GeriSeyahat Mesih’i bekleyen kent KUDÜS
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Mesih’i bekleyen kent KUDÜS

Mesih’i bekleyen kent KUDÜS

İsrail’in başkenti Kudüs, altı bin yıllık tarihiyle dünyanın en eski şehirlerinden. Son iki bin yılda üç semavi dinin önemli olaylarına sahne olan, kutsal merkezlerine ev sahipliği yapan şehir, farklı inançların, etnik grupların yanyana yaşandığı bir açıkhava müzesi. Yaz aylarında gündüz sıcaklığı 30 dereceyi, 700 bin nüfusu dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçilerle 1 milyonu aşıyor.

Nisan boyunca ortalama sıcaklık 25 derece civarında. Büyük kalabalıkların henüz akın etmediği sokaklarında, çarşılarında dolaşmak çok daha kolay. Nisan ortasına kadar sürecek Nahon Müzesi’nin "Komediyle Sanat Arasında" festivali, Alman Kolonisi’nde başlayan "Çiftçi Festivali" şehre baharda farklı renkleri taşıyor.

10 yıl arayla gittiğim Kudüs yine farklı insan gruplarıyla yüzüme tokat gibi çarptı. Hızlı hızlı yürüyen, insanlardan adeta kaçan Hassidiler, beyaz entarili Araplar, beyaz başörtülü kadınlar, ellerinde modern teknoloji ürünü silahlarıyla kadınlı erkekli İsrailli askerler, dünyanın her köşesinden hac vazifesini yerine getirmek için gelen Hıristiyanlar, ağlama duvarını ziyaret eden Yahudiler... Tüm bu kalabalıklar birbirine çarpmadan, geçmişi bugüne bağlayan tarihi mekanlara akıyor.

Üç Semavi dinin en önemli kenti Kudüs’ün, Ürdün kontrolündeki kısmını 1967’de İsrail ele geçirmiş. İbranice barış toprağı anlamına gelen Yeruşalayim (Latince Jerusalem) bu operasyon sonrasında adının anlamından iyice uzaklaşmış.

ZEYTİNDAĞI’NDAN ŞEHRİ SEYRETMEYİ UNUTMAYIN

Şehirle ilk tanışma Zeytindağı’ndan eski kente bakışla gerçekleşiyor. Çan ve ezan seslerinin gün batımında birbirine karıştığı Eski Kudüs sizi selamlıyor. Bir başucu kitabı olan Falih Rıfkı Atay’ın "Zeytindağı"ndan hazin satırlar aklıma geliyor.

"Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut Denizi’ne bakıyordum. Daha ötede Kızıldeniz’in bütün sol kıyısı, Hicaz, Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kıyamet Kilisesi’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var, bir yandan Süveyş Kanalı’na, öbür yandan Basra Körfezi’ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız. Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum."

Eski Kudüs’te, Kubbet-üs Sahra’nın altın kubbesi tüm renklerin önüne geçiyor. Şehri Kanuni’nin 16.yy’da yaptırdığı surlar çevreliyor. Arka planda solda Sion Tepesi’ni görüyoruz.

Yahudi inanışına göre Zeytindağı, Mesih’in döneceği ve son yargının yapılacağı yer. Ortodoks Yahudi için Mesih (messiah) olmazsa olmaz bir kavram; yağlanmış demek. Eskiden İsrail kralları tahta çıkınca yağlanırmış. Mesih’in ilk kral Davud’un soyundan geleceği söyleniyor. Kutsal metinlere göre, Mesih’i Kidron Vadisi’ndeki mezarda yatanlar karşılayacak, adalet günü muhakemesi burada yapılıp, günahkarlar ayrılacak.

Romalılar Hz. İsa’yı, son vaazını verdiği Zeytindağı’nın eteklerinde yakalamış. Son vaazını verdiği taşın üzerinde bugün Tüm Uluslar Kilisesi yer alıyor. Kilisenin sütun başlarında zeytin ağacı figürleri var. Bahçesinde zeytin ağaçları olduğu için buraya Gethsemane adı verilmiş. Hıristiyanlar için önemli hac noktalarından biri.

