İnsanoğlu, 2500 yıldır Yuntdağ’ın bozkırına zekásıyla meydan okuyor

Güncelleme Tarihi:

İnsanoğlu, 2500 yıldır Yuntdağ’ın bozkırına zekásıyla meydan okuyor
Oluşturulma Tarihi: Eylül 22, 2008 00:00

Eskiler bir bir toprağa karıştıklarından, taşın yurdu Foça’da bile taş ustası bulmak 10 yıl önce bugünkünden de güçtü. Çünkü taş duvar örülmez olmuştu artık. "Çağdaş"tık ya, tak tuk eder, kalıpları çakar, betonları döker, direkleri diker, tuğlaları da örüverirdik; yapılar da yükseliverirdi.

Doğup büyüdüğüm Foça’nın Kozbeyli’sine bir taş ev yaptırabilmek için ta Yuntdağı’na gidip de usta arayacağım aklıma gelmezdi. Evet, düştüm yola, gittim ve Mehmet (Acar) Usta’yı buldum.

Mehmet Usta ufak tefek bir ihtiyar. Elleri sanki kendinden büyük. Taşı işlemekten, taşı kaldırmaktan, balyozu sallamaktan herhal.

İki üç yaz belli sürelerle oğluyla birlikte bana çalıştılar. Ha deyince para yok ya!..

Oğlu Hasan’la onu Yuntdağköseler Köyü’ne götürdüğüm bir seferinde Mehmet Usta "Kale’yi görmek ister misin" dedi. Güldüm. "Ustam" dedim, "seninle biz gideceğiz şimdi oraya, taşlara bakıp bakıp, gahbenin cavırı emme yapmış ha" deyip döneceğiz. En iyisi orayı bir bilenle dolaşmak. Belki bir gün dengine getiririm.

Şaka maka on yıl olmuş! Mehmet Usta’nın "Kale" dediği Aigai antik kenti. Manisa merkez ilçesine bağlı, adını az önce de andığım Köseler Köyü’nün güneyindeki Gün Dağı’nın tepesine konmuş, Namurt Kale de denilen yer bu. Ege adı oradan mı geliyor? Merak ediyorum vesselam! Aioller’in bir kentiymiş falan filan ama, dostum, arkadaşım, arkeolog Prof. Dr. Ersin Doğer birkaç yıldır orayı kazmıyor mu? Zaten onunla da konuşmadım mı, "Bir dengine getirip birlikte gezelim," diye?

Deh benim düldülüm!

SELAM YUNTDAĞ KÖYÜ

Aliağa’dan Şakran, oradan sağa Yuntdağ bölgesine... Selamünaleyküm Ege’nin unutulmuş kırsalı, bilinmezi, öksüzü. Manisa kent merkezinden 56 kilometre ötede, Ege sahilinden 10 kilometre içerde, denizin hiçbir zaman göremeyecekmiş gibi uzakta kaldığını düşüneceğiniz kaskatı kırsallık! Bozkır değil, bozkırdan da beter! Ekilir alanları yok denecek kadar az.

Merhaba, gevenlikler, kara taşlık tepeler, ot bitmez yerler, susuzluğu yenmek için yapılmış tarihi göletler ve hálá kullanılan sarnıçlar! Anadolu içlerinde bile artık üretilmez olmuş, nesli tükenmiş, küçümen yapılı, iki avcunuzu zor dolduracak kadar küçük memeli "kara sığır"ların siyah-beyaz Hollanda göçmeni olup da bugün melezleşmiş öteki sığırlarla karışık gezindiği kırlar. Çevresi taşla örülü hayvan barınağı "tokat"lar.

Yola çıkıp çıkıp, pıtı pıtı yürüyüp kenara kaçan ibikli kuşlarının ıssızlığı gidermek için saldığı sesler. Yalnızlığın, yer ile gök arasında bir başına kalmışlığın en katmerlisi.

Kapıkaya! Fi tarihinde bizim oralara göç vermiş, bizimkilerin "Kapıkayalı" dedikleri evlatlarını bu yoksulluktan başka bir yoksulluğa uçurdukları köy! Köyün girişinde kapıya benzeyen iki kayanın arasından geçen yoldan almış adını herhal. Türkçemi seveyim, ne de güzel yakışmış bu ad bu köye!

