GeriSeyahat Ege adalarında hüzün vakti
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Ege adalarında hüzün vakti

Ege adalarında hüzün vakti

Ege’deki iki adamız, Bozcaada ve Gökçeada, bu aylarda sonbaharın yalnızlığını yaşıyor. Bozcaada’da bağbozumu bitti, yazlıkçıların çoğu evlerine döndü, ada asıl sahiplerine kaldı. Şimdi sararmış yaprakların hışırtısı ve kıyıya vuran dalgalardan başka ses pek duyulmuyor. Gökçeada ise zaten yalnızlığa alışık. Göçlerden sonra adaya yerleşen hüzün orayı hiç terk etmedi. Aslında bu mevsim adaların gerçek yüzünü görmek için çok elverişli. Adalarla tanışmak isteyenler için yola çıkmanın tam zamanı.

Söylenceler adası
BOZCAADA


Bağbozumu için gittiğim Bozcaada’yı ansiklopedilerdeki gibi anlatmaya kalkarsam, şu kuru cümlelerle yetinmek zorunda kalabilirim: “Ege Denizi’nin kuzeydoğusunda, Çanakkale Boğazı’nın güneybatısında bir ada. Yüzölçümü 36 kilometrekare. Türkiye’nin üçüncü büyük adası. Türkiye’nin köyü olmayan tek ilçesi. Adanın eski adı Tenedos. Pers, Helen, Roma, Bizans ve Venedik egemenliklerinde yaşayan ada 1328 yılında Türklerle tanıştı. 1455 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na katıldı. 1912 yılında Yunanistan’ın eline geçti. 1923’te ise Lozan Antlaşması’yla Türkiye’ye verildi. Halkı bağcılık, şarapçılık, turizm ve balıkçılıkla uğraşır. Sofralık çavuş üzümü çok meşhurdur.”
Ege’nin bu yaşlı adasını, ruhundan, öykülerinden, insanlarından, dramlardan, rüzgarından, bağbozumundan, şarabından soyutlarsanız bu anlatım yeterli olabilir. Böyle de anlatılabilir ama Bozcaada tam olarak anlaşılmaz. Sisin örttüğü net olmayan bir görüntü gibi kalır denizin ortalık yerinde.
Adayı anlatabilmek için öncelikle çok eskilere gitmek lazım. Örneğin Troya Savaşı’nın kaderinin Ayazma Plajı’nda çizildiğini, tahta atı Troya’da bırakan Yunan donanmasının burada saklandığını, Odysseus ve arkadaşlarının karşı kıyıdan yükselecek olan dumanlı işareti burada beklediklerini, Troya’nın cayır cayır yanışının en iyi Bozcaada’dan seyredildiğinin bilinmesi gerekir.

ÇANAKKALE SAVAŞI’NDA

Savaşlara yataklık etmek, demek ki taa o zamanlarda Bozcaada’nın kaderine yazılmıştı. Çanakkale Savaşı’nda da, tıpkı 3 bin yıl öncesinde olduğu gibi Anadolu’ya saldıran donanmanın üssü olarak kullanılmıştı. Çanakkale’yi geçmek isteyen İngiliz ve Fransız savaş gemileri de, 18 Mart 1915 sabahı Bozcaada’nın koylarından yola çıkmışlardı. Ve aynı günün akşamı, bir çok kayıp verdikten sonra, yaralı gemilerle gerisin geri adaya dönmüşlerdi.
Bozcaada deyince rüzgarı da anlatının baş köşesine yerleştirmek lazım. Kuzeyden kopup gelen serin poyraz, adanın sevgilisi gibidir. Koşar gelir, koyların sularını soğutur, üzümleri ve insanları güneşin öfkesine karşı sarıp sarmalar, hayatı daha yaşanılası kılar. Poyraz olmazsa ada olmaz. Bunu herkes böyle bilir.
Binlerce yıl önce kullandığı paranın üstünde üzüm salkımı resmi bulunan Bozcaada, salkım salkım üzüm doğuran bağlarıyla da her zaman övünür. Bir ara bir takım geri zihniyetlerin yok etmeye çalıştığı bu bağlar, şimdilerde yeniden kendine gelmiş, sağa sola uzattığı dallarından lezzetli üzümleri tekrar adaya armağan etmiştir. Bağlar sadece üzüm vermekle kalmamış, Bozcaada’nın dününü ve yarınını, betonlaşmaya karşı koruma görevini de üslenmiştir. Onun için bağları ve onların çocukları olan karalahnayı, sabırsız çavuşu, mis gibi vasilikiyi, kan damlatan kuntrayı anlatmadan, Bozcaada anlatılmış olamaz. Bu da böyle biline!..