AĞLAMA DUVARI’NA SIKIŞTIRDIĞIM MESAJLAR HENÜZ OKUNMADI

Eski kenti sekiz kapı çevreliyor. Zeytindağı’na bakan Altın Kapı kapalı, taşla örülmüş. Mesih’in bu kapıdan şehre gireceği söyleniyor. Önem sırasında ikinci olan Yafa Kapısı’ndan geçip, Yahudilerin Batı Duvarı, Hıristiyanların ağlama duvarı olarak adlandırdıkları mekana gidiyorum. Son kez MS 70’te yıkılan ikinci tapınağın ayakta kalan duvar, gün ve gecenin her saati ağlayan Yahudilerle dolu. Hassidiler, yani aşırı dinci Yahudiler uzun lüleli saçları, siyah şapkaları, beyaz gömlekleri ve siyah takım elbiseleriyle mıknatısın çekim alanına girmiş gibi hızla duvara doğru ilerliyor. Aralarındaki çocuklar, kıyafet ve lüleleriyle babalarının kopyası. Kıyamet gününde melekler bu iki lüleden tutup onları cennete gönderecekmiş...

Batı duvarına el sürmek, öpmek isteyen kadınlar ve erkekler ortadan bir paravanla bölünmüş avluda ayrı ayrı ağlıyor. Kim demiş erkekler ağlamaz diye. Duvara ileri geri sallanarak ve fısıltılarla mırıldanarak dua edenler bal gibi ağlıyor.

Yahudi olan olmayan herkes ufak kağıtlara yazdıkları dilekleri boş buldukları deliğe sıkıştırıyor. Kudüs baş hahamı belli günlerde bu kağıtları duvar deliklerinden alıp Zeytindağı’na gömüyor. Tanrı’nın bu mektupları oradan alıp okuduğuna inanılıyor. İki ziyaretimde de dilek yazdım; sonuç alamadığıma göre henüz sıra gelmemiş, okunmamıştır diye teselli buluyorum...

MUALLAK TAŞI’NIN KERAMETİ SAYMAKLA BİTMEZ

Kuş olup duvarın üstünde uçsanız hemen arkasında Kubbet-üs Sahra’nın Altın Kubbesi’ni görebileceksiniz. Ben uçmak yerine Arap mahallesinden geçip Müslümanların kutsal mekanına yürüyorum. Yollar düzensiz ve pis, güzel bir Osmanlı sebili bakımsızlıktan tanınmaz halde. Sokağın sonuna bir İsrail karakolu yerleştirilmiş. Harem-i Şerif’in kapısında Filistinli Müslümanlar Türk olduğumu anlayıp "Bu ne biçim Müslüman giyimi" bakışı attıktan sonra, kıyafetime çekidüzen vermemi istiyor. Karşıdaki nöbetçi tesettürcü mağazadan bir etek kiralayıp, eşarbımı sıkıca bağladıktan sonra kelime-i şehadet getirmem talep edilmeden içeri giriyorum.

Merdivenlerden hemen çıkışta Kübbet-üs Sahra tüm görkemiyle beni karşıladığında içim huzur doluyor. Müslümanların ilk kıblesi, ismi kutsal anlamındaki Eld Kuds’ten gelen şehrin en uzak mescidi olduğu için Mescid-i Aksa adı verilmiş yapıya. Harem-i Şerif de içinde. Kaynaklara göre Hz. Muhammed, miraç sırasında atı Burak’a burada binmiş. Binek taşı korunmuş, 691’de Emevi Halifesi Abdülmelik, üstüne Kübbet-üs Sahra’yı yaptırmış. Muallák Taşı, diğer kutsal eşyalarla birlikte yapının alt katında sergileniyor. Hz. Davut’un Tanrı’ya burada dua ettiği, Nuh’un tufandan sonra gemisinin bu taşın üstüne oturduğu, İsrafil’in keçi boynuzundan yapılan şofarı son kez bu taşın üstünde üfleyeceğine inanılıyor.

Yahudi inancına göre Mescid-i Aksa, Süleyman Tapınağı’nın üstünde yükseliyor. 144 dönümlük Harem-i Şerif alanının hemen sağında ecdat yadigarı olan açık namazgah ve mermer mimber Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden. Avlunun sonundaki kemerlerle birbirine bağlı sütunlara Muvazin (Teraziler) deniliyor ve mahşer günü her şeyin burada adalet terzisine vurulacağına inanılıyor. Böylesine kutsal mekanda insan nefes almaya bile çekiniyor.

Kubbet-üs Sahra’nın giriş kapısının çevresindeki çiniler, Kanuni zamanında İznik’ten gönderilen ustaların elinden çıkmış. 1929’da Mimar Kemalettin tarafından yenilenmiş. Olabildiğince çok fotoğraf çekiyorum. Her kare çok değerli. Kuran kursundan çıkıp, namaz kılmak için camiye gelen siyah pardösülü, beyaz başörtülü genç kızlar sessizce namazlarını kılıp dershanelerine dönüyor.

