Avrupa’nın misafir odası VENEDİK

Güncelleme Tarihi:

Avrupa’nın misafir odası VENEDİK
Oluşturulma Tarihi: Mart 30, 2009 00:00

Güneşin girmediği daracık sokaklarında dolaştığım, labirent sokaklarında kaybolduğum ve eski romantizminden uzak kazıkçı gondollarında gezindiğim Venedik, dünyanın en ilginç, en görülmesi gerekli kentlerinden. Her yıl 16 milyon kişi ziyaret ediyor ve her yıl biraz daha denize gömülüyor. Bavulumu garın merdivenlerinden indirip, meydandaki kalabalığın ortasında, etrafıma şaşkın şaşkın bakakaldım. Otelim San Marco Meydanı’ndaydı, oraya nasıl ulaşacağımı bilemiyordum.

Merdivenleri tırmanıp tekrar gara döndüm. Danışmadaki kıza, otelin yazılı olduğu adresi gösterip, nasıl gideceğimi sordum. “82 numaralı vaporettoya bineceksin” dedi. “Ya taksi...” diyecek oldum. O, “Üç dolarlık yere 100 dolar alırlar. Sokağa atılacak paran varsa ben karışmam” diye akıl verdi.
Sırtımda, fotoğraf makinelerinin bulunduğu ağırca bir çanta, elimde, tekerlekli de olsa çekmekte zorlandığım bavulumla, yeniden merdivenlerden inip, iskeleye gittim. Uzunca süre kuyrukta bekledikten sonra, 82 numaralı vaporetto için bilet aldım. Venedik’in en önemli ulaşım aracı vaporetto, Boğaz’da çalışan yolcu motorları gibi bir şeydi. Büyük Kanal’da, iskeleden iskeleye gide gele ulaşımı sağlıyorlardı.
San Marco Meydanı’na açılan dar sokaklardan birindeki otelime ulaştığımda, artık terden sırılsıklam olmuştum. Ağırlıklarımı bırakıp, akşam güneşinin yumuşak ışığından faydalanmak için sokağa çıktım.

KOLLARINIZI AÇABİLİYORSANIZ O SOKAK GENİŞ SAYILIR

Biraz yürüdükten sonra kendimi, kentin en önemli meydanı San Marco’da buldum. Aslında Venedik haritasına baktığınızda, bir çok meydan ismine rastlarsınız. Sıkışık bir düzende kurulmuş kentte, en küçük boşluğa bile meydan denmişti. Ancak bu sıfatı tek hak eden yer San Marco’ydu. Manastır Vekilharçlarının evleri, San Marco Kilisesi, Çan Kulesi, Dükler Sarayı ve Saat Kulesi ile çevrili alan, kelimenin tam anlamıyla hınca hınç doluydu. Ben bugüne kadar bu kadar çok turisti bir arada, dünyanın hiçbir yerinde görmemiştim. Ve o an anladım ki, Venedik’te fotoğraf çekebilmek için, sabahın çok erken saatlerinde sokağa çıkmak gerekiyordu. Yoksa o kalabalıkları yarıp, görüntü alabilmek epeyce zordu.
Meydanın kıyısındaki kahveye oturup, çevreyi gözlemeye başladım. Napolyon, 1700’lü yıllarda Venedik’e girdiğinde, “San Marco, Avrupa’nın misafir odası” dediği meydanda kimler yoktu ki; Kilise ve Çan Kulesi’ne girebilmek için uzun kuyrukta bekleşenler, tarihi kıyafetlerle dolaşıp para toplayanlar, güvercinlere mısır atanlar, çocuklarıyla güvercinleri aynı karede yakalamaya çalışan amatör fotoğrafçılar, elinde bir bayrak olan rehberin etrafında toplanmış Japonlar, seyyar satıcılar, öpüşenler, çığlık çığlığa koşuşan çocuklar.
Daha sonra, üstünde kanatlı aslan heykeli bulunan sütunun altına gittim. Burada gezginlerin öncüsü Marco Polo’yu andım. Ünlü gezginin Doğu seferinden dönüşünde, işte bu aslan heykelinin altında, dükler tarafından törenle karşılanışını hayal ettim.
Karanlık bastırınca tekrar otele dönüp, akşam yemeğine hazırlandım. Kapıdan çıkarken, görevliye, iyi yemek yiyebileceğim, turistik olmayan bir adres sordum. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıp, “Venedik’te herşey turistler içindir beyim. Venedikliler yemeklerini evlerinde yer” dedi. Ben de meydana açılan dar sokaklardan birinde, önüme çıkan ilk restorana girdim. Tahmin ettiğim gibi birbirine yapışmış makarnayla hamurlaşmış pizza yemek zorunda kaldım.
Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla Venedik’in dar sokaklarına daldım. Ünlü Alman yazar Göethe, bir yazısında Venedik’i şöyle anlatmıştı: “Daha baştan bu dar sahaya sıkışmaya mecbur oldukları için, arazinin karışını kıskanmışlar ve sokaklarını, evleri ancak birbirinden ayıracak ve halka geçit verebilecek genişlikte yapmışlar. Onlara sokak, meydan ve gezinti yeri vazifesini hep su temin ediyor.”
/images/100/0x0/55eb02a7f018fbb8f8a520f9

