Erbakan'ın yemeğinde zorla rakı getirttim

Güncelleme Tarihi:

Erbakanın yemeğinde zorla rakı getirttim
Oluşturulma Tarihi: Nisan 02, 2001 00:00


Tufan TÜRENÇ
Haberin Devamı

Emekli Büyükelçi Taner Baytok'un ‘‘Bir Asker, Bir Diplomat’’ kitabı olay yaratacak

Emekli büyükelçilerimizden Taner Baytok, uzun yıllar çeşitli uluslararası toplantılarda birlikte çalıştığı yakın arkadaşı Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya ile ölümünden kısa bir süre önce yaptığı söyleşileri ‘‘Bir Asker Bir Diplomat’’ adlı kitapta topladı.

Güven Erkaya bu kitapta yakın tarihimizin kahramanı olduğu en önemli olaylarının gizli kalmış bölümlerini Baytok'a açıklıyor.

Türkiye'yi 28 Şubat'a götüren irtica olaylarının bilinmeyen yönlerinin, o zor ve sıkıntılı günlerde Silahlı Kuvvetler'deki gergin bekleyişin bütün ayrıntıları en yakın tanığının ağzından aktarılıyor. Oramiral Erkaya, Kardak Krizi'ni, 1987'de Ege'de Yunanistan'la savaşın eşiğinden nasıl dönüldüğünü, Kıbrıs çıkarması sırasında komutanı olduğu Kocatepe Muhribi'nin Türk jetleri tarafından nasıl bombalandığını bütün ayrıntılarıyla anlatıyor.

Taner Baytok'un Güven Erkaya'nın bu anılarına kendi penceresinden çok önemli katkılarda bulunması ise kitabı hem zenginleştiriyor, hem de çok daha ilginç hale getiriyor.

Bu yazı dizisine kitapta yer alan çok ilginç pek çok konudan ancak bazılarını alabildik.

Önemli görevlerde bulunmuş bu iki insanın anılarını kapsayan kitabın büyük yankılar uyandıracağını umuyoruz.

TANKLAR SİNCAN’A YÜRÜYOR

Taner Baytok’un (solda) kitabı, Güven Erkaya’nın ağzındanTürkiye’nin yakın geçmişiyle ilgili çok önemli

olayları aktarıyor. Türkiye’yi 28 Şubat’a götüren en önemli faktörlerden biri de Sincan olayları. Güven Erkaya bu olayları ‘bardağı taşıran son damla’ olarak yorumluyor ve anlatıyor:

‘Bu böyle devam edemezdi. Bir MGK toplantısından sonra Genelkurmay'da Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal ve Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir paşalarla bir araya geldik. Ne yapacağımızı konuştuk. Hikmet Paşa, ‘‘Hükümetin bir şey yapacağı yok, bizim bir şey yapmamız lazım, ' dedi.

‘‘Kamuoyu beni laiklik karşıtı hareketlerle mücadele konusundaki tartışmalar sırasında tanıdı. 1966 yılındaki Askeri Şura toplantısı vesilesiyle, Başbakan'ın verdiği yemekte benim bir kadeh rakı istemem olay oldu.

Yüksek Askeri Şura toplantılarında mevcut adetler gereği, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı üyelere birer akşam yemeği verirler.

Başbakan'ın yemeğine giderken eşim Gülden'e, ‘‘Çok muhtemeldir ki, bu akşam bize yemekte içki vermeyecekler ve bunu belgelemek üzere basını da çağıracaklar’’ dedim. Gülden ‘‘Ne evhamlı insansın’’ diye karşılık verdi.

Yemekten beş dakika önce Başbakanlık konutunun önünde oldum. Baktım medya grubu bekliyor. Bunu görünce, birinci tahminimin tuttuğunu anladım. Aslında, Şura yemeklerine medyanın davet edilmesi usulden değildir.

RAKI GETİRİN DEDİM

Garsonların servis yaptıkları tepsilere baktım, alkollü içki yok. Bir garson yaklaştı. Bir kadeh rakı istedim. ‘‘Alkollü içki yok efendim’’ dedi. ‘‘Peki, istesek de vermez misiniz?’’ diye sordum.

‘‘Alkollü içki vermememiz emredildi, ama gidip sorayım’’ diyerek uzaklaştı. Tekrar döndüğünde rakı servisi yapmadıklarını söyledi.

Emir subayıma ‘‘Peki git sen içeriden bir rakı al da getir’’ dedim. Kaya Albay, ‘‘Efendim rakı yokmuş, ama komutan çok ısrar ediyorsa, bir yerden bulabiliriz dediler’’ diye geri döndü. ‘‘Komutan çok ısrar ediyor dersin’ diyerek emir subayını yeniden yolladım.