Kutsal mekandan çıktığımda acıkmıştım. Arap Çarşısı’ndaki Şükrü’nün halk tipi lokantasına gittim. Tahta masalara açılan servislere hemen falafel, humus, çorba, ezme ve lavaş geliyor. Lokantanın temizlik koşullarına kafamı takmadan, yemeğe koyuldum. Her biri lezizdi.

İSA BU YOLDA ÇİLE ÇEKMİŞTİ ŞİMDİKİLER ALIŞVERİŞ YAPIYOR

Lokantadan çıktıktan sonra İsa’nın çarmıhını sırtında taşıyarak yürüdüğü Via Dolorosa’ya (Çile Yolu) giriyorum. Mel Gibbson’un İsa’nın Çilesi filmindeki en uzun, kanlı sahne bu yoldaki yürüyüşle ilgiliydi. İsa’nın haçı taşırken zaman zaman yere düştüğü noktalara istasyon adı verilmiş, kiliseler inşa edilmiş. Yol boyunca beşi Kutsal Kabir Kilisesi’nde, 14 istasyon var. Fransisken rahipleri her cuma İsa’nın acısını aynen yaşamaya çalışarak bu yolu yürüyor. Onları bilmem ama Hz. İsa bugün bu yoldan geçse çok şaşırırdı.

Kurulan tezgahlar üzerinde yok yok: Dansöz kıyafetleri, yedi kollu şamdanlar (Menorah), adak mumları, hac eşyaları, haç taşıyan İsa resimleri. Çilesi ticarete dönüştürülmüş. Yine de İsa’nın çilesini hissetmeye çalışarak yürüyorum yolu. Tepeye ulaştığımda belki de Kudüs’teki en fakir ama en özgün kilisesi Habeş Katolik Kilisesi’ne ulaşıyorum. Birkaç Etiyopyalı rahip köşede koyu sohbete dalmış, fotoğraf çektiğimi görünce poz veriyor. Bitişikteki Kutsal Kabir Kilisesi’nin avlusunda ise rahip adayları bir köşede toplanmış hocalarını dinliyor. Rusya’dan gelen kadın hacıların ilahileri, diğer köşede rahibin ettiği duayı tekrarlayan Amerikalı grubun seslerine karışıyor.

Kilisenin ilk girişinde Hz. İsa’nın çarmıhtan indirilip yıkandığı varsayılan taşın etrafı iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık. Taşı öpenler, ağlayanlar, getirdikleri suları, tespihleri, kutsal kitapları taşa sürerek İsa’dan mucize almaya çalışanlar adeta transa geçmiş durumda.

Usulca Kutsal Kabir sırasına giriyorum. İçeriye altılı gruplar halinde alıyorlar. Karanlık dehlizden geçerek birkaç basamak aşağıdaki ufak mekana iniyoruz. Camlı bölmenin içini görmek olanaksız, bir mum yakıyorum, diğerleri dua ediyor... Mezarın üzeri 19. yy’a ait dev bir mezar taşıyla kaplı. Çıkışta, gruptaki beş 5 Hıristiyan ellerindeki bir düzine mumu oradaki kandilde yakıp hemen söndürerek yanlarına alıyor, yani mumlarını kutsuyor. Ne ritüeller var hayatta!

Kutsal Kabir’in arkasındaki Süryanilere ait bölümden dışarı çıkıp, yoluma devam ediyorum. Hedef Sion Dağı’ndaki Dormitory Kilisesi. Hz. İsa’nın son yemeğini yediği Levi’nin evinin yerine yapılmış. Girişinde fotoğraf çektirenler, ağlayanlar, gruplar halinde ilahiler okuyanların yarattığı kaostan sıyrılıp, içeri giriyorum. 12 havari, uzun yemek masası, İsa’yı ihbar eden Yuda, Leonardo da Vinci ile Tiziano’nun ünlü tabloları bir türlü gözümün önüne gelmiyor...

Kilisenin bitişiğinde bu defa Yahudilerin önemli mekanı Hz. Davut’un kabrine yöneliyorum. Kadınlar, erkekler ayrı bölümlerden geçerek floresan ışığı altındaki kabre dokunuyor, dua ediyor. Aklıma Hz. Mevlana’nın güzel türbesi geliyor. Konya’daki mistik havayı burada bulamamanın şaşkınlığını yaşıyorum. Bu kadar hac ziyareti yeter... Kendimi farklı mahallelere atıyorum. Hıristiyan Mahallesi’ndeki evler hızla Yahudilere satılmaya devam ediliyor. Yakında yanındaki Yahudi Mahallesi ile birleşecek. Kudüs’ün gecesini de yaşamak gerek. Şehir ışıl ışıl. Binalarda kullanılan beyaz Kudüs taşı ışıklandırıldığında şehre ayrı hava katıyor. Ağlama duvarı da turuncu renkle ışıklandırılıyor. Gündüz kadar ziyaretçisi olmasa da Hassidiler sanki gece ibadeti zorunluymuş gibi tam kadro burada. Galiba dikkat çekmeden rahat rahat dua etmek istiyorlar.

