8 mm makinesi bile yoktu ama anlatacak hikayesi çoktu Martin Scorsese

Güncelleme Tarihi:

8 mm makinesi bile yoktu ama anlatacak hikayesi çoktu Martin Scorsese
Oluşturulma Tarihi: Mart 04, 2007 00:00

Astımlı bir ana kuzusu olarak büyüdü. En sevdiği şey film izlemekti. 1970’lerde kalplerinde Sovyet korkusu ve vicdanlarında atom bombasının azabını çeken sinemacılarla kültürel devrim yaptı. Hollywood’u, New York’un, daha doğrusu şehrin korkunç, karanlık ve çözümsüz haliyle tanıştırdı. Amerikan sinemasının en trajik erkek karakterleri onun filmlerinde dünyaya geldi.

İtalyan adamdan Robert De Niro, genç kızların sevgilisi çocuktan Leonardo DiCaprio yaptı. Zor oldu, yıllar sürdü, kendisini uyuşturucuyla mahvetti ama sonunda içindeki güvensiz Sicilya göçmeninden de Martin Scorsese yarattı. Hayatla derdi olan, sıkıntılı bir günde aklına onun filmlerinden, mesela Taxi Driver’dan ya da Raging Bull’dan bir sahne düşen herkes, geç kalmış En İyi Yönetmen Oscar’ını alan Scorsese için geçen pazar çok sevindi. Çünkü o arkadaşlarının dediği gibi Marty’ydi, hayatını yaptığı filme adayan, hayatı film gibi olan, kırılgan bir adam.

Aristo, trajik kahramanı içinde iyiyi ve kötüyü aynı ölçüde barındıran kişi olarak tarif eder. Bu karakter izleyeni taraf tutamaz hale getirir, ikilemde bırakır. Martin Scorsese böyle biridir; ikilemde kalır ve bırakır. Hayatının ilk büyük ikilemini 9 Şubat 1971 saat 06.01’de yaşamıştı. Warner Bros’tan aldığı bir montaj işi için birkaç hafta önce ilk kez Hollywood’a gelmişti. Kaldığı Toluca Oteli’ndeki yatağından müthiş bir sarsıntıyla fırladı. Büyük bir deprem olmuştu. Hemen giyinip aşağıdaki kafeye inmişti ki, bir artçı şok geldi. Elindeki kahveyi bıraktığı gibi kapıya yöneldi. Yanındaki adam gülümseyerek "Nereye gittiğini sanıyorsun?" dedi. Hakikaten nereye gidiyordu? Deprem oluyor, ne kadar kaçabilirsin ki? Kahvesini yudumlamaya devam etti. Scorsese’nin gidecek yeri yoktu. Hayali film yapmaktı, New York’un Little Italy (Küçük İtalya) mahallesinden Hollywood’a uzanan yol sarsıntılı da olsa, kalıp deneyecekti. Belki Hollywood’u bundan sonra sarsacak olan o olacaktı.

YA KİLİSE YA MAFYA

7 Kasım 1942’de New York’un Queens bölgesinde doğdu, Manhattan’da daha çok İtalyan, İrlandalı ve Yahudilerin yaşadığı Lower East Side bölgesinde büyüdü. Babası Charles ve annesi Catherine Sicilya göçmeniydi. Babası terzilik ve son ütücülük yapıyor fakat para yetmediği için şabat zamanı Yahudiler için ocak yakıyordu. Marty’nin yaşadığı Küçük İtalya adlı mahallenin kendine ait kuralları vardı. Washington’un yasaları ya da polis hiçbir şeyi değiştirmezdi. O yüzden Marty’nin de önüne diğer gençler gibi iki kariyer şansı sürülmüştü: Ya kiliseye katılacaktı ya da mafyaya. Üç yaşından beri ilaç almak zorunda olan astımlı, bir köpeğin kafasını okşasa hastaneye kaldırılacak kadar alerjik, narin bir çocuk olarak o tabii kiliseyi seçmişti. Üstüne titreyen anne babası da bu konuda hemfikirdi. Yedi yaş büyük abisi Frank’le hiç anlaşamazdı çünkü Frank ona gösterilen ilgiyi kıskanır, olur olmaz onu döverdi. Belki bu yüzden, yakın arkadaşlarının büyük bölümü onun bir abisi olduğunu bile uzun süre bilmedi.

