyi edebiyatın zamana yenilmezliğini kanıtlayan eserler yazdınız, çeviriler yaptınız, öğrenciler yetiştirdiniz. Edebiyatta üretkenlik söz konusu olduğunda, ‘ömür’ ve ‘hayat’ arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Edebiyatta fazla üretken sayılmam, kırk yılda on bir kitap yazdım. Çevirilerimin sayısı daha fazladır. Tabii tiyatroyla da uğraştım, bir de dediğiniz gibi akademisyenlik var. Yani, yalnızca edebiyat söz konusu değil, çeşitli üretkenlik alanlarım var. Ömür ile Hayat arasındaki bağa gelince, Ömür kişinin doğum tarihi ile ölüm tarihi arasında geçen zaman dilimi... Hayat ise bu süreyi nasıl değerlendirdiğinizle ilgili... Neler yaptınız, insanlığa ne gibi katkılarda bulundunuz, mutlu oldunuz mu, mutlu ettiniz mi? İnsan hayatta yaptıklarının kendisinden uzun ömürlü olmasını ister.

-Bir eğitimci-yazar olan anneniz İsmet Kür’ün, çocukluğunuzda sizi aruz vezni ile azarladığını biliyoruz. Edebiyatçı anne ve teyzenin (Halide Nusret Zorlutuna) kalemiyle beslenerek yetişmek, meslek seçiminizde ne derece etkili oldu? Londra ve New York’ta okumuş olmak, ardından Paris yılları yazarlığınızı nasıl şekillendirdi?

Birinci derecede etkili olmuştur. Daha okumam yazmam yokken şiir söylemeye başlamışım zaten. İlkokulda radyo oyunları yazıyordum. Bir ara tiyatroya çok heves etmiştim, profesyonel olarak çok çalışmadım ama hep çok sevdim. Yurt dışında çeşitli ülkelerde yaşamak insanın bakış açısını inanılmaz genişletiyor, empati yeteneğini artırıyor, yepyeni dünyalar yaratmasına yardımcı oluyor.

Haberin Devamı

Benim deli ağacım bir ıhlamur
YAZDIKLARIMIN SIRRINI BEN DE BİLMİYORUM

-“İnsanlar hayaldir de, mekânlar gerçektir benim kitaplarımda” demiştiniz. Sanırım Ayvalıklı olduğum için; “Bir Deli Ağaç”taki ağacın, bir delice -yabani zeytin- olduğunu düşledim hep. Pencerenizi kucaklayan o dalların okurlarınıza ulaşması ve onların düş penceresini bu denli kuvvetli tıklatmasının sırrı, sebebi nedir?

Ben de uzun süre Ayvalık’ta oturdum ama yabani zeytine delice dendiğini sizden öğreniyorum. Bir ağaca ‘deli’ demenin orijinal olduğunu sanıyordum. Benim deli ağacım bir ıhlamurdu. Yazdıklarımın sırrının ne olduğunu ben de bilmiyorum; hatta bir sır varsa onu okur benden daha iyi biliyor olabilir.

Haberin Devamı

-“Asılacak Kadın” ve “Bitmeyen Aşk” bir dönemin yasaklı kitaplarından. Bir kurgunun, kurmaca bir karakterin yaşantısının suç unsuru sayılarak kitabın raflardan indirilmesini bugün yaşamıyoruz ama sansürcü zihniyet ‘yok’ diyebilir miyiz? Yazarlarımız belki de otosansürün pençesinde..?

“Yarın Yarın” da eski ceza kanununun 141inci maddesi gereği toplatılmış ve sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmıştı. Ama yazdıklarım yüzünden 12 Eylül döneminde bile tutuklanmadım. Günümüzde sansürcü zihniyet olmaz olur mu? Eskisinden beter var. Üstelik yayınlanmamış kitapları bile yasaklıyor, yazarını hapse tıkıyorlar. Otosansürün ve hatta yalakalığın pençesinde olanlar da var elbette ama gerçek yazarların durumu bugün daha önce hiç olmadığı kadar vahim.

Haberin Devamı

GÜNÜMÜZDE ELEŞTİRMEN YOK

-Türkiye’nin içinde bulunduğu ortam ve gidişata kızıp 1990’larda bu piyasaya ürün vermeme kararı aldınız. O dönem için yazma isteğinizin değil ama hevesinizin söndüğünü belirtmiştiniz. “Sadık Bey”de on yıl aradan sonra geldi, süreç aynı olmasa da yazamamak sizi nasıl etkiledi?

Tuhaf bir ikilem bu: hem derin bir yılgınlığın içindesiniz, yazmak gelmiyor içinizden, hem de çaresizliğinize kızıyorsunuz. Yazmıyorum ne âlâ, diyemiyorsunuz, huzursuz, hatta mutsuz oluyorsunuz. Çeşitli arayışlara giriyorsunuz, ne bileyim daha çok çeviri yapıyorsunuz. Ben bir ara televizyon programı bile yaptım. Ama aklınızın gerisinde hep yazmak, daha doğrusu yazmamaktan sıkılmak var. Tedirginliği bir türlü üstünüzden atamıyorsunuz... Sonunda yeniden yazmak zorunda kalıyorsunuz.

