Madam Vasiliki

Güncelleme Tarihi:

Madam Vasiliki
Oluşturulma Tarihi: Mart 29, 2000 00:00

Haberin Devamı

Hayatımızı zenginleştirdiniz

Vasiliki Vakandias, Yunan İç Savaşı sırasında Türkiye'ye göç etmiş, hayatı burada denemişti

Burgazada'da yaşayan, geçenlerde yitirdiğimiz Vasiliki Vakandias'ın öyküsü Pazar günü Cumhuriyet Dergi'de yayınlandı. 1911 yılında doğan Madam Vasiliki'yi dostlara konyak, kahve, lokum ve begonvil dallarıyla yolcu ettiler. Atina'da başlayan öykü Burgazada'da sona erdi...

Burgazada'da yaşıyordu Madam Vasiliki. Onu daha geçenlerde yitirdik. Gençliğini Yunanistan'da bırakıp gelmişti İstanbul'a. Onun şen kahkahalarına Dolapdere tanıktı. Agop deli divane olmuştu etrafında, kederi paylaşmışlardı, çaresiz...

Yorgun gözlerle bakıyordu dünyaya... Gözlerinin feri kaçmıştı... Vücudu artık taşıyamıyor, her geçen gün biraz daha eğiliyordu bedeni... ‘‘ölmek istiyorum’’ derdi. ‘‘Günah mı işledim acaba neden kolaycacık ölemiyorum’’. Oysa bir zamanlar sokakta yürüdüğünde herkes arkasından bir kez daha bakardı. Hafiften bıyıklar burulurdu. O ise güzelliğinin farkında, elinden tuttuğu küçük oğlan çocuğunu peşinde sürükleyerek memnunlukla geçerdi Dolapdere sokaklarından...

Vasiliki Vakandias henüz birkaç yıllık evliydi Yunan İç Savaşı yıllarında... Kocası dağa çıkmaya karar vermişti, partizan olacaktı. Vasiliki istemiyordu onun gitmesini, giden ölü dönüyordu çünkü. Ama çaresiz kabullendi gidişini... Kayınvalidesi ve küçük oğluyla yaşıyordu Atina'da. Bir konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladı. Aç kalmıyorlardı işte. Başta birkaç mesaj aldı, sağ olduğuna dair... Yıllar geçti, bir gün kocasının öldüğü söylendi... Ağlayamadı... Belki de alışmıştı artık yokluğuna.

Hayatımızdaki zenginliktiniz, Madam Vasiliki. Yunan İç Savaşı sırasında göç etmişti İstanbul'a. Geride, dağda ölmüş bir koca ve ondan olma bir oğul bırakmıştı. Hayatı burada denemiş, Agop'a yüreğinin olmasa bile geleceğinin kapılarını açmıştı. Ama ona bir oğul vermemiş, yoksul bir Türk çocuğunu, Fikretaki'yi büyütmeyi yeğlemişti...

BİR TAHTA BAVULLA...

O günden sonra mahalledeki adı ‘Dul’ olacaktı. Her akşam işten sonra ‘Dul’un evinde toplanırlardı arkadaşları... Ne varsa meze yapardı Vasiliki şarabın yanına. Eğer azıcık da parası varsa köşe başındaki seyyar satıcıdan aldığı birazcık et bir varsıl sofrasına dönüştürürdü yoksul masalarını.

Öte yandan Yunanistan zor yıllar yaşıyordu. Partizanlar dağlarda zor durumdaydılar. Ülke ekonomisi berbattı. Herkes bir yerlere gitmeye çalışıyordu. Vasiliki'nin çalıştığı atölyenin sahibi İstanbullu'ydu. Mübadele sırasında gelmişti Atina'ya. özlemle bahsederdi bu şehirden.

Bir gün her şeyini topladı, elbiselerini, naylon çoraplarını ve şapkalarını... Hepsini bir tahta bavula sığdırdı, en üste de biricik oğlunun fotoğrafını koydu. Umutlarını da yüreğine alacak, çıkacaktı yola, bir başka ülkeye doğru... Bu ülke onun da köklerinin bulunduğu yerdi. Her zaman onun hikayesini dinlemişti büyüklerinden. Kimisi yaşadığı acı deneyimleri anlatırdı gözyaşları içinde... Yollardan, bitmek tükenmek bilmeyen tozlu, topraklı, taşlı, üstünde birçok yakınlarını yitirdikleri yollardan. Ama yine de o ülkede yaşlanıp ölmek isterlerdi. Yolculuğa çıkmadan önce, küçük oğlunu öpüp kokladı, onu büyükannesine emanet etmişti, görmek için sık sık gelmeye çalışacaktı... Ve eğer birazcık para kazanabilirse alacaktı yanına.