Sonra efendim, Kocaahmetler, Yuntdağköseler, Seklik, Sarıahmetli, İsmailli, Atçılar, Bayramcılar, Yeniceköy, Örselli... Dokuz Yuntdağ köyü. Şakran çöplüğünde uçan martının hem denizi, hem de bu köyleri gördüğü, kıyıya o denli yakın hoyrat, nankör, ömür töprüsü bir doğa ve o doğada yoğrulmuş, taşlara sürtülmüş gibi elleri ayakları yuvarlaklaşmış gibi duran insanlar...

AYAK İZİ Mİ, GÖZ MÜ?

Google Earth’ü indirip, oradan Yuntdağ kırsalına yaklaştığınızda esmer toprağın göğsünde bazı çukurlar, oyuklar görürsünüz. Bunlar göze de benzerler, ayak izine de. Neyin nesi olduklarını anlamak, hele uzaydan çekilmiş fotoğraflardan, mümkün değildir. Gidip oraları dolaşacak olursanız, çağlardan beri süren susuzluğa karşı Yuntdağ’ın taşlardan, kayalardan ve onlara tutunabilmiş bodur ağaçlarından oluşmuş kurak tabiatı içinde bunların birer gölet olduğunu görürsünüz. Bu göletler, yüzyıllardır bu çorak toprağı ve doğada kendi haline otlamak için bırakılmış hayvanları sulamakta kullanılıyor. Kışın yağmur sularıyla sağlanan birikinti, yaz susuzluğunu geçirmeye yarıyor.

Bölgede yalnız göletler yok. Burası, çağlardır susuzluğa koşullanmış öyle bir yer ki, bu sorunla baş etmek üzere sarnıçlar yapılmış. Sarnıçların kiminin üstü örtülü. İçinde biriken su çeşitli taşıma kaplarıyla alınıp çekilebiliyor. Bir de, kenarları taş duvarla örülü, kayanın içine oyulmuş birkaç (belki 8-10) kuyunun oluşturduğu "sarnıç"lar var ki, bizim bildiğimiz klasik sarnıç tipinin dışında. O kayalardan sızan, hatta bol yağmurlarda ağızdan dolan yağmur sularının ağustos ayına kadar kullanıldığı biriktirme yerleri bunlar. Yuntdağ Köseler köyünde ve öteki köylerde bunlardan bir hayli var.

Garip olan şu: Eski yerleşim yerleri genellikle ırmak, dere, göl kenarlarına ya da su kaynaklarının başına kurulmuştur. Burada kimi derelerin dışında böyle dört mevsim besleyici kaynaklar olmadığına ve bu denli susuzluk çekildiğine göre, bu taşlık, kayalık alanları yurt tutmanın nasıl bir açıklaması olabilir ki?

Ayak izi mi, göz mü diye uzaydan bakacağımıza, İzmir - Manisa - Ege Denizi arasında en dar alanda sıkışıp kalmış, kuraklıktan yoksul düşmüş yaşamı gidip görmek en iyisi! Şaka değil, denizden yedi sekiz kilometre sonra bu sefaletle karşı karşıya bulacaksınız kendinizi. Yolu geçilmez kılan, leş kokulu Yenişakran Çöplüğü ise ilk karşılayanınız olacak.

Kapıkaya’nın eşiğinden atladınız mı Kocaahmetler, Yundağköseler ve ötekiler: Yollarda bin yılın keçi memeli küçümen bu kırsalda doyunma becerisi olan "kara sığır"lar, yani bildik, çelimsiz, kavruk Anadolu sığırları.

Geçimi en çok onlardan Yuntdağ köylülerinin. Ancak, bu ot bitmez yerlerde koyun besleyenler de var. Bu taşlık alanda, hayvancağızların nasıl yiyecek bulduklarını düşünmeden edemiyor insan. Ancak köylüler kıraca tutunmayı biliyor. Gidip "aşağılarda" çalışanları da var, etrafını çevirdiği yerlerde beslediği hayvanların sayısını artıranlar da. Bir de, kendiliğinden biten melengiç ağaçlarını aşılayıp adam gibi bakınca, al sana antepfıstığının álásı! Kayalıklarda kendisi biten zeytin delicelerini aşılayıp da zeytinlik sahibi olanlar da...