BETHLEHEM- EKMEKEVİ

10 yıl önce Filistin Özerk Bölgesi’ni Kudüs’ten ayıran duvar yoktu. Otobüs Kudüs tarafındaki kontrol noktasında beni bıraktı. Bethlehem’den gelen başka bir otobüsle İsa’nın doğduğu mağara üzerine yapılan Doğuş Kilisesi ve yolda Rachel’in mezarını ziyaret etmek üzere Filistin Bölgesi’ne geçtim.

Berlin Duvarı’nı geride bırakmış İsrail’inki. Beton bloklar üzerindeki dikenli teller, gözetleme kuleleri, projektörlerle ürpertici. Filistin tarafında görüntü daha da tuhaf. Sokakların, bahçelerin içinden düzensiz bir şekilde geçiyor. Aileleri bölmekle kalmıyor, aslında umutları ezip, bir ulusu hapsedip, yarınlarını ellerinden alıyor.

Doğuş Kilisesi (Nativity), Konstantin’in annesi Helena tarafından mağara üzerine inşa ettirilmiş. İçindeki mozaikler, sütun başları çok gösterişli. Ziyaretçilerin eğilerek saygısını göstermesini sağlamak, atla girilmesini engellemek için giriş kapısının küçültüldüğü söyleniyor. Meryem’in doğum yaptığı mağara en alt katta yine camla kapatılmış bir bölümde. Üzerinde İsa’nın doğuşunu simgeleyen büyük bir yıldız var. Hıristiyanlar suları, tespihleri, kitapları cama dokundurup İsa’dan mucize bekliyor. 24 Aralık’ta İsa’nın doğumunu müjdeleyen Noel ayini buradan dünyaya yayınlanıyor.

Kudüs’e dönüşte tekrar duvarı aşıyoruz. Filistinliler kendi taraflarına resimler çizmiş, mesajlar yazmış. Amaç duvarın soluklarını nasıl kestiğini turistlere hatırlatmak. Geçişteki kontrol noktası Gestapo odalarını aratmıyor. Pasaport yoksa vay halinize. Kudüs’te çalışan Filistinliler her gün, her geçişte belgelerini ibraz etmek zorunda. İsrail tarafından mimlenen bir Filistinli varsa ailenin tüm fertleri, hatta gelecek kuşak bunun acısını çekiyor. Kapıdan hiç geçemiyor. Beş yıl önceki Ürdün seyahatimde, Filistinli rehberim Kudüs doğumluydu. Babası Filistin davasına gönül verdiği için altı yaşına kadar yaşadığı şehirden ayrılmak zorunda kalmıştı. Ürdün’deki Nebo Dağı’ndan Kudüs’ü görüyor, gidemiyordu. Hz. Musa da Nebo Dağı’ndan öteye geçmemişti. Amacı 40 yıl bekleyip, yeni, temiz bir nesille Kudüs’e gidilmesiydi. Sonuçta gittiler. Filistinlilerin ise epeyce beklemesi gerekecek...

Kudüs’te tepedeki bir parktan aşağıdaki duvarı daha net görüyorum. Diğer iki özerk Filistin bölgesine de duvar yapılacağını duyunca içim eziliyor. Yahudiler Filistin özerk bölgelerinden by pass adlı yollarla geçiyor. Kontrol noktalarıyla dolu geçit sadece onlara açık. Kudüs’te, Filistinlilerin otomobillerinin plakaları yeşil. Böyle daha kolay takip ediliyorlarmış. Geçmişte Naziler de Yahudileri sarı Davut yıldızı takmaya zorlamıştı...

Kudüs’ün en özgün bölgelerinden biri Yafa Çarşısı’nın arkasında. Tutucu Hassidilerin mahallesinde yaklaşık 2500 aile yaşıyor. Nüfusun yüzde 15’ini oluşturan diğer aşırı dindar Yahudiler (satumalar) gibi, Mesih gelmeden İsrail devletinin kurulmayacağına inanıyorlar. İsrail devletini tanımıyorlar. Sokaklarda kız çocukları ip atlıyor, oğlanlar topaç, rulet çeviriyor. Bilgisayar, TV, cep telefonu, gazete yasak. Gerekli bilgiler el ilanlarıyla sokaklara asılıyor. Evlerin camları kalın perdelerle, sıkıca kapalı. Kadınlar siyah kalın çorap, elbise giyiyor, saçlarını gizleyecek eşarp takıyor. Haklı olarak mahallelerinde yabancı görmek istemiyorlar.

