GeriSeyahat Dağda dalga sesleri
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Dağda dalga sesleri

Dağda dalga sesleri

Gerede ve Bolu çevresindeki yaylalarda yaptığım yolculuk sayesinde yaşam pilimi şarj ettim. Zirvelerdeki yaylalarda, ağustos ortasında üşüdüm. Ormanlardan gelen dalga seslerini dinledim. Zümrüt yeşili tepelerle çevrili göllerin kıyısında sessizliğin tadını çıkardım. Avcı arkadaşım Zeki Alkoçlar'la birlikte, Bolu ve civarındaki yaylalarda kaybola kaybola yaptığımız yolculuğun son bölümü de epey keyifli geçti. Bürmük Gölü'nün kıyısındaki yemek molasından sonra, yine yaylalar arası yoldan, Mengen'e doğru inmeye başladık. Toza dumana rağmen pencereleri açıp, bin bir kokulu yelin gömleklerimizi şişirmesine, göğsümüzü okşamasına izin verdik. Ormanların içinden döne döne ovaya doğru inerken, çevreyi sarmalayan bitkilere daldım gittim. Bitki örtüsünün zenginliği, her dönemeçte, her fırsatta kendini gösteriyordu. Kusursuz güzellik her yerden fışkırmıştı. Benimki cahilce bir seyredişti. Yüzlerce bitkinin sadece bir kaçının adını biliyordum. Önce Mengen köyü göründü. Türkiye'nin 'lezzet sihirbazları'nın çoğu, bu köy ve çevresinde yetişmişlerdi. Ağaçların arasına saklanmış tahta evler, yıllar boyu al yanaklı gürbüz çocuklarını hep gurbetteki mutfaklara yolcu etmişti. Köyden sonra dağ bitti. Yol asfalta dönüştü. Cılız bir nehri izleyerek, vadinin tabanında akıp gitti. Mengen Kasabası epey sonra karşımıza çıktı. Kentleşme yolunda hızlı adımlarla ilerlediği belli olan Mengen'i geride bırakıp, Yeniçağa'ya saptık. Sazlıkların izin verdiği bir boşluktan, rengi yeşile boyanmış gölün kıyısına inip, sazan avcılarına 'rastgele' dedik.ZİLLİ OLTALAREvde mısır unuyla yaptıkları yemleri iğnelere yerleştirip, oltaları göle salan balıkçılar, bundan sonra yan gelip sigara tüttürüyorlardı. Nasıl olsa misinalara bağlı olan küçük ziller, iğneye balık takıldığı zaman onları uyaracaktı. Balıkçılar kooperatiften yakınıyorlardı. Göldeki balıkları avlama hakkı kooperatife aitti. Onlar gölün içine çepeçevre ağ atıyorlardı. Kıyı balıkçıları da, o ağlardan kaçabilen balıklara olta sallıyorlardı. Oturduk bekledik ama misinaların zilleri hiç çalmadı.Yeniçağalı balıkçıları, zümrüt yeşili gölün kıyısında bırakıp Dörtdivan'a geçtik. Oradan Köroğlu Dağları'na, Kartalkaya'ya doğru tırmanacaktık. Elimizdeki haritada yolu bulamadık. Bir taksi durağında bir şoföre sorduk. O bir kağıt alıp tüm ayrıntıları ile çizdi. Köroğlu Şelalesi'ni sorduğumuzda ise duraklayıp sordu: 'Define aramaya mı geldiniz?..' Hayır desek de pek inanmadı. Bir arkadaşı ile orada define aradığını ama bulamadığını belirtti. Eğer bir şey bulursak, kendisini unutmamamızı tembihledi.Taşlı topraklı yolda, toz duman içinde gittik. Arada bir durup, harman yerlerinden sarı görüntüler çektik. Gittikçe yol ıssızlaştı. Bir süre sonra ormanların içine dalıp, tekrar ağaçlarla baş başa kaldık. Biraz daha ilerleyince de, zirveye tırmanan asfalt yola kavuştuk. Sağa dönüp, Sarıalan Yaylası'nın büyülü güzelliği ile kucaklaştık. Sarıalan'a bir yıl önce, kış başlangıcında gelip, 3-4 gün kalmıştım. O günden beri de