Yeteneğim hem bir ödül hem de bir lanet

Güncelleme Tarihi:

Yeteneğim hem bir ödül hem de bir lanet
Oluşturulma Tarihi: Haziran 08, 2012 22:23

İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun sadık izleyicisi onu iyi tanır. Mert Turak, zor rolleri en iyi şekilde kıvıran enerjisi yüksek, genç ve yetenekli bir tiyatro oyuncusu. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Cabaret, Kantocu, Kafes, Leonce ile Lena, Otobüs, Ateşli Sabır, Romeo ve Juliet gibi akla ilk gelen oyunlardaki performanslarıyla kendinden çok söz ettirdi.

Haberin Devamı

Bazılarınız onu tanımayabilir. Zira televizyon ekranı ve billboardlarda sıkça rastlayabileceğiniz bir yüz değildir ki, oyuncusunu kıskanan sadık tiyatro izleyicisi de bu durumdan gizli gizli haz almaktadır. Son olarak, bu yıl Afife Tiyatro Ödülleri’nde ‘Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Erkek Oyuncusu’ ödülünü aldı. Mert Turak, tanıyanların hakkında daha çok şey bilmek istedikleri, tanımayanların ise geç kalmışlıklarını kesinlikle telafi etmeleri gereken bir yetenek. Onunla oyunculuk serüveni ve kendine dair konuşmak üzere buluştuk...

- Nerede başlıyor hikâyen?
- İzmir’de Konak Vali Vecdi Gönül Lisesi’nde okuyordum. Kredili sistemin çocuklarıyız ya, bir alan seçmemiz gerekiyor. Herkes bir şey seçti, ben de sözeli. Çünkü kafam matematiğe hiç çalışmaz. Hâlâ ellerim cebimde gizli gizli hesap yaparım bakkaldan alışveriş yaparken. Annem mali müşavir, babam muhasebe öğretmeni olmasına rağmen...
- Hiç “Oğlum gel muhasebeci ol” demediler mi?
- Bir muhasebe büromuz vardı. İkisi beraber çalışıyordu. Büronun başına geç, diye birkaç kez söylediler. Dokuz Eylül Üniversitesi’nin Tiyatro Oyunculuk Bölümü sınavına girebilmem için 120 almam gerekiyordu. Ama 117 aldım. Sonra onları mutfakta konuşurken duydum. Bu çocuk kime çekti, diyorlardı. Lisede bir sınıf arkadaşım vardı Güçlü diye. Her cuma edebiyat dersinin sonunda duyuru yapardı: “Yarın Konak Belediyesi Kültür Merkezi’nde tiyatro oyunumuz var, hepinizi bekliyorum.” Bütün kızlar Güçlü’nün başına toplanır tiyatron nerede, sen ne oynuyorsun diye sorardı. Ona gidip sordum: “Bunu nasıl yapıyorsun? Neden bütün kızlar senin çevrende?” “Tiyatro” dedi. “O tiyatro nerede!” diye sordum. Sonra lise tiyatrosuna girdim. İlk oynadığım rol Haşmet Zeybek’in ‘Düğün ya da Davul’daki İbiş’ti.

Haberin Devamı

/images/100/0x0/563d6c3ff018fb32c8eea9f5

11 SINAV KAYBETTİM

- Sonra?
- Herkes lisede meslek seçerken, benim aklımda da garip şekilde senin mesleğin var. Belki gazeteci olurum, diyorum. Ama Konak’ta birkaç rol aldıktan sonra, oynayabildiğimi fark ettim. Sahneye çıkan diğer insanların terler içinde, nefes nefese kalarak yaptıkları şeyin, benim evde teyzemleri eğlendirmek için yaptığım şeyle aynı olduğunu... Seyredilme arzusu bende doğuştan vardı. Çünkü tek çocuktum. Annem babam çalışıyordu. Aydın’da teyzemlerin yanında büyüdüm. Yani tam beş kadınla. Tiyatrocu olmaya karar verince bizimkiler bir garipsedi. ‘O işte ne kadar para var?’ ‘Oğlum o işler torpille dönüyormuş’ falan...
- Ama pes etmedin...
- Tabii ki. 1997’de Mahmut Gökgöz’ün hocalığında konservatuvara hazırlandım. Sınavlara girdim kaybettim, girdim kaybettim... Tam 11 tane. 12’nci sefer Yeditepe’yi kazandım. Sene 1998’di, Yeditepe yeni kurulmuş. Kayıtta beş bin dolar verecektik, sonra burslu okuyacaktım. Annem bileziklerini bozdurdu. Babam çok sevdiği oyuncağı beyaz Fort Taunus’unu sattı. Kayıttaki kız dedi ki, 5 bin değil, 7 bin 500 dolar ve burs da Mert’in başarısına bağlı. Hiç unutmuyorum, annem beni çekti dışarıya. “Ben ne yapar ne eder seni bu okulda okuturum, ama sen bunu istiyor musun’ dedi. Ben de “Başka bir okulu kazanacağım” dedim. Elimizde bavul eve döndük. Büyük hayal kırıklığıyla İzmir’deydik. Babamın keli parlıyor sinirden. Tuzluğa ulaşamıyorsun sofrada, masa öyle gergin. O an telefon çaldı. Sınavlara birlikte girdiğim Bülent evi arıyor. “Isparta’da yeni bir okul açılmış, kayıtın yarın son günü. İzmir garajda bekliyorum seni.” Babama kem küm söyledim, dedi ki “Ben fikrimi değiştirmeden defol.” Kazandım ve eğitime başladım.