Antikçağın şiirleri Aigai’de üretilen parşömenlere yazılırdı

Mehmet Usta’nın kale dediği, antik Aigai kenti. Yuntdağköseler köyünün güneyinde, bugün Gün Dağı denen dağın tepesine kurulmuş bu antik kale/kent dört yıldır kazılarak gün yüzüne çıkarılmaya çalışılıyor.

Kazı ekibinin başında Prof. Dr. Ersin Doğer var. Aigai 2004 Ağustosu’ndan beri kazılıyor. Bu yıl kazı yok ama temizlik, düzenleme, kimi buluntuları eşleyip onarma çalışmaları var. Dört yıl önce çalışmalar başladığında Kale girilemeyecek durumdaymış. İlk olarak antik dönem yollarının saptanıp açılması, kent ulaşımının belirlenmesine zaman ve emek harcanmış. Kentin iki kapısı, meclis binası (Bouleuterion) açılmış. Duvarları, tiyatrosu, gömütlüğü, öteki bölümleri ile kent bugün adım adım açılıp gezilebilir, görülebilir hale getiriliyor. Çeşitli kap kacak, mermer ve bronz heykeller bulunup çıkarılmış.

Köseler Köyü’ndeki kazıevinde ve Aigai’de diğer hocalar ve öğrenciler sıcak mıcak demeden çalışıp duruyor. Kale, bir bekçisi olmasına karşın kış boyunca iyi korunamadığından, özellikle güdülen hayvanların verdiği zararlardan ve yarattığı kirlilikten kurtarılmak için temizleniyor. Dört yıl süren kazıların ardından kazı sonuçları değerlendiriliyor.

Aigai, şu ana kadarki buluntulara göre, geçmişi M.Ö. 600-700 yılına dayanan, bugün Gün Dağı adı verilen tepede Aiollerin kurduğu bir kent; daha doğrusu 12 kentten biri. Kimileri Ege adının bu antik kentten kaynaklandığını savunsa da Prof. Dr. Ersin Doğer bu görüşe katılmıyor. Aigai, hatta Aigaiai söyleniş ve okunuşunun eski Helen dilindeki "keçi" anlamına gelen sözcükten türetildiğini, "Keçiler Yurdu, Keçilik" gibi bir anlama geldiğini belirtiyor. Çünkü daha önce doğal yapısını anlattığım bu yerlerde keçiden ve kara sığırdan başka hayvanın barınması, hele hele verimli olması mümkün değil. Zaten Aigai, Bergama Krallığı’na bağlı olduğu ya da onun desteğiyle güçlendiği dönemlerde özellikle keçi kılından dokuma, parşömen yapımında kullanılan keçi/oğlak derisi satışından ve tabii tarımdan geçimini sağlayan bir "devlet".

Buna karşın "Helenistik dönemin vazgeçilmezi olan kamu yapıları"nı barındırıyor. Çünkü gerçek bir kent devleti o. Üç katlı agorası, Bouleuterion adı verilen Halk Meclisi Binası, tiyatro, jimnazyum stadyum ve hamam gibi kamu yapıları ile kocaman bir birikim, inanılmaz bir tarih verisi. Sarnıçların birçoğu bile o dönemden günümüze kalma. Çünkü susuzluk ezeli bu diyarda.

Gidilmesi, görülmesi gereken bir yer Aigai antik kenti. 2500 yıl öncenin insanıyla buluşmak, 21. yüzyılın olanaklarıyla ne çirkinlikler yarattığımızı düşünmek ve geçmişe "bakmak" için orada, sarp yamaçların üstünde duruyor. Yoksul Yuntdağ köylüğü ise, son yüzyılın su, elektrik, yol gibi olanaklarından yeni yeni yararlanıyor.

Yol boylarında ibiklinin ötüşü, oradaki ıssızlığın binlerce yıllık dili olsa gerek.

İnsanlar ve tek tük araçlar geçtikçe havalanıp sesini salıveriyor ve az öteye konuyor.

Yuntdağ, yurdun en batısındaki yoksul yaşamıyla kimselere derdini anlatamayan dilsiz bir çocuk gibi. Aigai ise, yıkılıp gitmiş olsa da, çağımız insanını utandıracak görkemiyle yücelerden bize bakıyor.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!