ADANIN İNSANLARI

Bozcaada’yı anlatmak hem kolaydır hem de çok zordur. Kolaydır çünkü anlatılacak çok şeyi vardır. Zordur çünkü bütün öyküler dar yerlere, az sayfaya sığmaz. O, kitap olmak için yüzyılları üst üste koymuş, öykülerini biriktirmiştir.
Adayı anlatırken insanlarını unutmak demek, bir öyküyü yarım bırakmak demektir. Bozcaada hem Türk çocukları hem de Rum çocuklarıyla her zaman övünmüş, birini diğerinden ayırt etmemiştir. Ne var ki uluslararası siyasetler, antlaşmalar zaman içinde bu dengeyi bozmuştur. Bir zamanlar ada nüfusunun yarısını oluşturan Rumlardan kala kala 20-25 tanesi kalmıştır (belki de daha da az). Onlardan açılan boşluk karşı kıyıdan, Bayramiç ve Ezine’den gelen köylülerle doldurulmuştur.
Bozcaada yaz aylarında şenliklidir. Gündüzleri eşsiz güzellikteki koylar konukları kucaklar. Akşamları ise lokantalardan şen kahkahalar yükselir. En güzel dolunay Göktepe’den, en güzel güneş batımı ise Polente Feneri’nden seyredilir. Ege’nin üstünde oynaşan altın ve gümüş yakamozlara bakmaya doyum olmaz.
Ne olursa olsun Bozcaada’da yaşamın ritmini üzüm belirler. Önce bağlar bozulur. Sonra okullar açılır. Yaz konukları gider. Vapur seferleri azalır. Lokantalar, kahveler, dükkanlar kapılarına kilit vurur. Açık kalan bir-iki yer de kaldırımlara koyduğu iskemleleri, masaları toplar. Adaya bir sessizlik ve hüzün çöker. Asma yaprakları yeşilden sarıya döner. Kalanlar aralarında mahsulü, geçen yazı, bağları ve geleceği konuşup, yeni öyküler oluşturur.
Bozcaada bu aylarda da çok güzeldir. Sessizdir, yalnızdır, sakindir. Haberiniz ola!.. Önümüzde uzunca bir Kurban Bayramı tatili var. Gidecek yer arasanız, Bozcaada’yı önerebilirim.

Sessizliğin yurdu
GÖKÇEADA

Akşit Göktürk “Ada” adlı kitabının giriş bölümünde ada özleminin evrenselliğini anlatırken şöyle yazar: “Engin denizlerde, dünyanın gürültüsünden, patırtısından, gündelik tasalarından uzak, günlük güneşlik bir adada yaşamayı, çocukluğunda, gençliğinde ya da yaşlılığında gönlünden geçirmemiş, düşsel bir adanın şiiriyle büyülenmemiş insan var mıdır?..” Yine o kitapta okuduğum bir ada sevgisi öyküsü çok hoşuma gider. Şöyle ki; 16’ıncı yüzyılda, ressamın biri ne zaman bir
/images/100/0x0/55eac572f018fbb8f895aa57
dünya haritası çizecek olsa, karısı hemen, “Sevgilim şuracığa bir ada koyuver, yalnız benim olsun!..” dermiş. Ressam da bu isteği tüm uysallığıyla yerine getirirmiş. Bu tür “hediyelik” adalar o dönem haritalarından hiç eksik olmazmış. Bu tür haritalar daha sonraki dönemlerde kaptanların başına bela olmuş. Bu adalara güvenerek rota çizen gemiciler, bu adaların olmadığını öğrenince çok zor durumda kalmış.
Ben adaları oldum olası severim. Ama bu sevgimi hiç bir zaman test etme olanağı bulamadım. Yani bir adada uzun uzadıya kalıp, adalılığın benim yüklediğim anlamı taşıyıp taşımadığını öğrenemedim. Benimki kısa süreli gidiş gelişler oldu. Bu nedenle dönüşlerde, gözüm ve gönlüm hep arkada kaldı. Benim adalarımın çoğu Egeli. Şirin, şen şakrak, gecelerin bitmek bilmediği sıcak adalar.
Geçen ay bir Egeli adaya daha gittim. Sınırlarımız içindeki iki Egeli’den birine. Gökçeada’ya. Buraya İmroz’da denebilir. Antik çağdan beri bu ismi taşıdığı için aslında böyle tanınır, böyle bilinir. Homeros bile İlyada’sında onun dalgalı denizinden sıklıkla bahseder.

