Ramazanınız hayırlı ve kolay olsun

Güncelleme Tarihi:

Ramazanınız hayırlı ve kolay olsun
Oluşturulma Tarihi: Eylül 24, 2006 00:00

Zaman, su misáli akıp gidiyor. İşte, yeni bir Ramazan da teşrif etti... Eskiler, Ramazan ayına "máh-ı mübárek" yani "mübárek ay" derlerdi. Bu sene de önceki senelerde olduğu gibi 30 gün boyunca bu sayfada kültür ağırlıklı ve hoş vakit geçirtici konularla beraber olacağız. Diyanet İşleri’nin eski başkanı Mehmet Nuri Yılmaz dini meselelerle ilgili sorularınızı cevaplandıracak ve her gün tarihimizle ilgili bir olay resimli olarak sayfamızı süsleyecek.

Sayfada, şarkiyat biliminin 1982’de vefat eden büyük üstadı Abdülbaki Gölpınarlı’nın kitaplarından derlenmiş tasavvuf sohbetlerin yanısıra, zamanımızın meşhur hánendesi Mehmet Gültekin’in kaleme aldığı alaturka musiki anekdotlarını okuyacaksınız. Şimdiye kadar elyazması eserlerin sayfaları arasında kalmış olan ve "Osmanlı’nın 500 Yıllık Cinler Albümü" köşesinde yayınlayacağımız değişik minyatürler de eminiz ilginizi çekecek.

Türklerde, Ramazan ile ilgili temennide bulunurken "Kolay Ramazanlar" denmesi eski ve eski olduğu kadar da doğru bir gelenektir.

Bu sene de öyle yapıyor ve "Kolay Ramazanlar" diyoruz.

Çok masraf oluyor diye memurların iftara gitmelerini yasaklamıştık

İftarlar, geçmişte bazı kişiler için bir suiistimal vasıtasıydı. İftar vaktinde kapı kapı dolaşıp mükellef sofralarda karın doyuran açgözlüler, birçok zengini Ramazan bittiğinde yemek ve diş kirası masrafı yüzünden neredeyse iflás etmiş hále getirirlerdi. İftar yağması zamanla öyle bir dereceye ulaştı ki, Sultan Abdüláziz 1862 Ramazan’ının ilk günü gazetelerde yayınlattığı bir ilánla devlet memurlarının, ámirlerinin evine davetsiz şekilde iftara gitmelerini yasakladı.

İLK iftar bu akşam açılacak... Áfiyet olsun! Ramazan, özellikle de iftarlar, açık söylemek gerekirse, çok azınlıkta da kalsalar bazı kişiler için tarih boyunca bir suiistimal vasıtası olarak kullanılmıştır. İftar vaktinde kapı kapı dolaşıp mükellef sofralarda karın doyurmak, bu suiistimalin en basit örneğidir.

Kutsal ayı bu şekilde menfaat vasıtası olarak kullanmak asırlardan buyana várolan bir yoldu ve Ramazan böyle kişiler için eski devirlerde her gün başka bir vezirin, názır paşanın yahut önde gelen diğer devlet büyüğünün konağında kurulan mükellef iftar sofrasına yerleşmek demekti. Üstelik bu kadarla da kalınmaz, iftardan sonra "diş kirası" bile beklenir, hattá hediye kuyruğuna bile girilirdi.

Üstelik bu ádete sadece yemek ve hediye peşinde koşan sıradan insanların değil, devlet memurlarının bile uyduğu olur, konakların kapılarını aşındırır, ámirlerinden birşeyler kapmaya çalışırlardı.

Köşk ve konak sahipleri, 30 gün boyunca devam eden ve özellikle sıradan devlet memurlarından oluşan bu davetsiz misafirlere o günlerin geniş nezaketi sebebiyle ses çıkaramazlar ama devlet idaresinde önemli bir makamda iseler Ramazan bittiğinde neredeyse iflás etmiş bir hál alırlardı. Birikmiş paralarını tükenmiş, nakit varlıklarının da hemen hemen tamamı iftar ve diş kirası yolunda harcanmış olurdu.

İftar yağması seneler geçtikçe öyle bir dereceye ulaştı ki, 1862’de zamanın hükümdarı Sultan Abdüláziz bu ádete artık bir son verilmesi gerektiğini hissetti. O senenin Miládi takvimle Mart ayına rastlayan Ramazan’ının ilk günü gazetelerde resmi bir ilán ile ihtarname arasında bir metin yayınlattı ve memurlara kibar bir üslupla "İftar aşkıyla kapı kapı dolaşmaktan artık vazgeçin" buyurdu. Metinde "iftara girmeyin" demek yerine "iftarlara katılmaya mecbur değilsiniz" cümlesi kullanılıyordu ama bu, anlayanlar için "Oturun oturduğunuz yerde" diye ihtar edilmesi demekti.

İşte, 1862 Ramazan’ının ilk günü yayınlanan bu resmi uyarının bugünün Türkçesiyle tam metni:

"...Devlet memurlarının Ramazan sırasında bakanların ve ámirlerinin dairelerine ve evlerine iftardan önce gitmeleri resmi bir mecburiyet zannedilmektedir ama iş böyle değildir ve bunun böyle olmadığını tekrar söylemeye gerek bulunmamaktadır.