YURTTAŞ KANE’E BİN BASAR

Liseyi bitirdikten sonra rahip olmak için kiliseye girdi. O dönemde sinema tutkunu babasıyla iletişim kurmanın bir yolunu bulmuştu. Birlikte film izliyorlardı. Bir gün kameranın arkasında birinin bulunduğunu anladı. Filmlerin oyunculardan ibaret olmadığını, her John Wayne filminin aynı olmadığını, bazı filmlerin iyi, bazılarının kötü olduğunu. Artık aklında tek bir şey vardı: Film yapmak. İçinde yaşadığı topluma uymayan ama bir parçası olmaktan kurtulamayan zayıf genç olarak kendini filmlerle ifade etmeye karar verdi. 1960’ta New York Üniversitesi’nde film okumaya başladığında parası yetmediği için8 mm kamera bile alamayan Marty,16 mm kameralarıyla etrafta hava atan bütün arkadaşlarından daha parlaktı. Çünkü İtalyan yeni gerçekçilik akımından etkilenen hocası Haig Moonigan’ın da dediği gibi onun anlatacak bir hikayesi vardı.

Marty 1965’te ilk eşi aktris Larraine Brennan’la evlendi. Fakat karısı onun yönetmenlik hayalleriyle dalga geçtiği için eve gitmez, çoğu kez arkadaşı Mardik’in arabasında uyurdu. Koyu Katolik olmasına rağmen karısından ayrılmaya karar verdi yoksa salim kafayla film çekemeyecekti. Marty Los Angeles’a taşındı.

70 küsur dakikalık ilk filmi Who’s That Knocking’i New York Film Festivali’nde izleyen yönetmen John Cassavetes Marty’nin omzunu sıvazlamış, "Bu film Yurttaş Kane’e bin basar evlat, aferin" demişti. İnanılmaz! Hayran olduğu bu yönetmen onun filmine bayılmıştı. Pili yeni takılmış bir elektronik alet gibi iştahla onu Scorsese yapacak ilk filmini çekmeye koyuldu.

Marty Mean Streets adlı bu filmde büyüdüğü mahalleyi anlattı. Harvey Keitel’in canlandırdığı Charlie kiliseye gitmek ya da Robert De Niro’nun karakteri Johnny Boy’un enerjisine kapılıp sokakları talan etmek arasında kalır. Filmin unutulmayan cümlesi şudur: "Günahlarını affettirmek için kiliseye gidilmez. Sokağa çıkılır." Paramount şirketi filmi dağıtmayı reddetti. Çok sert ve kanlı bulmuşlardı. Marty büyük bir sırt çantasına koyduğu 35 mm film kutularıyla Hollywood sokaklarında Notre Dame’ın kamburu gibi kalakalmıştı.

İkinci adres Warner Bros’tu. Filmin patronlara izletildiği küçük sinema salonunda sessizlik hakimdi. Hatta salona dalıp "Ton balıklı sandviç kimindi" diye soran garson kız fena halde azar işitmişti. Filmin sonunda üstünden kamyon geçmişe dönen patronlar Mean Streets’i dağıtmayı kabul etti. Film gişede başarısızdı ama Scorsese’yi eleştirmenlerin bir numaralı genç yönetmeni yaptı.

BİR TAKSİ ŞOFÖRÜ

Kariyerinin dönüm noktası Taksi Şoförü (Taxi Driver) filmi 8 Şubat 1976’ta New York Sinema I’de 12.00 matinesinde gösterildi ilk kez. Robert De Niro’nun canlandırdığı Travis Bickle, Vietnam’da savaşmış, uyku uyuyamadığı için geceleri taksi şoförlüğü yapan biridir. Dindardır ama şehrin açık bir kanalizasyon olduğuna ve birinin onu temizlemesi gerektiğine olan inancı İncil’in üstüne çıkar. Bir Katolik olarak büyüdüğü mahallede yaşadığı ikilemleri burada da baş karaktere yüklemişti Marty. Tek fark o Travis Bickle gibi kontrolü kaybedip cinayet işlemiyordu. Taksi Şoförü’nün ilk gösterimi henüz bitmeden, 12.15’teki bir sonraki seans için bekleyenlerin oluşturduğu bilet kuyruğu caddeye taşmıştı. Cannes’da en iyi film ödülünü aldı. Film çok kişiyi etkilemişti, bazılarını ise gereğinden fazla. 1981’de ABD Başkanı Ronald Reagan’a suikast girişiminde bulunan John Hickley, Taksi Şoförü’nden ilham aldığını açıkladı.