Uzun bir yolculuktan sonra nihayet varmıştı İstanbul'a... Burada yaşayan birkaç akrabası karşılamış, sonra da doğruca Taksim'e gelmişlerdi. Taksim'in aşağısında Dolapdere'de, Yenişehir'de yaşıyorlardı, ahşap bir binada, birkaç aile bir arada... Çocuk çığlıkları yükselirdi daracık sokaklardan... Kopkoyu tenli insanlar koşuştururdu bir yandan öbür yana. Rengarenk kıyafetli kadınlar kapı önü dedikodusu yaparlardı kucaklarında bebeleriyle. Ayakları yer tutanlarsa çamurlu sokaklarda debelenirlerdi yarı çıplak bedenleriyle... Fakat akşam oldu mu, her şey birdenbire karışıyordu bu mahallede... Kavga edenler mi, çalıp söyleyenler mi, birbirlerine bıçak çekenler mi, her şeye rastlamak mümkündü... Türkler, Kürtler, Ermeniler, Çingeneler, Rumlar hepsi iç içe yaşıyorlardı...

SAİT FAİK'İN DOLAPDERESİ

Sait Faik'in kelimelerinden şöyle süzülür Dolapdere ve Yenişehir:

‘‘Mahalle bir bayram yeri gibidir. Dümbelek, zurna, keman sesleri duyulur. Kara bıyıklı poturlu ihtiyarlar gezer. öyle kızlar görürsünüz ki, içiniz titrer ama, burnunuzun alışık olmadığı ağır kokuya çare yoktur... İşte Dolapdere burasıdır....

Beyoğlu'nun yüzlerce, binlerce dükkanında, terzisinde, berberinde, gazinosunda, gardrobunda, pastacısında, barında, kürkçüsünde ve sinemasında yok pahasına çalışan Hıristiyan kızları bu semtte yetişir. Duvarcılar, badanacılar, kuyumcu çırakları, tornacılar, düğmeciler, marangozlar, dülgerler, çilingir ustaları, kalfaları ve çırakları ile bu semtte yetişir. Akşam oldu muydu, her sokakta birbirini tanıyan ıslık sesleri duyulur. Karanlık köşelerde Rumca aşk fısıltıları...’’

çabucak alıştı mahalleye Vasiliki. Yardımsever biriydi, hastaların iğnelerini yapar, tırnaklarını keserdi... Mahalledeki çocukları gözetirdi. Ama eğlenmeyi de severdi...

Bütün mahallenin kadınlarını toplar, her hafta ayrı bir hamama giderlerdi. Ayrı bir şenlikti hamam günleri. Akşamdan börekler açılır, dolmalar sarılır, gazozlar alınır, şerbetler yapılır, doğruca yollanırlardı o hafta seçilen hamama.. İstanbul'da alışmıştı hamama gitmeye. Ortak kullandıkları evde sadece bir tuvaletleri vardı, hamama gitmek bir zorunluluktu. Fakat buna öyle bir alıştı ki, çok sonra bir evi olduğunda bile evde yıkanamıyordu. çok yakın bir zamana kadar kızı gibi sevdiği genç bir kadın götürüyordu onu hamama. Kadın yürüyemiyordu, zorla taşıyordu onu. İyice yorulduğunda ‘‘Maniçamum yürüyemeyeceğim yeter artık’’ derdi.

Kız yanıtlardı:

Bütün gün evde oturuyorsun bir gün yerinden hiç kalkamayacaksın.

Ah şimdi gerçekleşmişti işte kızın söyledikleri...