Durumu dışişlerinden bir protokol görevlisine de söyledim. Görevli, ’’Kimse istemediği için alkol ikram etmiyoruz‘‘ deyince, ‘‘Öyleyse ben istiyorum, bana bir kadeh rakı gönderiniz’ dedim.

Biraz sonra garson bir kadeh rakıyı görünmesin diye peçete kağıdına iyice sarılmış olarak getirdi. Bardağın etrafındaki peçeteyi çıkarıp garsonun eline tutuşturdum ve ‘‘Bu böyle daha güzel gözüküyor’ diyerek gülümsedim.

Rakıdan bir yudum aldım o sırada Genelkurmay Başkanı geldi. Başbakan onu doğrudan yemek masasına aldı. Ben de, sofrada yerime oturdum. Rakı bardağımı da önüme koydum. Her masanın başında iki garson bekliyor ve kimseye sormadan bardaklara portakal suyu dolduruyorlardı.

ŞİŞEYİ MASAYA KOY

Genelkurmay Başkanı'nın bardağına da portakal suyu koydular, ama o ‘‘Ben şarap içeceğim‘‘ dedi. Bana portakal suyu koymak istediklerinde garsona, ‘‘Ben rakıya devam edeceğim, sen şu rakı şişesini servis masasına koy, kadehim boşaldıkça doldurursun’’ diyerek karşı çıktım.

Portakal suyu servisi bitti, yemeğe geçilmeden evvel basın ve medya mensuplarını içeri aldılar. Ben rakıyı ön plana geçirdim, etrafındaki bardakları kenara çektim.

Genelkurmay Başkanı'nın şarabı fotoğrafçılar gittikten sonra geldi. Resim ve film çekenler baktılar ki, bir tek benim önümde içki var, hepsinin ilgisi benim rakı kadehime yöneldi. Benim rakı kadehi ertesi günkü haberlerin de odak noktasını oluşturdu. Böylece Erbakan'ın oyunu bozulmuş oldu.

Yemek bitti, eve geldim. Yatmak üzereyken telefon çaldı. Genelkurmay Başkanı telefondaydı. ‘‘Aferin Güven, çok iyi yaptın. Ben de biliyorsun şarap isteyip içtim’’ dedi.

Refah Partisi'yle bu iktidardaki ilk karşılaşmam idi.

SİNCAN OLAYLARI

Sincan olayları bardağı taşıran damla oldu. Sincan Belediye Başkanı, 1997 yılı başına doğru hindi ve içki satışlarını yasaklamış.

Daha sonra Belediye Başkanı düzenlediği Kudüs Gecesi'nde irticayı hortlatmanın, şeriatı yeniden getirmenin adeta provasını yapıyor. İran Büyükelçisi de dini ihtilal rejiminin sembolü olarak baş misafir. Bütün bunlara sebebiyet veren adam hakkında soruşturma başlatılınca, Adalet Bakanı ziyaretine gidiyor.

Sincan olayları Milli Güvenlik Kurulu dahil her düzeyde tepki gördü. Buna rağmen, hükümet çevrelerinden hiçbir reaksiyon gelmedi.

Bu, böyle devam edemezdi. Bir MGK toplantısından sonra Genelkurmay'da Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal ve Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir paşalarla bir araya geldik. Ne yapacağımızı konuştuk. Hikmet Paşa, ‘‘Hükümetin bir şey yapacağı yok, bizim bir şey yapmamız lazım, bunu halk bizden beklemektedir. Ben Genelkurmay Başkanı'nın da emrini alıp planlanmış bir program tahtında tatbikata katılacak tank birliklerini Sincan'dan geçirterek eğitim alanına oradan gönderirim' dedi.

İHTİLAL SON ÇAREYDİ

Ve ertesi sabah tanklar yürüdü. Sincan'dan geçtiler. Tankların geçişi beklenen etkiyi gösterdi. Hem de fazlasıyla. Hükümet hemen önlemler alma görüntüsüne girdi.

Silahlı kuvvetlerde rahatsızlık vardı. Bu gidişin karşısına çıkılması zamanı gelmişti. Bunu Genelkurmay Başkanı'nın odasında arkadaşlarla konuşurken ortaya çeşitli fikirler çıkıyordu. Bu fikirler kamuoyu önünde açık mücadeleden, ihtilal yapmaya kadar geniş bir yelpaze içinde değişiyordu.