Bir Yahudi arkadaşıma, temastan kaçınan Hassidilerin cinsel hayatlarını sormuştum. "Kadın, çocuk istediğinde eşine söyler, araya delikli bir muşamba koyarlar, vücutları birbirine değmez" demişti.

10 yıl arayla gittiğim Kudüs yine farklı insan gruplarıyla yüzüme tokat gibi çarptı. Hızlı hızlı yürüyen, insanlardan adeta kaçan Hassidiler, beyaz entarili Araplar, beyaz başörtülü kadınlar, ellerinde modern teknoloji ürünü silahlarıyla kadınlı erkekli İsrailli askerler, dünyanın her köşesinden hac vazifesini yerine getirmek için gelen Hıristiyanlar, ağlama duvarını ziyaret eden Yahudiler... Tüm bu kalabalıklar birbirine çarpmadan, geçmişi bugüne bağlayan tarihi mekanlara akıyor.

Üç Semavi dinin en önemli kenti Kudüs’ün, Ürdün kontrolündeki kısmını 1967’de İsrail ele geçirmiş. İbranice barış toprağı anlamına gelen Yeruşalayim (Latince Jerusalem) bu operasyon sonrasında adının anlamından iyice uzaklaşmış.

ZEYTİNDAĞI’NDAN ŞEHRİ SEYRETMEYİ UNUTMAYIN

Şehirle ilk tanışma Zeytindağı’ndan eski kente bakışla gerçekleşiyor. Çan ve ezan seslerinin gün batımında birbirine karıştığı Eski Kudüs sizi selamlıyor. Bir başucu kitabı olan Falih Rıfkı Atay’ın "Zeytindağı"ndan hazin satırlar aklıma geliyor.

"Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut Denizi’ne bakıyordum. Daha ötede Kızıldeniz’in bütün sol kıyısı, Hicaz, Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kıyamet Kilisesi’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var, bir yandan Süveyş Kanalı’na, öbür yandan Basra Körfezi’ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız. Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum."

Eski Kudüs’te, Kubbet-üs Sahra’nın altın kubbesi tüm renklerin önüne geçiyor. Şehri Kanuni’nin 16.yy’da yaptırdığı surlar çevreliyor. Arka planda solda Sion Tepesi’ni görüyoruz.

Yahudi inanışına göre Zeytindağı, Mesih’in döneceği ve son yargının yapılacağı yer. Ortodoks Yahudi için Mesih (messiah) olmazsa olmaz bir kavram; yağlanmış demek. Eskiden İsrail kralları tahta çıkınca yağlanırmış. Mesih’in ilk kral Davud’un soyundan geleceği söyleniyor. Kutsal metinlere göre, Mesih’i Kidron Vadisi’ndeki mezarda yatanlar karşılayacak, adalet günü muhakemesi burada yapılıp, günahkarlar ayrılacak.

Romalılar Hz. İsa’yı, son vaazını verdiği Zeytindağı’nın eteklerinde yakalamış. Son vaazını verdiği taşın üzerinde bugün Tüm Uluslar Kilisesi yer alıyor. Kilisenin sütun başlarında zeytin ağacı figürleri var. Bahçesinde zeytin ağaçları olduğu için buraya Gethsemane adı verilmiş. Hıristiyanlar için önemli hac noktalarından biri.

AĞLAMA DUVARI’NA SIKIŞTIRDIĞIM MESAJLAR HENÜZ OKUNMADI

Eski kenti sekiz kapı çevreliyor. Zeytindağı’na bakan Altın Kapı kapalı, taşla örülmüş. Mesih’in bu kapıdan şehre gireceği söyleniyor. Önem sırasında ikinci olan Yafa Kapısı’ndan geçip, Yahudilerin Batı Duvarı, Hıristiyanların ağlama duvarı olarak adlandırdıkları mekana gidiyorum. Son kez MS 70’te yıkılan ikinci tapınağın ayakta kalan duvar, gün ve gecenin her saati ağlayan Yahudilerle dolu. Hassidiler, yani aşırı dinci Yahudiler uzun lüleli saçları, siyah şapkaları, beyaz gömlekleri ve siyah takım elbiseleriyle mıknatısın çekim alanına girmiş gibi hızla duvara doğru ilerliyor. Aralarındaki çocuklar, kıyafet ve lüleleriyle babalarının kopyası. Kıyamet gününde melekler bu iki lüleden tutup onları cennete gönderecekmiş...

