GeriSeyahat Mağrıbi blog–1
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Mağrıbi blog–1

Mağrıbi blog–1

Yazarınız yine yollarda. Bu sefer Mağrip’te yani Fas’ta. Adet üzere ortaya karışık bir blog attırıyorum size…

* Amerikalılar terörist Zarkavi’yi yakalamak için ‘dokunulmazlar’ adını verdikleri bir tim oluşturmuş, Irak’ta halkın arasına karışabilsinler diye bunlara ‘ter kokulu parfüm’ sıkılmış hani… Önce Mehmet Y.Yılmaz, sonra Nur Çintay bu haberlerin basına verilmesini bir anlamda ‘ırkçılık’ olarak eleştirdiler.

 

İstanbul-Casablanca uçağında ter kokanlar bizimkiler, ama uçağa biner binmez ayakkabılarını fora edenler Araplar’dı.

 

* Yanımda İsrailli bir çift vardı. Yemek geldiğinde ısrarla ‘Kaşer mi?’ diye sordular. THY tabii ki adamları günaha sokuyordu az kaldı. Sonunda din kurallarına uygun yemekleri geldi. Paris Hahambaşılığı’ndan alınmış bir sertifika eşliğinde, Fransa’dan gelen yemekler.

İstanbul’dan kalkan ve Fas’a giden THY uçağına, kaşer Türk yemekleri koymak mümkün değilmiş demek ki. Neyse ki bizim yediğimiz yemeklerin ‘helâl’ olduğunu yani içinde domuz olmadığını garanti ediyordu şirket.

* Yemek servisi sırasında, daracık yerde çırpınırken, içinde tuz ve karabiber olan küçücük kağıt poşetçikleri kucağıma düşürmüşüm, bulamadım. Hostese rica ettim ‘Bana verdiklerinizden tuz çıkmadı galiba, bir tuz rica edebilir miyim!’

Hostesin haline tavrına baktım da… Bunları hiç mi eğitmiyorlar, insanlara hizmet etmeyi hiç mi öğretmiyorlar acaba? Yüzündeki şaşkınlığı ve bana ‘E kucağınızda bi’tane var ya!’ derken takındığı ‘ne salaklarla uğraşıyoruz’ ifadesini görmeliydiniz.

Zaten bu hostesle bir daha işimiz olmadı. THY’de neredeyse artık SADECE ERKEKLER hizmet ediyor.

* Yemekten sonra verdikleri kahve genellikle çok açıktır ve soğuk olur. Buna güvenerek koca bir yudum aldım ve … kalın bağırsağıma kadar yandım!

Artık kötü hizmette bile standardı tutturamıyor THY!

* TSİ 11.45’te başlayan yemek servisi aralıksız 12.45’e kadar sürdü. Koridor tarafındayım zaten, içime sıkıntılar geldi. Beş saat uzun yol. Koltuklar dar ve rahatsız. Simi-deri koltuklarda sürekli kıçınız öne kayıyor. Öndeki yolcu koltuğunu yatırınca burnunuza geliyor. Diziniz ön koltuğa dayalı. Ayak koyacak yer yok. Servis de bitmek bilmiyor. Sürekli sırtıma abanmış biri. Sağ yanağımda dömelmiş stivırtın lacivert poposu. Her geçen koluma, enseme, omzuma çarpıyor yersizlikten. Daraaaaal!

* Casablanca havalimanı – gayet tabii ki adı Muhammed II – epey modern. Tertemiz. Kadın polisler pırıl pırıl. 10-15 sene öncesi Türkiye’yi hatırlatan gümrükçüler:

- Nereden geliyorsunuz M’isyi? Türkiye’den mi? Aç valizini (bakmadan) kapa valizini, geçiniz… Mirsi Misyi!

* Hemen alt katta gar. ‘Rabat’a gideceğim’ derken hamalın biri çantamı kaptığı gibi kalkmakta olan trene doğru koşuyor, bir yandan da soruyor: ‘Rabat şehir mi? Birinci sınıf mı ikinci sınıf mı?’