SEKS VE UYUŞTURUCU

Scorsese, bundan sonra çektiği, De Niro ve Liza Minelli’nin oynadığı New York New York beğenilmeyince bir kendine güvensizlik kuyusuna düştü. Hayatta kokainden başka istediği bir şey kalmamıştı. The Band grubunun belgeselini çekerken tanıştığı grubun lideri Robbie Robertson’la arkadaş oldu. Robertson, onun Hollywood’daki evine taşındı. Bu, Scorsese’nin o sırada sürmek istediği süfli hayata çok iyi uyuyordu. Güneş geçirmeyen perdeler hep kapalı tutulurdu, uyuşturucu ve haplar çerez niyetine çiğnenirdi. Üst üste 5-6 film izlenir, en erken sabah 8’de uyunur, parti parti dolaşılır, bolca sevişilirdi.

Bir gün en sevdiği beyaz takımıyla gittiği bir ev partisinde John Cassavetes onu "Ne yaptığını sanıyorsun, yeteneğini çöpe atıyorsun" diye azarladığında ter bastı, beyaz takımı mahvoldu. Sağlığı da bozulmuştu. Beş kez astım atağı nedeniyle hastaneye kaldırıldı. İkinci karısı Julia Cameron’la evliliği de kötüye gidiyordu. Bir kere onu evden kovmuş, sonra da arkasından sokaklarda çırılçıplak koşarak "Gidemezsin, beni terk edemezsin" diye bağırmıştı. Tabii boşandılar.

BOKSÖR VE İSA

Marty’yi bu sefalet kuyusundan çıkaran en sevdiği aktörü Bobby (Robert De Niro) oldu. Boksör Jake La Motta’nın hayatını anlatan Azgın Boğa (Raging Bull) adlı kitabı okuyup, film yapması için bir sene Scorsese’ye dil döktü. Yine trajik bir karaktere odaklanan, karanlık bir filmdi. Sadece Scorsese’nin şaheseri olarak değil, 1980’lerde çekilmiş en iyi Amerikan filmi olarak tarihe geçti.

1988’de çektiği Günaha Son Çağrı (The Last Temptation of Christ) İsa’yı zaafları olan, huzursuz bir James Dean gibi resmediyordu. Marty’nin çocukluğundan beri yaşadığı hayata uyum sağlayamayan Katolik inançlarıyla yüzleşmesi gibiydi film. Gösterime girdiği andan itibaren muhafazakar kesimden tepki aldı.

Scorsese mutlu sonların yönetmeni değildi, belki o yüzden arkadaşları George Lucas, Francis Ford Coppola veya Steven Spielberg gibi gişe başarısı yakalayamadı. Bu da onun kendine güvensizliğini tetikliyordu. Güvensizliğini 1990’da çektiği gangster filmi Sıkı Dostlar (Goodfellas) ile yıktı. Film Robert De Niro’nun karakteri Henry Hill’in şu sözleriyle başlıyordu: Hayatım boyunca hep gangster olmayı istedim.

1999’da yirmi yıldır yapımcı şirketleri ikna edemediği için gerçekleşmeyen hayalini çekti. New York Çeteleri üç saatlik epik bir filmdi. Oyuncu kadrosuna yakından tanımadığı Leonardo DiCaprio’yu filmin başrolünde oynatarak yapım şirketine kabul ettirdi. Leonardo DiCaprio onun çektiği Aviator ve nihayet Oscar kazandıran Köstebek’te (The Departed) hikayenin tam merkezinde duruyordu. De Niro onun için nasıl Bobby olduysa, DiCaprio da Leo olmuştu
/images/100/0x0/55ea6a3ef018fbb8f87e65ba
ve artık Scorsese’yle çalışmak isteyen yazar senaryosunu önce Leo’ya gönderiyordu.

AİLESİYLE

Martin Scorsese’nin üç kızı var. Son karısından olan Francesca henüz 8 yaşında. İlk karısından olan Catherine yapımcı, ikinci karısından olan Domenica Cameron-Scorsese oyuncu. Geçen haftaki Oscar töreninde son eşi Helen Morris (en solda) ve kızları Catherine (soldan üçüncü) ve Domenica’yla geldi.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!