Ben o zaman şunu savundum: ‘‘İhtilal için ortam hazırlanana kadar beklenilsin isteniyorsa, o zaman nasıl tayin edilecek?

Yani durum ihtilali gerektirecek safhaya geldiğine, neye göre karar vereceksin? Buna erken teşebbüs edilirse, iç ve dış kamuoyundan tepki gelebilir. Geç kalırsak, bu sefer de ihtilal yapılamayacak bir duruma düşmüş olunabilir.

Biz yasal ortamda kalalım, kamuoyunun önüne bizim yasal yerimiz olan Milli Güvenlik Kurulu'nda çıkalım. MGK'daki gayretlerimize rağmen bir sonuç alınmaz ve işler daha kötüye giderse, irticanın sokak ihtilaliyle gelmesi olasılığına karşı ne yapacağız? Onun için hazırlıklı olmalı, bir plan yapılmalı ve çalışmalar bunun üzerine bina edilerek yoğunlaştırılmalı.’’

Bu önerim komutan arkadaşlarım arasında genel kabul gördü.

Biz, Milli Güvenlik Kurulu'nda konuyu sürekli irdeledik. Ocaktan sonraki aylarda ihtilal yapılacakmış gibi bir hava oluşmaya başladı.

ÇİLLER'İN UMUDU BOŞ ÇIKTI

Oysa ihtilal en son çare olarak düşünülüyor. Ama basında, Genelkurmay'da, kuvvet komutanlıklarında ışıklar geç saatlere kadar yanıyor, bir hazırlık var, diye başlıklar çıkıyor.

Sokaktan gelebilecek bir ayaklanma ihtimaline karşı hazırlıklı olmak için plan yapmayı, bu amaçla bazı bilgiler toplamayı önermiştim. Batı Çalışma Grubu böylece doğdu. Bununla ilgili bir kağıdı, Deniz Kuvvetleri'nde bir er Çiller'e ulaştırmış. O da ‘‘Bak ihtilal oluyor’’ diye korkutmak için Erbakan'a, Erbakan da Cumhurbaşkanı'na göstermiş. Genelkurmay Başkanı durumu bana bildirdiğinde, kendisine ‘‘Galiba maksadımıza nail oluyoruz, bizim ihtilal yapmak niyetimiz yok, ama hükümet çevrelerinde bu korku ve kanaatin uyanmış olması işimizi kolaylaştıracaktır. Büyük olasılıkla Erbakan seçime gidilsin diyerek koltuğunu Çiller'e devretmek üzere görevi bırakır. Demirel de hükümeti kurmak görevini Çiller'e değil, Mesut Yılmaz'a verir’ dedim.

Davranışımızı aynen sürdürdük. İhtilal olacakmış havası esmeye başladı. Erbakan o baskı ve korkuyla başbakanlıktan istifa etti.

Çiller, iktidarın kendisine verileceğinden emindi. Ama Cumhurbaşkanı, Mesut Yılmaz'ı hükümeti kurmakla görevlendirdi. Bağırdılar, çağırdılar, Meclis'ten istifalar, o partiden bu partiye geçenler oldu. Sonunda Yılmaz hükümeti kurdu.’’

Batı Çalışma Grubu'nu ben teklif ettim

28 Şubat öncesinde irtica hareketleri çok artmıştı. Bunun için ciddi ve güvenilebilir bir istihbarat çalışmasına ihtiyaç vardı. Sadece MİT'in vereceği bilgilerle yetinemezdik. İrtica hareketleriyle ilgili bir çalışma yapılmasını Genelkurmay Başkanı'na ben teklif ettim ve onun talimatıyla Batı Çalışma Grubu adıyla Genelkurmay'da bir grup kuruldu.

Gruba, Kara, Deniz, Hava kuvvetleriyle Jandarma Komutanlığı'ndan üyeler katıldı. Bu grubun faaliyetlerinden neler yapılıp yapılacağından, gruptaki Deniz Kuvvetleri temsilcimiz bana düzenli olarak bilgi verirdi.

Eğer bu ülkenin ordusu, içten ve dıştan gelecek tehlikeye karşı koymaktan sorumlu ise, bunun için hazırlıklı olmak, gerekli bilgileri toplayarak stratejileri ve önlemleri ona göre tespit etmekten daha doğal ne olabilir? Sokaktan gelecek bir irticaya karşı tedbirli olmak ve önlem almak ordumuzun ihmale gelmeyecek bir görevi değil midir?

Aksine bir tutumla ülke felakete sürüklendiği takdirde bunun vebalini kim üstlenebilir?

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!