Eeeeeeyyy! Muhalefet!
Eeeeeeyyy fitne ve şer ocağı. Yemin töreninin icra edildiği gün Meclis’te yaptığınız şey neydi? Koca Meclis Başkanı’nın (*) kafasını nişanlayıp, iç tüzük kitabını atmak marifet miydi?
O kitap Cemil Bey’in yüksek fikirlerle dolu “kutlu kafasına” denk gelse, cilt yeri başında yara açsa, değerli büyüğümüzün pekmezini akıtsa daha mı iyi olurdu?
Kuzey Kore gibi, Katar gibi, Malezya gibi, Papua Yeni Gine gibi dünyanın en önemli devletlerinin temsilcileri oradaydı. Böyle bir kanlı sahneye tanık olduktan sonra kendilerine gelebilirler miydi?
Onlar özür dilemiyor, ben dileyeyim. Ama muhalefet namına değil, duayen bir köşe yazarı olarak insanlık namına, hatta kanun namına
O güzel sevgi insanını seyrederken inanır mısınız ağladım.
Bindiği limuzin, gayet ağır bir tempoda Çankaya’ya doğru tırmanıyordu. Partimizin gözbebeklerinden Melih Gökçek’in belediye otobüsleri ile Keçiören, Etlik, Mamak çevresinden getirdiği “vatanına milletine bağlı vatandaşlar” yolun iki tarafına dizilmişti.
Limuzini gören “Bizim orası seninle gurur duyuyor” diye bağırıyordu.
“Sizin orası batsın!”
Bu da yeni moda oldu. Eskiden “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye bağırılırdı. Şimdi herkes kendi ilçesini, mahallesini, kafasına göre cümlenin başına kondurup öyle bağırıyor.
Bala, Güdül, Mamak benim o güzel sevgi insanımla ayrı ayrı gurur duysa ne olacak, duymasa ne olacak? Sen bana Türkiye namına bağır da o zaman gözlerim yaşarsın.
Beyler! Tarafsız bir yazar, daha da ilerisi, Türkiye’deki köşe yazarlarının tarafsız duayeni olarak bir gerçeğin altını çizeyim.
“Çiy yumurta soyulmaz. Bizim partide yıldız sayılmaz.”
Herkes kendi başına bir yıldızdır ancak Kongre ortamı eğer bir yarışmaysa, onun da kendi içinde diğerlerinden daha fazla parlayan yıldızları vardır.
Ben önceliği, liderimizin “O güzel sevgi insanının” Özel Kalem Müdür Yardımcısı ve danışmanı Yusuf Yerkel beyefendiye veriyorum.
Kongreyi dört dörtlük düzenleyen, hiçbir delegeyi aç ve açıkta bırakmayan
Cumhurbaşkanlığı serüvenini anlatmaya önce parti kongresinden başlayayım.
Kongre’ye giderken “O güzel sevgi insanı” ile uyum içinde olduğumu göstermek için Yeni Karamürsel Mağazası’ndan taksitle aldığım yazlık takımı giymiştim.
Takımın kumaşı aynen liderimizin özel günlerde giydiği takım elbisenin kumaşı gibi mavi ekoseydi.
Benimkinin mavi, beyaz renklerdeki kutuları biraz daha küçük olduğundan yüzde yüz benzemiyordu. Ceket uzaktan bakıldığında “mutfak perdesi” gibi duruyordu.
Liderim aynı renkte takım elbise giydiğimden bu farkı sorun etmedim, kıyafeti üzerimde bayrak gibi taşıdım.
Memleketi on iki yıldır ışıldak gibi aydınlatan Ampul Partimiz’in içinde niza çıkması, Türkiye Cumhuriyeti içinde faaliyet gösteren köşe yazarlarının duayeni olarak en son isteyeceğim şeydir.