Bu alışkanlık artık herkese zahmet ve külfet verir bir hal almıştır. Zaten memurlar için böyle bir görev yoktur ve dolayısıyla bazı ihtarlarda bulunulması zaruri görülmüştür.

Şöyle ki: Hocaların, şeyhlerin, din öğrencilerinin ve dervişlerin iftar için diledikleri yerlere gidebilmeleri hakkında bir yasak mevcut değildir. Bunlar istediklere yere iftara gidebilirler. Ancak, bu kişilerin dışında kalanlar ve memurlar davet olunmadıkça iftara gitmeye mecbur değildirler. Hattá gitmemeleri gereği bir yana, davetli olanlar bile gidip gitmeme konusunda serbesttirler."

Bestekárın aşk acısı şáheserler yarattı

TANBURİ Ali Efendi,
Klasik Türk Musikisi’nin son klasik bestekárlarındandı. 1836’da Midilli’de doğmuş, İstanbul’da, İzmir’de ve Manisa’da geçen ömrü 1890’da İzmir’de noktalanmıştı. Ailesinden yedi-sekiz kuşak boyunca háfızlar çıkmıştı ve aile geleneğine uyularak küçük yaşında háfız yapılan Ali Efendi olağanüstü sesiyle kısa zamanda şöhret kazandı.

İlk gençlik günlerinde, gönlünü Midilli’nin en güzel kızına kaptırmıştı. Kız ailesinden istendi fakat umulmayan sertlikte bir red cevabıyla karşılaşıldı ve karşı taraf kızı eve kapatıp genç háfızla görüşmesi yasaklandı.

Ali Efendi için, artık kendisine dar gelen adayı terketmekten başka çare kalmamıştı. Gittiği İstanbul’da aşk yarasını ilimle tedaviye çalıştı ve medreseye kapılandı. Sultan Aziz zamanında saray müezzini oldu. Beş yıl kadar sonra ise iyice yükselmiş ve padişahın ikinci imamı yapılmıştı.

Ama, sarayda yaşadığı debdebeli hayat, Ali Efendi’ye aşk acısını unutturamadı. Sık sık hasretle gözyaşlarına boğuluyor, sevgilisi ile Midilli’de geçirdiği günleri düşündükçe de kalbi yanıp tutuşuyordu. Bir Ramazan ayının ilk günlerinde aşk acısı kendiliğinden musikisine aksetti ve vaziyetine uygun bir makamdan, "gönül yakıcı" anlamına gelen "Suzidil" makamından eserler bestelemeye başladı. Ali Efendi, bayrama birkaç gün kala, Suzidil makamından koskoca bir fasıl yapmıştı.

Tanburi Ali Efendi’nin hem kendi ismini, hem de Midillili güzel sevgilisinin hatırasını ölümsüzleştirdiği bu eserler günümüzde de zevkle icra ediliyor. "Yandıkça oldu süzan kalb-i şerer-feşánım / Oldu yine alev-riz dağ-ı gam-ı nihánım" sözleriyle başlayan Suzidil makamındaki meşhur şarkı, Ali Efendi’nin bu bitmeyen aşkını yansıttığı eserlerden biridir.

Tövbe, can boğaza geldiğinde bile edilse kabul görür

HAZRETİ
Peygamber (S.M.), son hutbelerinde "Ölümünden bir yıl önce tövbe edenin tövbesini Allah kabul eder" demişler, sonra "Sene çok; ölümünden bir ay önce tövbe edenin tövbesini Allah kabul eder" buyurmuşlar, sonra "Ay da çok" deyip "Ölümünden bir gün önce tövbe edenin tövbesini Allah kabul eder" demişler, sonra "Bir gün de çok" deyip "Ölümünden bir an önce tövbe edenin tövbesini Allah kabul eder" buyurmuşlardır.

Sonra, "Bir an da çok" demişler, elleriyle boğazlarını işaret edip "Canı buraya gelen tövbe etse, Allah tövbesini kabul eder" buyurmuşlardır. Kötülük eden, yaptığının cezasını tövbe etmemişse ahırette çekecek, "Keşke verilmeseydi kitabım, bileseydim, nedir hesabım, keşke ölümle bitseydi her işim" diyecek (LXIX, Haakka; 25 - 27), káfir "Keşke toprak olup gitseydim" diye acıklanacaktır (LXXVIII, Nebe’, 40). Fakat bütün bunları, bu cezalara hak kazanmayı dünyada elde ettiği için, dünyadaki tövbesiz ve Tanrı’dan habersiz ömrü gerçekte ölüm, hatta ölümden de beter bir hayattır.

Lamunya helvasI

Bal veya şeker bir miktar suyla ezilip bir kaba konarak bekletilir. Sade yağ tencerede eritilir, içine pirinç unu iláve edilir, az kavrulduktan sonra ateşten indirilir ve bir tarafa bırakılır. Soğumasından sonra daha evvel hazırlanmış olan sulandırılmış bal veya şeker üzerine akıtılır, yeniden ateşe konur ve sertleşmesi beklenir. Kaşıkla parçalar halinde kesilir ve kızgın sade yağda yeniden kızartılır. İstendiği takdirde yağda kızartmak yerine fırına da verilebilir. Üzerine gülsuyu serpilerek yenir ("Melceü’t-Tabbáhin"den).
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!