buranın bir hayranı olup çıkmıştım.YAYLADA AKŞAMTatlar Yaylası'nda, İsmail Çatakoğlu'nun 6 odalı pansiyonunun kapısını boşuna çalıp durdum. İsmail efendi, sıcaklarla birlikte kapısına kilit vurup çekip gitmişti. Komşuları sonbaharda döneceğini söylediler. Halbuki ben yolda ne hayaller kurmuştum. Yaşlı aşçıya, o muhteşem sac kavurmasında yaptıracak, yanında da tereyağlı bir pilav isteyecektim. Hevesim kursağımda kaldı. Soluğu karşı yamaçtaki Baysal Motel'de aldık. Temiz yataklı, ferah manzaralı iki oda tutup, güneş batmadan bir tur atmaya çıktık.Zeki’yi orman kıyısında, şırıl şırıl akan bir derenin kıyısına götürdüm. Ne bir ses ne bir nefes vardı. Hemen yanıbaşımızdaki ormandan, rüzgarla oynaşan ağaçların sesi geliyordu. Seslere bakılırsa, ağaçlar dalga olmuş dağları dövüyordu sanki. Gözümü kapadım, kendimi serin bir deniz kıyısında düşledim. Akşam olağanüstü bir güzellikte gelmeye başladı. Derenin sularından oluşan küçük gölcükler, gökyüzünün son ışıklarını yansıtıyordu. Kurbağaların çok sesli vıraklaması, kutsal sessizliğe bir başka güzellik katıyordu. Biraz sonra uzaklardan sığır sürülerinin boynundaki zillerin sesi duyuldu. Bir-iki çoban köpeği havladı.Zirvelerde soğuyup gelen rüzgar üşütmeye başladı. Biz motele doğru yürürken, güneşin son ışıkları yamaçları kırmızıya boyuyordu. Bir iki eflatun bulut tepemizden bir acele geçip gitti. Ağustos başında yayla evlerinin bacaları hálá tütüyordu. Ortalığı odun kokusu sarmaladı. Bu koku burnuma gelince, içimi bir haz dalgası kapladı... O zaman anladım ki, hiçbir şey yaşamdan duyulan mutluluktan daha önemli değildi...KEŞLİ CEVİZLİ ERİŞTEHüseyin Bey’le oğlu Armağan, akşam yemeği için mükellef bir masa donatmışlardı. Hüseyin Bey’in eşi önden, keşli-cevizli yayla yapımı bir erişte gönderdi. Armağan bir koşu bahçeden taze sarmısak, taze soğan, marul topladı. Ortaya yayla yapımı manda peyniri ile manda yoğurdu kondu. Zeki, sıcak köy ekmeğini dilimlemekte zorlandı. Ardından yöre mantarlarıyla yapılmış bir et sote geldi. Yeşil biberin acısı, burnumun üstünde ter damlacıkları oluşturdu. Yemeğin ardından tatlı niyetine dağ çileği sunuldu. Mercimek büyüklüğündeki çilekler mis gibi kokuyordu. Armağan, karşı tepede, ormanın içindeki açıklığı gösterip, oradan topladıklarını söyledi.Odama çekildiğimde saat henüz 21.30'u gösteriyordu. Yaylada yatma vaktiydi. Işığı kapattığımda, gökyüzünü binlerce elmasla süslenmiş siyah bir kadife ile örtüldüğünü gördüm. Onca yıldız kentlerin ışık kirliliğinden kaçıp, yaylanın zifiri karanlığına sığınmıştı sanki... Erken başlayan gece erken bitti. Zeki ile sabah yürüyüşüne çıktığımızda saat 06.00'yı gösteriyordu. Çelik gibi bir hava vardı. Yanmış odun, taze çimen, çam kokusu karışımını soluyarak yürümeye başladık. Ciğerlerimin şaşırdığını hissediyordum. Ağustos ortasında çimenlerin üstüne kırağı düşmüştü. Soğuk rüzgarın ısırdığı ellerimi, cebime saklamak zorunda kaldım. Türkiye sıcaktan bunalırken ben üşümenin keyfini çıkarıyordum.