Haberin Devamı

BİR ÇİFT RENKLİ GÖZ UĞRUNA

- Demek inançlarını kaybetmemişler...
- Kendi çocuklarının yeteneksiz olduğuna kimse inanmaz ya, kuzguna yavrusu şahin görünür misali. Dediler ki, “E zaten o işlerde torpil dönüyor, oğlum bizim elimiz kolumuz da fazla uzun değil.’ Ben aslında su koyuvermeye, suçu sevgilime, dünyaya, arkadaşıma atmaya meyilliyimdir. İnsanlara “Vay be, ne kadar azimli çocuk” gibi gelir ama çabuk pes etmeye meyilli bir yapım vardır. Kaybettiğim bütün sınavlarda hep ‘benden daha iyi 10 kişi’ olduğunu düşünmüşümdür.
- Hâlâ bunu söyleyebilir misin?
- Bilmiyorum, ama galiba. Çünkü oyunculuk çok değişken bir şey. Oyuncunun nasıl dans ettiği, kaç enstrüman çalıp, nasıl dans edip şarkı söylediği ve kaç dil bildiği ile alakalı ya hâlâ... O yüzden böyle düşünüyorum. Bu bana bir taraftan iyi geliyor. Daha çok çalışmam gerektiğini hatırlatıyor.
- Isparta diyordun...
- Daha evvelki sınavlarda gördüğüm kırmızı fularlı kız, dazlak çocuk falan orada da vardı. Yani, sınav sınav gezenler Isparta’da kazandılar. Orada hayatımın en güzel zamanlarını yaşadım. İkinci yıl İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptım. O zamanlarda İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda okuyan bir kızla birbirimize fena aşığız. İstanbul’a gelsene, diyor. Siyah pantolon, siyah gömlek, ellerde pelerinler kadehler falan herkesin. Ben altımda kot pantolon, üzerimde sıradan bir t-shirt ve bir karış sakalla gittim ve kazandım. Sene 2000. Dokuz Eylül’de üçüncü sınıftan başlayacaktım. İstanbul’da birinci sınıftan başladım. Hatta babam çok sonraları diyecekti ki, “Kendi başına yapamadığın işi bir çift renkli göz uğruna başardın.”

Haberin Devamı

SIRTIMDAKİ KÜFEYE YENİ YUMURTALAR EKLENİYOR

- Şehir Tiyatrosu’nun birçok başarılı yapımında daha çok başrollerde oynadın. Sana en çok keyif veren hangisiydi?
- Hiçbir oyunda Leonce ile Lena kadar anlamlı hissetmemişimdir. Cabaret oynuyorsam o hafta olağanüstü geçer. Ateşli Sabır bana çok şey kattı. Ama Leonce ile Lena’da rol arkadaşımın kostümü üzerine bile düşüncelerimi söyleyebiliyordum. Oyun, Genç Günler’de sahnelenmesi için yapılmıştı. Sonra repertuvara girdi. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Kantocu ve Cabaret duruyordu o sahnelenirken. Leonce ile Lena tek başına 22 oyunu bağlıyordu. Eseri oynarken beni saran o yeşil dalgayı bir daha hiç yakalayamadım.
- Bugüne dek seni oyunculuk sergilemeye en uygun rollerde gördük hep. ‘Rol kapmak’ denen şey vardır ya hani... Nasıl oluyor bu? Açıkçası hırslı bir oyuncu olduğunu düşünüyorum.
- Çok yakınlarım, dostlarım da dahil günlük hayatta ne kadar çok oynadığımı söylerler. Dışarıdan nasıl göründüğünü bilmiyorum. Ama ben bir şair, fotoğraf sanatçısı ya da heykeltıraşın uyurken bile mesai yaptığını düşünürüm. Dünyada ne kadar oyuncu varsa, o kadar çok oyunculuk metodu olduğuna inanırım. Oyunculuğun sevdiğim tarafı kişinin yaşamının renkleriyle dolu olmasıdır. Kimse bilmez oyunun son sahnesinde neyi düşünüp ağladığını. Gözlerinin önünde babanın dayak yemesine mi, yoksa köpeğinin ölümüne mi... Bu, oyuncunun gizli dehlizlerinden biridir. Evet, ben hırslıyım. Çünkü anlatacak bir hikâyem ve söylemem gereken sözler var.