Batı duvarına el sürmek, öpmek isteyen kadınlar ve erkekler ortadan bir paravanla bölünmüş avluda ayrı ayrı ağlıyor. Kim demiş erkekler ağlamaz diye. Duvara ileri geri sallanarak ve fısıltılarla mırıldanarak dua edenler bal gibi ağlıyor.

Yahudi olan olmayan herkes ufak kağıtlara yazdıkları dilekleri boş buldukları deliğe sıkıştırıyor. Kudüs baş hahamı belli günlerde bu kağıtları duvar deliklerinden alıp Zeytindağı’na gömüyor. Tanrı’nın bu mektupları oradan alıp okuduğuna inanılıyor. İki ziyaretimde de dilek yazdım; sonuç alamadığıma göre henüz sıra gelmemiş, okunmamıştır diye teselli buluyorum...

MUALLAK TAŞI’NIN KERAMETİ SAYMAKLA BİTMEZ

Kuş olup duvarın üstünde uçsanız hemen arkasında Kubbet-üs Sahra’nın Altın Kubbesi’ni görebileceksiniz. Ben uçmak yerine Arap mahallesinden geçip Müslümanların kutsal mekanına yürüyorum. Yollar düzensiz ve pis, güzel bir Osmanlı sebili bakımsızlıktan tanınmaz halde. Sokağın sonuna bir İsrail karakolu yerleştirilmiş. Harem-i Şerif’in kapısında Filistinli Müslümanlar Türk olduğumu anlayıp "Bu ne biçim Müslüman giyimi" bakışı attıktan sonra, kıyafetime çekidüzen vermemi istiyor. Karşıdaki nöbetçi tesettürcü mağazadan bir etek kiralayıp, eşarbımı sıkıca bağladıktan sonra kelime-i şehadet getirmem talep edilmeden içeri giriyorum.

Merdivenlerden hemen çıkışta Kübbet-üs Sahra tüm görkemiyle beni karşıladığında içim huzur doluyor. Müslümanların ilk kıblesi, ismi kutsal anlamındaki Eld Kuds’ten gelen şehrin en uzak mescidi olduğu için Mescid-i Aksa adı verilmiş yapıya. Harem-i Şerif de içinde. Kaynaklara göre Hz. Muhammed, miraç sırasında atı Burak’a burada binmiş. Binek taşı korunmuş, 691’de Emevi Halifesi Abdülmelik, üstüne Kübbet-üs Sahra’yı yaptırmış. Muallák Taşı, diğer kutsal eşyalarla birlikte yapının alt katında sergileniyor. Hz. Davut’un Tanrı’ya burada dua ettiği, Nuh’un tufandan sonra gemisinin bu taşın üstüne oturduğu, İsrafil’in keçi boynuzundan yapılan şofarı son kez bu taşın üstünde üfleyeceğine inanılıyor.

Yahudi inancına göre Mescid-i Aksa, Süleyman Tapınağı’nın üstünde yükseliyor. 144 dönümlük Harem-i Şerif alanının hemen sağında ecdat yadigarı olan açık namazgah ve mermer mimber Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden. Avlunun sonundaki kemerlerle birbirine bağlı sütunlara Muvazin (Teraziler) deniliyor ve mahşer günü her şeyin burada adalet terzisine vurulacağına inanılıyor. Böylesine kutsal mekanda insan nefes almaya bile çekiniyor.

Kubbet-üs Sahra’nın giriş kapısının çevresindeki çiniler, Kanuni zamanında İznik’ten gönderilen ustaların elinden çıkmış. 1929’da Mimar Kemalettin tarafından yenilenmiş. Olabildiğince çok fotoğraf çekiyorum. Her kare çok değerli. Kuran kursundan çıkıp, namaz kılmak için camiye gelen siyah pardösülü, beyaz başörtülü genç kızlar sessizce namazlarını kılıp dershanelerine dönüyor.

Kutsal mekandan çıktığımda acıkmıştım. Arap Çarşısı’ndaki Şükrü’nün halk tipi lokantasına gittim. Tahta masalara açılan servislere hemen falafel, humus, çorba, ezme ve lavaş geliyor. Lokantanın temizlik koşullarına kafamı takmadan, yemeğe koyuldum. Her biri lezizdi.