Haberin Devamı

-İlk romanınız “Yarın Yarın” yayınlandığı ilk ayda, hakkında otuzun üzerinde yazı çıkmış; bazı eserleriniz için “bu rakam beşi, altıyı geçmedi” diyorsunuz. Sizce değerlendirme-eleştiri yazıları o eserin iyi/kötü bir edebiyat ürünü olduğunu ne derece gösterir? Günümüzde durum nedir, örneğin “Sadık Bey”den ne kadar söz edilmekte?“

Yarın Yarın” ile “Sadık Bey” arasında kırk yıl var. Son yirmi yıl içinde ise Türkiye yüz yıl geriye gitti. Evet, teknoloji gelişti, cep telefonsuz yaşayamaz olduk ama başka her bakımdan yozlaştık, hatta bence bu yozlaşmada teknolojinin gelişmesinin de büyük payı var. Millet kolaycılığa alıştı. Benim ilk kitaplarım yayınlandığında nerdeyse bütün gazetelerin kültür sanat sayfaları vardı. Bir sürü edebiyat dergisi vardı. Bunların eleştirmenleri vardı, yeni kitaplar hakkında fikir beyan ederlerdi. Belli başlı eleştirmenlerin görüşleri önemsenirdi. Günümüzde o dergiler kalmadı, eleştirmen yok. Bazı gazetelerin haftalık ya da aylık kitap ekleri var, ama oralarda eleştiri yerine kitap tanıtım yazıları var daha çok. “Sadık Bey” hemen hemen bütün kitap eklerinde ve Milliyet Sanat’ da söyleşilerle tanıtıldı. Bildiğim kadarıyla Müge İplikçi, Mine Söğüt, Feridun Andaç yazı yazdılar. 

Benim deli ağacım bir ıhlamur

CEHALETE ÖVGÜ ALDI GİDİYOR

-“Sadık Bey” için bir değişim romanı diyebilir miyiz; günümüz dünyasına, iş yaşamına, arkadaşlığa, aşka, insan ilişkilerine tutunamayanların, bir yanı hep eksik kalmışların, kaybedenlerin romanı...?

Evet, diyebiliriz. Zaten ben genellikle uyumsuzların öykülerini yazmışımdır.-Yaşamaya ilgisini zamanla yitirmiş, sevgisizlik ve duygusuzluk denizinde yüzen Sadık Bey’in -şiiri de bıraktıktan sonra- bu hayata uyum sağlaması olanaksız hale gelmiş. Sanata ve edebiyata temas edenlerin ‘şair’ ya da ‘romantik’ diye küçümsendiği bir ortamda yazarların, sanatçıların hayatta kalma şansı nedir?Pek fazla olmasa gerek. Hele de son yıllarda bırakın yazanları, okuyanlar bile küçümsenmeye başladı. Bir cehalete övgüdür aldı gidiyor.-Bilgisayarın hayatımıza girmesiyle iş yaşamındaki dil değişime uğradı, sözlüğümüze yeni kavramlar eklendi. ‘Printout’da olduğu gibi bir ‘plaza dili’ oluştu. Müdürün yöneticiye, muhasebenin finans-analiz bölümüne, odanın büroya/ofise dönüşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?Bunun cevabını “Sadık Bey” adlı romanda verdim sanıyorum.

İSTANBUL’A NEW YORK’TAN ÇOK GÖKDELEN DİKTİLER

 -“Yarın Yarın”daki Seyda karakteri gibi Sadık Bey de okuma günlerini geride bırakarak, duvarına dizdiği kitapları seyretmenin zevkine dalıyor. Burada yalnızca bir alışkanlık yitiminin değil, kültürel bir değişimin altını çiziyorsunuz. Kitaplar okunmaktan çıkıp da seyirlik nesneler haline ne zaman dönüştü?

Yaşamımızdaki hemen her şey seyirlik oldu ya. Görsel medya her yerde egemen. Artık millet sofrasının resmini instagramda paylaşmadan yemeğe başlayamıyor. Bu durumdan teknolojiyi sorumlu tutuyorum. Ancak Seyda’nın olsun Sadık Bey’in olsun eskiden okudukları kitapları seyretmeleri içinde bulundukları yılgınlığın bir göstergesi.-“Batmakta olan güneşe inat, koyu bulutlar gökdelenleri lacivert bir çizgiyle çerçevelemişti” cümlesi ile Sadık Bey’in evinin balkonundan gökyüzünü ve kent manzarasını betimlemişsiniz. Gökdelenler yükseldikçe, başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerin silueti değişti. Bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz?Nasıl yorumlamamı beklersiniz? Fevkalade!!! Allah büyüklerimizi başımızdan eksik etmesin! İstanbul’a New York’tan daha çok gökdelen diktiler!-13. Uluslararası Ankara Öykü Günleri Onur Ödülü’nü almak için Mayıs 2013’te kentimize geldiniz. Ankara’da yetişmiş ya da bir dönemini burada geçirmiş fikir, yazın ve sanat ustaları Ankara’nın farklı bir yeri olduğunu söyler. Sizce de böyle bir farklılık var mı? Ankara’yı nasıl tanımlarsınız?Ankara’da en son 12 Mart’ın en karanlık günlerinde yaşadım. Hiç de iyi anılarım yok. Ankara’yı “Küçük Oyuncu” romanımda anlattım, daha da anlatacak değilim.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!