DÜŞLERİMDEKİ ADA

Kabatepe’den oraya giden araba vapuruna bindiğimde, daha önce görmediğim Gökçeada’yı düşünüyordum. Her yolculuğumdan önce yaptığım gibi adayı önce düşlerimde canlandırmıştım. Bu canlandırma için elimde bir takım ipuçları vardı: Örneğin terkedilmiş yarı açık cezaevi, tepelerdeki Rum köyleri, sonradan adalı olmuş kara insanları... Bu somut bilgilere çokça Ege adalarından görüntüler eklemiştim. Biraz da dünyanın diğer adalarından. Ama abartmamıştım. Ortaya orta halli bir ada çıkarmıştım.
Gökçeada’nın ilk görüntüsü ile düşümdeki ada hiç örtüşmedi. İlk gerçek görüntü: Eteklerinde yeşil çalıların bulunduğu kahverengi-boz bir tepe. Sıra sıra beyaz kooperatif evleri, çirkin bir liman: Kuzulimanı.
Sonra adanın içine girdim. İlk durak Bademli (Gliki) köyü oldu. Burası adanın balkonuydu. Her yere tepeden bakıyordu. Rüzgarların buluştuğu bir tepe köydü. Evlerin çoğu yıkık, döküktü. Sokaklar kimsesizdi. Rüzgarların ıslığı da olmasa etrafta çıt yoktu. Sonra yine bir tepenin yamacındaki Dereköy’e (Şinudi) gittim. Burası bir zamanlar kiliseleri, iki tane sineması, tavernaları, dükkanları ile Türkiye’nin en büyük köylerinden biriydi. Şimdi yıkıntılar içinde, sus pus olmuştu. Öylesine bekliyordu. Kim, ne zaman, niçin oraya gelecek belli değildi. Ağrılı ve Vanlılar adalı olup buraya yerleşmişti. Bir kara adamının adalı (hem de istemeden) olması ne demekti?

LEZZETLİ DİBEK KAHVESİ

Bir başka tepede, bir başka köy vardı: Tepeköy (Agridia). Nispeten düzgündü. Evlerin birazı onarılmış, birazı onarılıyordu. Buraya nedense sahip çıkılmıştı. Baba Yorgo, kendi yaptığı taze şarabı, meyhanesi, pansiyonu ile Tepeköy’e can katmıştı. Bunun karşılığında kolu, bacağı, kalbi kırılmıştı. Zeytinli (Aya Todori) köyünde de bir kıpırdanma vardı. Yüzü darmadağın olmuş bir boksöre benziyordu. Yıkıntılarının arasından ayağa kalkma çabasındaydı. Her yıkıntının bir incir ağacı vardı nedense. Fırsatçı incirler!.. Kimsesiz yıkıntılara kök salmışlardı hemen. Zeytinli’nin küçük meydanında üç kahve vardı. Biri Orhan Bey’in, diğeri Beşiktaşlı Hristo’nun, diğeri ise madamın. Üçünün de dibek kahvesi meşhurdu. Ama madam ölmüş, kocası ise o kadar marifetli değildi. Duvarlar yıkılmış ama kapılar, paslı asma kilitleri ile hâlâ dimdik ayaktaydı. Zeytinli’de bir çok kapı hâlâ kilitliydi.
Gökçeada’nın sonradan yapılma köylerinde de ses seda yoktu. Eşelek, Şirinköy, Uğurlu... Bunlar sokakları boş köylerdi. Artık yarı açık ceza evi yoktu ama bulunduğu yerin görüntüsü insanı ürkütmeye yetiyordu.
Gökçeada’da dağa, taşa hüzün sinmişti. Koyu bir hüzün. Tıpkı Kuzey Denizi’ndeki Orkney Adası gibi. Ama güneyli adalarda hüzün olur mu?.. Gökçeada bir kenara itilmiş, unutulmuş, sanki bizim olduğu için pişmanlık duyulmuştu. Ben öyle hissettim. Sahip çıkmak istedim. Bu kurban bayramı tatilinin birkaç gününü Gökçeada’yı tanımaya ayırmaz mısınız?
False