Valizimi çantaya atıp, tren hareket etmeden avcunu açıyor: ‘Bon viyaj M’isyi!

Ulan bu memlekette ne kadar bahşiş verilir? Parayı bozduralı daha 30 saniye oldu…

* Eski yüzlü ama tertemiz bir tren. Kapının yanındaki sidik kokusu hariç. (Bizim trenlerin da tuvaleti böyle kokar ya.) Kadınları rahatsız etmemek, erkekler tarafından rahatsız edilmemek için girişte ayakta duruyorum.

* Fas eşeklerinin de bizimkiler gibi trene kıçını dönerek durduğunu biliyor muydunuz? Demek ki eşek her yerde eşek…


* Peki ya Faslı çocukların da, kirden kararmış düşük ve ıslak donlarıyla koşup koşup iki karış derelere atladığını, tıpkı bizimkiler gibi? Demek ki çocuk her yerde çocuk…

* Çöl sıcağı yarım saat sonra kendini hissettiriyor. Türkiye’yi hatırlatan gecekondular ve kötü ve çirkin apartmanların arasından geçiyoruz.

* Arapça’ya alışmak zaman alıyor. Araplar çok ‘w, g, h’ sesleri çıkararak konuşuyorlar, üstelik çok ve hep birden konuşuyorlar ve bağırıyorlar. Herhalde yabancılara Türkçe de böyle geliyordur. Ama yabancılara karşı çok dikkatli ve saygılılar.

* Casa Voyageur’de tren değiştirmek gerekiyormuş. Komşularım bağıra çağıra konuştuğu için anonsu duymamışım. Yirmi dakika istasyonda bekledikten sonra tren … geri hareket edince anlıyorum durumu. İki istasyon sonra inip tornistan yapıyorum. Valizim, kolumdaki ceketim, iki el çantam ve rutubetli sıcaklarla boğuşarak… Casa Voyageur garı hem eski hem yeni, pırıl pırıl çiçekli. Diğerleri daha ziyade ‘nostaljik sarı aşı boyalı koloniyal kasaba garı’ modunda…

* Trenden iniyorum, kalacağım 5 yıldızlı (başkasında yer bulamadı gazetem) otelin adını bilen yok. Taksiciler bilir, diyorlar. Birincisi bilemiyor. İkincisi ‘Tamam atla’ diyor. ‘Piti taxi’ bunlar, küçük taksiler, çantam zor sığıyor. Üstümde takım elbise, el çantası, bilgisayar çantası, feci sıcak, ayaklarım şişti, burnumdan soluyorum. Zor atıyorum kendimi taksiye:

- Hôtel Golden Tulipe
- Ji kone pas cit otel! (Bu oteli bilmiyorum) Adres?
- … söylüyorum adresi.
- Ji kone pas cit rü! (Bu sokağı bilmiyorum) Hangi mahallede, neye yakın?
- Lan ne bileyim ben neye yakın.

Ama bu arada da yola çıkmış gidiyoruz.

- Derhal gara dön.

Dönüyor. Zor bela inerken söyleniyorum tabii, alınıyor:

- Il fo pa si faşe, Misi! (Kızmayın Mösyö!)

- Ulan teres… Lahavle!

Neyse, 4* bir otel buluyorum gara yakın, aradığım oteli bana tarif ediyorlar. 1997’de seçimleri izlemeye geldiğimde kaldığım Saphir Otel’miş, adı değişmiş. Kendimi zor atıyorum. Tertemiz bir banyosu, koca bir benyuvarı ve gürül gürül suyu var…

* Bir gece önce uyuyamamıştım. Yol ama asıl sıcak beni yordu. Burada saat akşamın sekizi ama, bizim ‘melmekette’ 11’i buldu.

Külçe gibi sızmışım…

 

(Üstte foto: Otel penceresinden 16 Kasım meydanı ve güneşlenen Rabatlılar…)

Haliyle sürecek…

False