Parti içi huzursuzluk çıkacaksa muhalefet partilerinde çıksın. Gözlüklü adamın partisinde çıksın. Kafaları Tokuşturak Partisi’nin adamları arasında çıksın.
Gözlüklü adamın partisinde çıktı zaten. Ne ara imza topladılar, ne ara karar aldılar fark etmedim bile. 6 – 7 Eylül’de Kurultay toplayacaklarmış.
Toplansınlar bakalım. Nevri dönen bir il başkanı elinde pompalı tüfekle Kurultay salonuna dalar, Merkez Yönetim’i mermi manyağı yaparsa o zaman görürüm onlardaki bu kurultay sevdasını.
Hem zırt pırt Kurultay toplamak ne yahu? Bu partinin başka işi mi yok? Bunlar Kurultay Toplama işini
Bizim oralarda yani New York’ta eski bir laf vardır. “Küresel ısınma gelecekse kışın gelsin” derler.
Çünkü New York’un kışları yamandır. Fransızlar 1893’te “Hürriyet Anıtını” Amerikalılar’a hediye ederken, heykeldeki kadının eline yanan meşaleyi boşuna vermediler.
New York’un ünlü kışlarının altını çizmek istediler. Başka niyetleri olsaydı pekâlâ kadının eline “ışıklı meyve tabağı” verebilirlerdi.
Bunları niye anlatıyorum? Yazının girişinde “Küresel ısınma gelecekse kışın gelsin” derken Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün durumunu işaret ediyorum. Partiye dönecekse yaz ortasında değil de kışın dönsün, çağrısı yapıyorum.
Yeni cumhurbaşkanımız
O güzel “sevgi insanı” nihayet cumhurbaşkanı seçildi.
Balkona çıktığında kalbim pıtır pıtır atıyordu. Duygusal insanımdır, onun da duygusallaşacağını bildiğimden yanıma altı paket selpak mendili almıştım. İyide etmişim.
Daha balkona çıkıp elini sallıyordu ki benden bir hıçkırık, ardından bir höykürme, bir tıkanma. Nasıl bir etkidir bu yarabbi? Hüngür Allah hüngür ağlıyorum. Şuurum yerinden kaymış, niye ağladığımı da bilmiyorum.
NTV’den bir kameraman geldi karşıma dikildi. Yanında da muhabiri var, sırıtıyor. Elindeki mikrofonu çok affedersiniz şey gibi sallıyor.
NTV’yi severim. Sahibi Ferit yanımda yetişmiş sayılır. Bu daha küçük bir çocukken saçları dökülmeye başlamıştı. Otuzuna gelmeden kafa “sakız kabağı” gibi oldu. Yukarıda Allah var, çocuk cazibesinden bir şey kaybetmedi.
Tam tersine kafası Turhallı Fabrikası’ndan çıkma küp şeker gibi köşeli olduğundan cazibesine cazibe kattı. O cazibenin verdiği gayretle bir İngiliz kızıyla evlendi.
Benim başı örtülü bacımı “ikinci sınıf vatandaş” göstermek isteyen elitlerin son numarası da bu. Karşısındakini eksikli hissettirmek için lafı punduna getirip “Kaç dil biliyorsunuz?” diye sorarlar.
Sen Türkçe’den başka dil bilmediğinden başını öne eğersin, ayağınla yeri eşelersin.
Aynı şeyi siyasette de yapıyorlar. O güzel “Sevgi İnsanı” ile adı tuhaf kişiyi kıyaslayıp, yabancı dil bilmek üzerinden galibi ilân ediyorlar.
Bu numarayı bana çektiklerinde, yani kaç dil diye sorduklarında “Altı” diye cevabı yapıştırıyorum.
“Oxford İngilizcesi, Marsilya Fransızcası, Prusya Almancası, Servantes İspanyolcası, Pavarotti İtalyancası ve Nataşa Rusçası..”
Karşımdaki aval aval baktığında bombayı patlatıyorum.