Elimde harita vardı ama hiçbir işe yaramıyordu. O klostrofobik-labirentin içinden çıkabilmek için kendi iç pusulamı kullanıyordum. Bu dolaşmalarım sırasında, Venedik’te kimseye adres sorulmayacağını da öğrendim. Çünkü Bellini’nin tablolarının sergilendiği müzeye nasıl gideceğimi sorduğum bir kahve garsonu, önce uzun uzun anlattı. Anlamadığımı görünce önceki tarifinden vazgeçip, yeni tarif verdi. Daha sonra başka bir tarife atladı. Anlatamayacağını anlayınca da eliyle işaret edip, “şu istikamete doğru yürü bulursun” diye kestirip attı. Garsona hak verdim. Kimse Venedik denen labirentten nasıl çıkılacağını anlatamazdı. Gideceğiniz yeri bulmak için o yerin, hangi yönde olduğunu bilmeniz ve bıkmadan, yorulmadan o yöne doğru yürümeniz yeterli olacaktı.
Sokakların genişliğini, kollarımı yana açarak ölçebiliyordum. Eğer iki kolumu da rahatça açıp, parmaklarımı her iki duvara da değdirebiliyorsam, genişçe bir sokakta yürüyorum demekti. Dar sokaklarda ise kollarımı değil kol açmak, sallamak veya Nedim Gürsel’in dediği gibi; yağmurlu bir günde şemsiye açmam bile mümkün değildi.
O günümü, güneşin bile zor ulaştığı sokakları, köprüleri arşınlayarak geçirdim. Yorulunca, ev avlusu kadar küçük meydanlarda kahve içip soluklandım.

GONDOL, TABUT VE ŞEHVET

Daha sonraki günümü Büyük Kanal’da geçirdim. Büyük Kanal Venedik’in ana caddesi. Ona açılan diğer kanallar ise diğer caddeler. Bir o yakaya bir bu yakaya vızıldayarak zigzaglar çizen vaporetto’nun, arka tarafındaki koltuklara kurulup, kanalın antifiriz yeşili sularında yansıyan sarayları, binaları seyrettim. İşte o zaman Venedik’in bir saraylar kenti olduğunu anladım; İşte Foscari-Contarini, Gritti, Flangini, Corrrer-Contarini Sarayları. İşte Wagner’in öldüğü Vendramin Calergi Sarayı. Osmanlı tüccarlarının önünde kalyonlarını bağladıkları Fandaco Dei Turchi adlı bina. Lord Byron’ın şiirlerini yazdığı Mocenigo Sarayı. “Venedik, kayboldu ve kazanıldı/ Biten bin üç yüz yıllık özgürlüğüdür/ İşte batıyor içinden çıktığı yosun gibi.” Ünlü şair bu satırları, önünden geçtiğim bu pencereden kanala bakarak mı yazmıştı, diye düşündüm.
Bu sarayların yüzyıllardan beri kanala yansıyan görüntülerini geride bırakıp, Akademi Müzesi’ne gittim. Burada Venedik’in ve Rönesans’ın en büyük ressamlarının, Giorgione’nin, Bellini’nin, Carpaccio’nun, Titien’in, Tintoret’in ve Veronese’nin ünlü tabloları karşısında zaman değiştirdim.
O günün akşamüstü gittiğim kahvede, Wagner’in burada bestelediği “Tristan ve İsolde” operasının hüzünlü müziğini dinlerken, her gün biraz daha denize kayan bu kentin geleceğini düşünüp kaygılandım.
Ertesi gün çok sıkı pazarlık yaparak bindiğim gondolda kendimi, “Adriyatik Denizi efendilerinden” biriymiş gibi hissettim. Lacivert-beyaz çizgili gömleği, kırmızı fuları, yine kırmızı bir kurdele sarılı hasır şapkası ve son moda siyah gözlükleri ile bir artisti andıran genç gondolcunun, küreği çekiş ve itişini izlerken, yazar Thomas Mann’ın, “Venedik’te Ölüm” adlı kitabındaki gondol betimlemesi aklıma geldi. Yazar o muhteşem eserinde, bu garip kayığı şöyle anlatıyordu: “Baladlar devrinden hiçbir değişikliğe uğramadan bize kadar gelmiş ve başka eşyalar içinde yalnız tabutlarda görülen siyahlığı ile bu acayip taşıt; şıpırtılı gecelerin suskun ve suçlu serüvenlerini hatırlatır; daha da fazlasını, ölümün kendisini, tabut altlığını, gamlı cenaze alayını, son ve sessiz yolculuğu hatırlatır. Böyle bir sandalın kanepesinin; bu tahtaları tabut karası cilalı, minderleri donuk siyah koltuğun; dünyanın en yumuşak, en şehvetli, en rehavetli koltuğu olduğu bilmem farkedildi mi?”

