100 yıl öncesinin nezaket dersleri

Güncelleme Tarihi:

100 yıl öncesinin nezaket dersleri
Oluşturulma Tarihi: Ocak 18, 1998 00:00

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Ahmed Midhat Efendi, son dönem Osmanlı fikir ve kültür hayatının önde gelen isimlerindendi. 1844'te doğdu ve hayatı boyunca, 1912'ye kadar hiç durmadan yazdı.

Felsefeden siyasete, romandan bilimsel konulara kadar yazmadığı hemen hiçbir konu yoktu. Rusçuk'ta küçük bir memur olarak çalıştığı sıralarda zamanın Tuna Valisi olan Midhat Paşa'nın dikkatini çekti, Paşa'yla beraber Bağdat'a gitti, 1878'de de İstanbul'a geldi ve ilk iş olarak Tahtakale'deki evinde bir matbaa kurdu... Artık yüzlerce kitap yayınlayacak, Türk fikir hayatına silinmeyecek bir damga vuracak, ‘‘Tercüman-ı Hakikat’’ gazetesindeki yazılarıyla da basın tarihinin en önemli isimlerinden biri olacaktı...

Ahmed Midhat Efendi çağdaşı olan meslekdaşları gibi sadece gazetecilikle yetinmedi; öğretmen edasıyla kaleme aldığı edebi ve fikri eserleriyle Osmanlı okuyucusuna devamlı bilgiler aktarmıştı.

Bu eserleri arasında özellikle biri, yayınlandığı zaman bakımından oldukça önemliydi... Fransızca ‘‘Savoir Vivre’’ isimli bir kitabı ‘‘Avrupa Ádâb-ı Muâşereti yahut Alafranga’’ adıyla Türkçe'ye çevirmiş, Türkler'in Avrupa'ya gitttiklerinde nasıl davranacaklarını, ne şekilde hareketetmeleri gerektiğini madde madde anlatmıştı. Ahmed Midhat Efendi'ye göre Osmanlılar'ın milli geleneklerini korumaları gerektiğini ama bunu yaparken modern hayatın gereklerini vetaklid ettikleri Avrupa'nın adetleriyle oradaki yaşam tarzını da öğrenmek zorunda olduklarını yazıyordu. 1889'da Stockholm'u ve Paris'i gördüğünü yazıyor, Türkler'in Avrupa'yı ‘‘tek bir resim sanmamaları gerektiğini’’ anlatıyor, Batı'da farklı daha birçok resim bulunduğunu anlatıyor ve ‘‘Avrupa'nın her adeti sadece Avrupa'ya ait olduğu için taklid edilmemeli, bizde olan iyi tarafların tamamı alınmalıdır’’ diyordu...

İste, Ahmed Midhat Efendi'nin ‘‘Avrupa Ádâb-ı Muâşereti yahut Alafranga’’ isimli eserinde Türkler'in uymalarını istediği görgü kurallarından bazıları:

Trende yolculuk ederken bagajlarınızı ek ücret ödeyerek yük vagonuna koyun. Eşyalarınızla zaten dar olan vagonları daha da daraltmayın.

Vagonlarda sigara içmeyin. Avrupa'da bu işe tahsis edilmiş özel vagonlar vardır. Sigaranızı bunların dışında içerek kendinizi rezil etmeyin.

Soğan ve sarımsak gibi maddeleri yedikten sonra sakın haa topluluk içine girmeyin.

Kartvizit kullanmayı öğrenin. Ancak kartvizitlerinizi Türkiye'de yaptığınız gibi unvanlarla doldurmayın, sade ve kibar ifadelerle yazın.

Hasta ziyaretlerinde de Avrupalılar'ın yaptıklarını yapın, cümbür cemaat hastanın odasına dalmayın. Ya ziyaretçi defterini imzalyın, yahut kartvizitinizi bırakın.

Mahremiyete saygı, İslamiyet'in de emrettiği bir husustur. dolayısıyla bir yere girerken kapıyı mutlaka vurun ve kapı açık bile olsa, vurmadan sakın içeriye girmeyin...

Hattın Ustaları

Halife Abdülmecid

Sultan Abdülaziz'in oğlu olan Halife Abdülmecid Efendi, 1868'de Dolmabahçe Sarayı'nda doğdu ve iyi bir eğitim gördü. O devir İstanbul'unun en entellektüel kişilerindendi. Batı Müziği öğrendi, orkestra için besteler yaptı, resimle uğraştı ve ilk dönem Türk resminin en önemli isimlerinden oldu. Hat dersini kimden aldığını bilmiyoruz. 18 Kasım 1922'de Millet Meclisi tarafından ‘‘Halife’’ seçilen Abdülmecid Efendi, 4 Mart 1924'te Osmanlı hanedanıyla beraber Türkiye'den çıkartıldıktan sonra İsviçre ve Fransa'da yaşadı, 23 Ağustos 1944'te Paris'te vefat etti.

