Şems olmasa buralardan çoktan gitmiştim

Güncelleme Tarihi:

Şems olmasa buralardan çoktan gitmiştim
Oluşturulma Tarihi: Şubat 15, 2009 00:00

Elif Şafak’ın mart başında çıkacak romanı Aşk’tan bir bölümü dün Hürriyet Cumartesi’de yayınlamıştık. Bugün ikinci bir bölüm veriyoruz. Bağdat’a, 29 Eylül 1243’e gidiyoruz, bir çömeze kulak veriyoruz.

Bana sorarsanız zaviyede derviş olmak kolay. Ne var ki bunda? Sabah akşam otur mır mır dua et, tespih çek, zikir çek. Çocuk oyuncağı! Esas zorluk çömez olmakta! Herkes dervişliğin zahmetlerinden dem vurur ama nedense kimse biz zavallı saliklerin çektiklerinden bahsetmez. Buraya geldim geleli it gibi çalışıyorum. Bazı günler o kadar yoruluyorum ki döşeğe düştüğümde kolumun bacağımın ağrısından uyuyamıyorum. Ama kimin umurunda? Kimseden ne bir teselli duydum, ne müşfik bir bakış gördüm. Ne kadar çalışırsam çalışayım bir türlü yaranamıyorum. İsmimi dahi bildiklerini sanmıyorum. "Cahil talip" diye sesleniyorlar bana, sanki adım sanım yokmuş gibi. Arkamdan da fısıldaşıyorlar: "Havuç kafalı gafil oğlan!"

Ama en kötüsü Aşçı Dede’nin emrinde mutfakta çalışmak! Göğüs kafesinde kalp yerine taş taşıyor adam. Dergáhta aşçı olacağına, savaşın kitabını yazmış Moğol Ordusu’na komutan olsa daha isabetli olurdu. Bir kerecik olsun ağzından tatlı bir söz çıktığını duysam, sağ kolumu keseceğim. Gülümsemeyi bildiğinden bile şüpheliyim.

Bir seferinde dayanamadım, meydancıya sordum. "Bu zaviyeye gelen tüm çömezler merasim hırkası giydirilmeden evvel benim gibi Aşçı Dede’nin zorlu imtihanına tábi tutulur mu?"

Meydancı müstehzi bir edayla gülümsedi. "Hepsi değil evlat, yalnızca katır kutur ham olanlar" dedi.

Katır kutur ham olanlar ha, öyle mi? Neden diğer çömezlerden daha çok çile çekecekmişim? Nefsim onlarınkinden daha mı büyük, daha mı kötü yani?

Her sabah en erken ben kalkıyorum; dereden kova kova su taşıyorum. Sonra ocağı yakıyor, yüzüm gözüm is içinde kalana dek ekmek pişiriyorum. Kahvaltıda içilen çorbayı hazırlamak gene benim vazifem. Kolay değil, elli kişilik kazanlarda pişiyor her şey. İçine beş kişi girer rahat rahat yıkanır, öyle devasa. Ya sonrasında kim yıkar, ovalar kazanları? Gene ben tabii ki! Bulaşıkçı da benim burada, temizlikçi de, çamaşırcı da. Gün doğumundan gün batımına durmadan emir yağdırıyor Aşçı Dede:

Havuç kafa, yerleri sil! Tezgáhları parlat! Merdivenleri temizle! Avluyu süpür! Git odun kes! Ahşapları cilala! Tencereleri kalayla! Reçel kaynat, acı sos hazırla. Hıyar, patlıcan doğra, ezme yap, turşu doldur -aman tuzu ne eksik ne fazla olsun, suyun üstünde bir yumurta durabilecek kadar olsa yeter. Her şeyi tam istediği gibi yapmazsam Aşçı Dede cinnet geçirir, çanak çömlek eline ne geçerse kafama atar. Haydi, işin yoksa sil baştan.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi, eksiksiz her işte, dua üstüne dua okumamı emreder. Yüksek sesle okurum ki, Aşçı Dede beni daha rahat denetlesin. Bir kelime atlayacak olursam vay hálime, canıma okur. İşte ben böylece, her Allah’ın günü bir yandan dua ezberler, bir yandan harıl harıl çalışırım.