LİDO’DAKİ AŞK

Gondoldan San Marco Meydanı’nda indim. İskeleye koşturup, Lido Adası’na giden vapura bindim. Niyetim bu son günde, ünlü adanın kumsalında bir banka oturup, “Venedik’te Ölüm”ü bir kez daha okumak, o müthiş, imkansız aşkı anımsamak ve veba salgınını düşünüp hüzünlenmekti. Her zaman yaptığım gibi, romanda anlatılan mekanlarda dolaşıp, romanı yaşamanın hazzını bir kez daha tattım.
Venedik; labirent sokakları, yeşil sulu kanalları, gondolları, vaperottaları, pastel renkli evleri, muhteşem sarayları, ünlü karnavalı, film festivali ile büyüleyici bir kentti. Ondaki kadınsı çekicilik, görenleri kendisine hemen aşık ediyordu. İnsan Venedik’in perdeye yansıtılmış bir fantezi olmadığına, bir gerçek olduğuna kolay kolay inanamıyordu.
(Uzakname adlı kitabımdan)

VENEDİK’TE NE YENİR?

Restoranlarda her ne kadar turistik mönüler sıralansa da, gerçek Venedik lezzeti sunanlarını bulabilirsiniz. Kentin en önemli yemeklerinden “Sarde in Saur,” tatlı-ekşi sosla sunulan ızgara sardalyedir; en iyi zamanı yaz sonudur. “Fegato alla Veneziana,” süt danası ciğerinden yapılıyor. İnce ince doğrandıktan sonra sirke-su karışımında bir süre marine edilip tavada iki yüzü birer dakika kızartıldıktan sonra karamalize olmuş bol soğanla karıştırılıyor. Bunu, Da Fiore ve İgnazio’da deneyin. Ringa balığını uzun süre zeytinyağında bekletilerek elde edilen “Baccala Montecato” ise çok lezzetli bir başlangıç yemeği. Peksimet veya polenta üstüne sürülerek yenen bu balık püresi için en doğru adres Harry’s Bar ve Locanda Cipriani. Mürekkep balığı mürekkebiyle yapılan “Risotto alle Seppie” ile limon ve zeytinyağı sosuyla sunulan deniz mahsulleri tabağı da kentin damak çatlatan lezzetlerinden. Önereceğim diğer restoranlar: Alla Madonna (www.ristoranteallamadonna.com), Da Fiore: (www.dafiore.com), Harry’s Dolci (www.cipriani.com), Naranzaria (www.naranzaria.it), Vini Da Gigio (www.vinidagigio.com)

MUTLAKA GÖRÜN

? Kentin en güzel köprülerinden Rialto Köprüsü’nü mutlaka görün. Ortasından Büyük Kanal’ın çok güzel fotoğrafını çekebilirsiniz.
? Ünlü Peggy Guggenheim koleksiyonunu gezmek için programınızda yer açın.
? San Marco Meydanı’nda çılgın kalabalıklara karışın. Yorulduğunuzda meydanın çevresindeki kahvelerden birine oturup gelen geçeni seyredin.
? Bruno Adası’na gidip, Avrupa’nın ünlü dantellerinin nasıl yapıldığını izleyin. Eğer bütçeniz el verirse eviniz için satın alın.
? Cam endüstrisinin merkezi Murano Adası’nda muhteşem cam işlerinden satın alın.
? Tabii ki gondola binip kanal sefasına çıkın. Ama binmeden önce çok sıkı pazarlık yapmayı ihmal etmeyin.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!