ADAMIN ADI AGOP'TU

Yunanistan'dan geldiğinde bir makarna fabrikasında işe başlamıştı, sonra bir terzinin yanında çalıştı... Azıcık para geçiyordu eline, o parayla da geçinmeye çalışıyordu. Bugünlerden birinde tanıştı, kısa boylu, biraz da şişman adamla. Adam aynı mahallede yaşıyordu. ‘‘Herhalde iyi kazanıyor’’ diye düşündü Vasiliki. çünkü her hafta kasaptan aldığı onlarca kiloluk etleri tüm mahalleliye dağıtıyordu. Mahalledeki tüm çocukların şekerci amcasıydı, onun gelişi mahalleye Noel Baba'nın gelmesiyle eşdeğerdi.. Hemencecik etrafında onlarca çocuk birikirdi...

Adamın adı Agop'tu. Doğma büyüme Dolapdereliydi, Şinoril'in en büyük oğlu... Kendisinden birkaç yaş küçük kardeşi hafiften kaçıktı, sonradan iyice azıttı, en sonunda da Bakırköy hastanesinde ölmüştü. Belki de genetikti, onda da azıcık yok değildi...

Gençliğinde manavlık yapardı... Karpuz, kavun satardı pazarlarda, ya da mahalle arasında. Anne Şinoril temizlikçiydi, temizliğe giderdi varsıl evlere. Agop, ilk gençliğinden itibaren yardım etmeye çalışırdı eve ama yine de evin hayırsız oğluydu. Şinoril ana sevmiyordu onu, bunu bilmek daha da hırçınlaştırıyordu genç Agop'u...

Askerlik yaşı geldiğinde hiç çekinmeksizin gitti. 1941'de hala askerdi, Akhisar'da ‘Amele taburu’nda çalışıyordu, yollarda taş kırma işinde... Bir yıl sonra Varlık Vergisi uygulandı. O hala taş kırıyordu... Olmayan mallarının vergisini ödüyordu taş kırarak, babası gibi. Babası ise Aşkale'ye gönderilmişti... Ve bu, uzun, çileli, neyin diyetini ödediklerini bile bilemedikleri kara günlerin ardından, eve döndükten üç gün sonra birdenbire ölüvermişti adamcağız. Geldiğinde bir tek siyah saç yoktu başında...

VASİLİKİ'NİN YOLUNDA

Yine de altından kalkabilmişti bu yılların... Zaten pek bir şeyi yoktu, hatta bir evleri bile... Belki hiçbir şeylerinin olmaması daha katlanılabilir bir şeydi. Yitirdiği ömründen çalınan 4-5 yıldı! Yeniden dönmüştü eski mahallesine. Gidecek başka yeri yoktu ki... Dünyada başka Anadolu yoktu ki...

Mahalleden bir arkadaşıyla birlikte yeniden manavlık yapmaya başladı, eh fena değildi kazancı. Ama tek başına bir adamdı, kendi cemaatinden çok mahalledeki fakir fukaraya yakındı, kazandığı hemen hemen tüm parayı bu insanlarla paylaşırdı. Küçük çocukların şekerci amcasıydı o. Büyüklerse ona Agop'tan çok Apo diye seslenirlerdi.

Bu günlerden birinde tanıştı Güzel Vasiliki ile. Her gün sokaktan, topuklu ayakkabıları, yüzünü yarıya kadar örten şapkasıyla hafif çalımlı geçerdi... Yüz vermezdi kimseye ama çatık kaşlı da değildi. Bir akşamüstü pat diye çıkıverdi Vasiliki'nin yoluna. Birbirlerine aşinaydılar. ‘‘Yardım edeyim madam, ağırdır çantanız’’ dedi, Vasiliki ‘‘İstemem teşekkür ederim’’ diye karşılık verdi. Ama yine de yürüdü onunla sokağına kadar..

Aradan epey zaman geçti. Vasiliki terzide çalışmaya devam ediyordu... Zaman zaman onu görüyordu sokakta, kahvede... Bir süre sonra Agop ardı ardına haber yollamaya başladı. Vasiliki düşündü; adam oldukça gençti, ona göre değildi, sanki biraz kabaydı, belki kaba demek uygun düşmezdi, sanki çalakalem yapılmış bir resim gibiydi, ince ayrıntıları unutulmuş. Ama her gün sokakta birilerine yardım ediyordu... Her gün çocuklara bir şeyler getiriyordu...

YARIN: VASİLİKİ'NİN EVLATLIĞI

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!