Haberin Devamı

O ÇELLOYU ASLINDA ÇOK KÖTÜ ÇALIYORUM

- Hırsın olumsuz sonuçları da olur kimi zaman. Sen yaşıyor musun bunu?
- Olmaz mı? Yer yer dönüp şemsiye gibi içimde açıldığı da olmuştur. Arif Akkaya ile geçen sezon yaptığımız ‘Otobüs’ oyununda mesela. Arif Ağabey dedi ki “Virtüöz oynamanı istiyorum, çello çalacaksın.” Hayatım boyunca hiçbir enstrüman çalmadım. Ama oyunculuk her şeye rağmen bilinçsiz bir yeterliliktir. Çellonun iki yılı yay çekerek geçiyor. Benimse sadece yedi ayım var. Tatile çıkmadım, çalıştım. Bence hâlâ tam anlamıyla başaramadım. Çünkü oyunda bir virtüözü oynuyor ve Çaykovski çalıyorum. Bence çok kötü çalıyorum. Ama birçok insan o kadarının yettiğini, bir oyuncunun daha ne kadar iyi çalabileceğini söylüyor. Ama şimdi çalışıyorum. Muhtemelen önümüzdeki sezon daha iyi çalacağım. Orcan Koç’tan ders almıştım rol için. Arif Akkaya Çaykovski çalacağımı söylediğinde Orcan şöyle dedi: “Biz onu mezun olurken çalıyoruz, Mert’in bu kadar sürede çalması imkansız.” Ama Arif Ağabey “Üzgünüm çalacak” dedi. Orcan’ı delirmiş halde kükrerken hatırlıyorum: “Çal artık! O parmağı şuraya koy!” Demem o ki istemek yetmiyor bazen. Başarmak için, çok fazla şey feda etmek lazım.
- Selama çıktığında ne hissediyorsun?
- Aslında değişti. Herkes selama çıktığında tüm stresin bittiğini söyler. Aslında her şey o an başlar. Çünkü oyunculuk an ile ilgilidir. Yaptığını geri alamazsın. Daha iyi olmak için ertesi günkü oyun vardır. Vaktin kendini beğenmeyerek geçer. Belki bu bir kısır döngü, bilmiyorum. Ama hiçbir zaman tam olarak yetmez. Tıpkı Sisifos’un çabası gibi. Eskiden selama çıkarken daha cesurdum. Artık sırtımdaki yumurta küfesine sürekli yeni yumurtalar ekleniyor ve ben çok daha dikkatli çıkıyorum selama. Eskisi kadar fütursuz değilim.

Haberin Devamı

SOKAKTA GÖRSEM YÜZÜNE BAKMAM AMA SAHNEDE...

- Yakışıklı bir adam değilsin. Kadınlar neden seni çekici buluyor?
- Geçen Twitter’da okudum. Bir tanesi yazmış: “Ya bu Mert Turak’ı sokakta görsem yüzüne bakmam, ama adam sahneye çıktı mı başka oluyor.” Bilmiyorum yani...
- Ödül almayı seviyor musun? Ödül için tiyatro yapmıyoruz, denir genellikle.
- Tamam, ödül için yapmıyorsun bu işi de... Ödül seni kamçılar, her şeyi yeniden gözden geçirmeni sağlar. Ben ödülü severim. Ödül beklentisine de girerim. Birilerinin bir araya gelip seni ‘en iyi’ seçmesi onore edicidir. 

YERİMDE DURAMIYORUM

Sezon bittiği zaman iyi hissetmiyorum. Sağlıklı bir ruh hali olmayabilir ama bir işe yaramıyor gibi hissediyorum. Tüm kan dolaşımım değişiyor. Düşünsene, ekime kadar oyun yok. Sezon sonuna doğru bitse de tatil yapsam diyorsun. Şimdiyse vapurlarda 15 dakikalık stand up mı yapsam diye düşünüyorum.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!