İftar yemekleri

Hardal

Hardal tohumu taş havanda dövülür. İyi cins İzmir siyah üzümünün çekirdekleri tek tek çıkartılıp hardalla beraber dövülür. Çekirdekler çıkmadığı takdirde dil buruşturur. İçine tarçın ve karanfil ilâve edilip sirkeyle sulandırıldıktan sonra elekten geçirilir. Hardalın en bilinen hazırlanış şekli budur. Bazan sadece hardal tohumunun dövülüp bir miktar şeker ve sirkeyle karıştırıldıktan sonra elekten geçirilmesiyle yetinildiği de olur ama bu şekilde hazırlanmış hardalın lezzeti biraz serttir, dolma ve mumbarla yenir (‘‘Melceü't-Tabbâhin’’den).

Reşat Ekrem'in giyim kuşam sözlüğü

Kalafat

Ağasından en kıdemsiz neferine kadar bütün yeniçeriler günlük hayatlarında başlarına kalafat giyerlerdi. Başı kapsar, alt kısmına nisbetle üstü geniş şekilde paralel dilimli olur, çuhadan yapılır, tülbendi de yine paralel ve meyilli dilimler halinde sarılırdı. Kalafatın rengi, yeniçerilerin ocaktaki mevki ve rütbelerine göre devetüyü, sarı, yeşil, mor ve al olmak üzere değişirdi. Bazan kalafat yapılırken üzerine bir kat da kalınca tülbent konularak dilimlerle beraber dikilir, üzerine ayrıca tülbent sarılmazdı. Bu şekildeki kalafatlara ‘‘dal kalafat’’ denirdi.

Ruhun havası Mevlâ yoludur, nefsin havasıysa dünya yolu. Ruhun havası sana dost olduğunda nefsin havasıgönlünden kaçar olur. Ruhun havası seni ruhani yapar, cismin havası ise cismani... Ruh havası olunca ışığa aitsin,cisim havası olunca ise karanlığa ait... Ruhun havası letâfet üzerinedir, nefis havası sıkışıklık ve kabalık üzerine. Ruhun havası Mevlâ yönüdür, nefsin havası ise Leylâ yönü. Ruhun havasıyla sende Allah sevgisi oldu, nefsin havasıyla ile mâsiva sevgisi... Ruhun havasıyla kişi kâmil olur, nefis havasıyla da ayağı çamurda... Ruhun navası Allah'a erişince gönüldeki gamlar temizlenir. Ruhun havası gönülde zaferler kazandığı için esrarlar da ele geçirilir.

Abdülkadir-i Belhi'nin ‘‘Künuzü'l-Árifin’’inden.

Tarihin tuhaflıkları

Gazi olan koç

Almanlar, onaltıncı yüzyıl sonlarında Macaristan'daki Sobotşka kalemizi kuşattılar. Alman ordusunu yarma teşebbüsü yapan kale muhafızları yalın kılıç çıkıp kurtuldular. Kalede gayet iri bir de koç vardı. Türk atlılarıyla beraber kaleden o da çıktı boynuzlarıyla birkaç Alman askeini öldürerek atlılarla beraber Budin'e kadar geldi ve ‘‘Gazi Koç’’ unvanını aldı.

Abdülbaki Gölpınarlı

Meydan meydancı

Geniş ve açık saha, alan anlamına gelen Arapça bir sözdür. Türkçe'ye çeşitli anlamlarla girmiştir. ‘‘Koşu meydanı, Cirit meydanı, Ok meydanı, At meydanı’’ gibi...

Tasavvufta ‘‘meydan’’ muhabbet alanı, zikir ve vecid alanıdır. Esmâ ile sülûk görenlerin zikirlerinde ilâhi okuyanlar ‘‘Yâ sâhibe'l-Meydân’’ yani ‘‘Ey meydan sâhibi’’ sözüyle o tarikatin pirini kastederler. Mevlevilerde ‘‘meydan’’, dedelerin sabah namazından sonra kıdem yani eskilik sırasıyla girdikleri, en sonunda da Konya'da tarikatın ve başka yerlerdeki dergâhların manevi âmiri, pir mümessili, dervişlerin mürebbisi olan Aşçıbaşı'nın girip baş keserek selâm verdiği ve yerine oturduğu, onunla beraber bulunanların da baş keserek oturdukları odaya denir. Dergâhtaki meydan hizmetlerine bakan, mukabele yapılacağı vakit şeyh postunu semâhâneye götürüp seren, şeyhi semâhâneye getiren, mukabeleden sonra postu düren, kaldıran, yemek zamanını, mukabele vaktini usulüyle bildirecek dervişe salâ vermesini buyuran dedeye ‘‘Meydancı Dede’’, onun hizmetinde bulunan dervişe de ‘‘Meydancı Yamağı’’ derler.






Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!