Çan, çan, çan... İnekler, koyunlar otlaklara doğru sabırsız adımlarla yola çıkmışlardı. Çoban sabahın bu saatinde yanık bir türkü tutturmuştu. Sabahın bu saatinde sevgiliye olan hasret, bu kadar yürek parçalayıcı nasıl dile getirilebilirdi ki?... Demek yaylada aşkın vakti yoktu.Yürüyüşten sonra, yaşlı kızıl çamların süslediği Aladağ Gölü'ne doğru yola çıktık. Küçük bir dere, bizi yanına alıp göle ulaştırdı. İlk gözüme çarpan, göle nazır bir yuvada, annelerini bekleyen beş leylek yavrusu oldu. Yılan boyunlu balıkçıl kuşları, tablonun anahtar görüntüsüydü. Muhteşem formları ve soylu tavırları ile göle bir asalet katıyorlardı. Gölü çepeçevre dolaştık. Gençlik ve İzcilik Kampı'ndaki gençlerle sohbet ettik. Kampta, çadır görünümde ahşap odalar vardı. Sordum soruşturdum, kamp olmadığı dönemlerde bu odalar, İl Gençlik Müdürlüğü tarafından halka kiralanıyordu.ŞANSLI YAYLAAladağ Gölü'nden sonra direksiyonu Bolu'ya doğru çevirdik. Ormanların içinden dönüp dolaşıp, Gölcük yolu üstündeki Sultanbey Yaylası'na geldik. Yaylayı görünce, burada oturanları kıskandım. Çünkü bu yayla koyu yeşil tepelerle ve ormanla çevrelenmiş, huzurlu bir gölün kıyısında kurulmuştu. Parlak sabah güneşinin ışıklarını hayal meyal yansıtan, puslu, belirsiz renkleriyle bu küçük göl, koyu yeşil bir kadifenin önünde duran kıymetli bir yüzük taşına benziyordu.Bu geziye 'Göllerin Peşinde' başlığının atılabileceğini düşündüm. Önce Bürmük, ardından Aladağ, sonra Sultanbey şimdi de sıra Gölcük'te soluklanmaya gelmişti. Bolu'ya tepeden bakan ve ormanların içine saklanan Gölcük, daha önce geldiğim cennetlerden biriydi. Gölün kıyısında bulunan köşk benzeri evin, neredeyse her mevsimde fotoğrafını çekmiştim. Sadece Orman Bakanlığı çalışanlarının yararlanabildiği bu köşkte kalma fırsatını hiç yakalayamadım.Bolu Valiliği'nin yayla safarisini bahane ederek çıktığım bu yolculuk burada sona erdi. Dönüş yolunda Zeki'nin de ısrarı ile Abant'a saptık. Gölün çevresinde bir yürüyüş yapıp, suyun üstünde güzelliklerini sergileyen nilüfer çiçeklerini, onların yapraklarında vıraklayan kurbağaları, yavrularını peşine takıp göl gezisine çıkmış yeşil başlı ördeği seyrettik. İniş yolunda bir yol tabelasını görünce şeytan dürttü, ana yoldan ayrıldık... Ormanların içine dalıp, Sinekli Yaylası üstünden Düzce'ye doğru inmeye başladık. YAĞMUR ORMANI GİBİVahşi bir yoldu. Güneş yaprakları aralayıp, ormanın derinliklerini aydınlatmakta zorlanıyordu. Yosun kaplı taşlar, şemsiye büyüklüğündeki yapraklar, eğrelti otları, ağaçlarla kucaklaşmış sarmaşıklar, yabani çiçekler ve adını bilemediğim onlarca bitki... Bütün bu bitkiler, bir gecede topraktan göğe yükselmiş gibiydi. Bir ara kendimi çok uzaklardaki bir yağmur ormanının içinde kaybolmuş gibi hissettim. Ağaçların arasına saklanmış Samandere Şelalesi'nde kısa bir mola verip, ciğerlerimizdeki havayı tazeledik. Sonra vadi tabanına inip, derenin serin sularında şen kahkahalar atarak serinlemeye çalışan çocukları seyrede seyrede yol alıp, kendimizi Düzce'de bulduk. Ağustosun bunaltıcı sıcağından iki günlüğüne de olsa kaçmak, yaylalarda üşümek, dağların temiz havasını koklayıp solumak, yaşam pilimi tekrar doldurmuştu.Hiçbir şeyin yaşamdan duyulan mutluluktan daha önemli olmadığını bir kez daha kendi kendime tekrar ettim.
False