İSA BU YOLDA ÇİLE ÇEKMİŞTİ ŞİMDİKİLER ALIŞVERİŞ YAPIYOR

Lokantadan çıktıktan sonra İsa’nın çarmıhını sırtında taşıyarak yürüdüğü Via Dolorosa’ya (Çile Yolu) giriyorum. Mel Gibbson’un İsa’nın Çilesi filmindeki en uzun, kanlı sahne bu yoldaki yürüyüşle ilgiliydi. İsa’nın haçı taşırken zaman zaman yere düştüğü noktalara istasyon adı verilmiş, kiliseler inşa edilmiş. Yol boyunca beşi Kutsal Kabir Kilisesi’nde, 14 istasyon var. Fransisken rahipleri her cuma İsa’nın acısını aynen yaşamaya çalışarak bu yolu yürüyor. Onları bilmem ama Hz. İsa bugün bu yoldan geçse çok şaşırırdı.

Kurulan tezgahlar üzerinde yok yok: Dansöz kıyafetleri, yedi kollu şamdanlar (Menorah), adak mumları, hac eşyaları, haç taşıyan İsa resimleri. Çilesi ticarete dönüştürülmüş. Yine de İsa’nın çilesini hissetmeye çalışarak yürüyorum yolu. Tepeye ulaştığımda belki de Kudüs’teki en fakir ama en özgün kilisesi Habeş Katolik Kilisesi’ne ulaşıyorum. Birkaç Etiyopyalı rahip köşede koyu sohbete dalmış, fotoğraf çektiğimi görünce poz veriyor. Bitişikteki Kutsal Kabir Kilisesi’nin avlusunda ise rahip adayları bir köşede toplanmış hocalarını dinliyor. Rusya’dan gelen kadın hacıların ilahileri, diğer köşede rahibin ettiği duayı tekrarlayan Amerikalı grubun seslerine karışıyor.

Kilisenin ilk girişinde Hz. İsa’nın çarmıhtan indirilip yıkandığı varsayılan taşın etrafı iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık. Taşı öpenler, ağlayanlar, getirdikleri suları, tespihleri, kutsal kitapları taşa sürerek İsa’dan mucize almaya çalışanlar adeta transa geçmiş durumda.

Usulca Kutsal Kabir sırasına giriyorum. İçeriye altılı gruplar halinde alıyorlar. Karanlık dehlizden geçerek birkaç basamak aşağıdaki ufak mekana iniyoruz. Camlı bölmenin içini görmek olanaksız, bir mum yakıyorum, diğerleri dua ediyor... Mezarın üzeri 19. yy’a ait dev bir mezar taşıyla kaplı. Çıkışta, gruptaki beş 5 Hıristiyan ellerindeki bir düzine mumu oradaki kandilde yakıp hemen söndürerek yanlarına alıyor, yani mumlarını kutsuyor. Ne ritüeller var hayatta!

Kutsal Kabir’in arkasındaki Süryanilere ait bölümden dışarı çıkıp, yoluma devam ediyorum. Hedef Sion Dağı’ndaki Dormitory Kilisesi. Hz. İsa’nın son yemeğini yediği Levi’nin evinin yerine yapılmış. Girişinde fotoğraf çektirenler, ağlayanlar, gruplar halinde ilahiler okuyanların yarattığı kaostan sıyrılıp, içeri giriyorum. 12 havari, uzun yemek masası, İsa’yı ihbar eden Yuda, Leonardo da Vinci ile Tiziano’nun ünlü tabloları bir türlü gözümün önüne gelmiyor...

Kilisenin bitişiğinde bu defa Yahudilerin önemli mekanı Hz. Davut’un kabrine yöneliyorum. Kadınlar, erkekler ayrı bölümlerden geçerek floresan ışığı altındaki kabre dokunuyor, dua ediyor. Aklıma Hz. Mevlana’nın güzel türbesi geliyor. Konya’daki mistik havayı burada bulamamanın şaşkınlığını yaşıyorum. Bu kadar hac ziyareti yeter... Kendimi farklı mahallelere atıyorum. Hıristiyan Mahallesi’ndeki evler hızla Yahudilere satılmaya devam ediliyor. Yakında yanındaki Yahudi Mahallesi ile birleşecek. Kudüs’ün gecesini de yaşamak gerek. Şehir ışıl ışıl. Binalarda kullanılan beyaz Kudüs taşı ışıklandırıldığında şehre ayrı hava katıyor. Ağlama duvarı da turuncu renkle ışıklandırılıyor. Gündüz kadar ziyaretçisi olmasa da Hassidiler sanki gece ibadeti zorunluymuş gibi tam kadro burada. Galiba dikkat çekmeden rahat rahat dua etmek istiyorlar.

BETHLEHEM- EKMEKEVİ

10 yıl önce Filistin Özerk Bölgesi’ni Kudüs’ten ayıran duvar yoktu. Otobüs Kudüs tarafındaki kontrol noktasında beni bıraktı. Bethlehem’den gelen başka bir otobüsle İsa’nın doğduğu mağara üzerine yapılan Doğuş Kilisesi ve yolda Rachel’in mezarını ziyaret etmek üzere Filistin Bölgesi’ne geçtim.

Berlin Duvarı’nı geride bırakmış İsrail’inki. Beton bloklar üzerindeki dikenli teller, gözetleme kuleleri, projektörlerle ürpertici. Filistin tarafında görüntü daha da tuhaf. Sokakların, bahçelerin içinden düzensiz bir şekilde geçiyor. Aileleri bölmekle kalmıyor, aslında umutları ezip, bir ulusu hapsedip, yarınlarını ellerinden alıyor.

Doğuş Kilisesi (Nativity), Konstantin’in annesi Helena tarafından mağara üzerine inşa ettirilmiş. İçindeki mozaikler, sütun başları çok gösterişli. Ziyaretçilerin eğilerek saygısını göstermesini sağlamak, atla girilmesini engellemek için giriş kapısının küçültüldüğü söyleniyor. Meryem’in doğum yaptığı mağara en alt katta yine camla kapatılmış bir bölümde. Üzerinde İsa’nın doğuşunu simgeleyen büyük bir yıldız var. Hıristiyanlar suları, tespihleri, kitapları cama dokundurup İsa’dan mucize bekliyor. 24 Aralık’ta İsa’nın doğumunu müjdeleyen Noel ayini buradan dünyaya yayınlanıyor.

Kudüs’e dönüşte tekrar duvarı aşıyoruz. Filistinliler kendi taraflarına resimler çizmiş, mesajlar yazmış. Amaç duvarın soluklarını nasıl kestiğini turistlere hatırlatmak. Geçişteki kontrol noktası Gestapo odalarını aratmıyor. Pasaport yoksa vay halinize. Kudüs’te çalışan Filistinliler her gün, her geçişte belgelerini ibraz etmek zorunda. İsrail tarafından mimlenen bir Filistinli varsa ailenin tüm fertleri, hatta gelecek kuşak bunun acısını çekiyor. Kapıdan hiç geçemiyor. Beş yıl önceki Ürdün seyahatimde, Filistinli rehberim Kudüs doğumluydu. Babası Filistin davasına gönül verdiği için altı yaşına kadar yaşadığı şehirden ayrılmak zorunda kalmıştı. Ürdün’deki Nebo Dağı’ndan Kudüs’ü görüyor, gidemiyordu. Hz. Musa da Nebo Dağı’ndan öteye geçmemişti. Amacı 40 yıl bekleyip, yeni, temiz bir nesille Kudüs’e gidilmesiydi. Sonuçta gittiler. Filistinlilerin ise epeyce beklemesi gerekecek...

Kudüs’te tepedeki bir parktan aşağıdaki duvarı daha net görüyorum. Diğer iki özerk Filistin bölgesine de duvar yapılacağını duyunca içim eziliyor. Yahudiler Filistin özerk bölgelerinden by pass adlı yollarla geçiyor. Kontrol noktalarıyla dolu geçit sadece onlara açık. Kudüs’te, Filistinlilerin otomobillerinin plakaları yeşil. Böyle daha kolay takip ediliyorlarmış. Geçmişte Naziler de Yahudileri sarı Davut yıldızı takmaya zorlamıştı...

Kudüs’ün en özgün bölgelerinden biri Yafa Çarşısı’nın arkasında. Tutucu Hassidilerin mahallesinde yaklaşık 2500 aile yaşıyor. Nüfusun yüzde 15’ini oluşturan diğer aşırı dindar Yahudiler (satumalar) gibi, Mesih gelmeden İsrail devletinin kurulmayacağına inanıyorlar. İsrail devletini tanımıyorlar. Sokaklarda kız çocukları ip atlıyor, oğlanlar topaç, rulet çeviriyor. Bilgisayar, TV, cep telefonu, gazete yasak. Gerekli bilgiler el ilanlarıyla sokaklara asılıyor. Evlerin camları kalın perdelerle, sıkıca kapalı. Kadınlar siyah kalın çorap, elbise giyiyor, saçlarını gizleyecek eşarp takıyor. Haklı olarak mahallelerinde yabancı görmek istemiyorlar.

Bir Yahudi arkadaşıma, temastan kaçınan Hassidilerin cinsel hayatlarını sormuştum. "Kadın, çocuk istediğinde eşine söyler, araya delikli bir muşamba koyarlar, vücutları birbirine değmez" demişti.
False