Mutfaktaki zorlukları yenersem, bu yolda daha çabuk olgunlaşırmışım! Böyle diyor Aşçı Dede. "Hiç etrafında ateş olmazsa kaynar mı kazan? Pişebilir mi nohut? Sen de aynen öyle, ateşin içinde oflaya poflaya, kaynaya kaynaya pişeceksin elbet!"

Lafa bak! Nohut muyum ben? Bir keresinde dayanamadım, soruverdim: "İyi de ne zamana kadar sürecek bu ateşten imtihan?"

"Binbir gün binbir gece" demez mi gaddar adam! Ardından da pişkin pişkin ekledi: "Masallardaki Şehrazat her gece başka bir öykü uydurabildiyse, sen de onun kadar dayanabilirsin herhálde."

Kafayı yemiş bu adam! Benim şu perişan hálimle o çenesi düşük Şehrazat arasında ne tür bir benzerlik olabilir ki? Hanımefendinin tek yaptığı kadife yastıklara, atlas yorganlara yaslanıp bacak bacak üstüne atmak ve bir eliyle zalim hükümdara hurma, incir, üzüm yedirirken bir yandan çılgın hikáyeler uydurmak! Bunun neresi zor Allah aşkına? Gelsin benim çektiğim eziyetlerin yarısına katlansın, değil binbir gece, bakalım bir hafta dayanabiliyor mu?

İmtihanım bitmesine çok var daha. Sayan var mı bilmiyorum ama ben her gün bir çentik atıyorum duvara: Şafak altı yüz yirmi dört!

Bu zaviyedeki ilk kırk günümü ufacık, basık ve karanlık bir hücrede geçirdim. Ne yayılabilir, ne doğrulabilirsin. Ne sağına ne soluna dönebilirsin. Sürekli dizüstü hazır vaziyette oturmak durumundasın. Sıkı sıkı tembihlediler: Olur da karanlıktan korkarsan, açlıktan miden kazınırsa, ya da maazallah, ıslak rüyalar görür bir kadın vücudu arzularsan, hemen tavandaki çanı çal, manevi destek ara!

Kırk gün kaldım o hücrede. Bir kez olsun çanı çalmadım. Aklıma fena fikirler gelmediğinden değil, Allah biliyor ya sürüsüyle geldi ama o daracık yerde sıkışmış, serçe parmağımı dahi kıpırdatamazken azıcık fena fikirden kime zarar gelir ki?

Çilehaneden kurtulunca bu kez de Sertarik geldi, "eti senin, kemiği benim" diyerek Aşçı Dede’ye teslim etti beni. Meğer mutfakta çekilen çile en beteriymiş. Gene de, ne kadar garez edersem edeyim, aşçının kaidelerinden dışarı hiç çıkmadım, ta ki Şems-i Tebrizi gelene dek. Onun geldiği gece mutfaktan sıvıştım diye Aşçı Dede feci bir dayak attı. Sırtımda sıra sıra kızılcık sopaları kırdı. Sonra ayakkabılarımı aldı, uçları dışarı bakacak şekilde kapının önüne koydu. Böylece tekke adabına uygun biçimde "evlat, gitme vaktin geldi" diyordu.

"Eğer gönlün emin değilse, boş yere kendini de yorma, beni de" diye ters ters buyurdu Aşçı Dede. "Dere eşeğin ayağına gelmez. Su içmek isteyen eşek kendisi dereye gider, unutma. Tasavvuf da derya deniz sudur kana kana içmek isteyene!" Bu durumda ben de eşek oluyorum tabii.





İşin doğrusu, Şems-i Tebrizi olmasa çoktan buralardan gitmiştim. Bu gezgin derviş öyle acayibime gidiyor ki, sırf ona olan merakımdan zaviyeye demir attım. Daha evvel hiç böyle bir abdal görmemiştim. Kimseden korkusu yok, kimselere boyun eğmiyor. Aşçı Dede bile ona hürmet ediyor. Ben de içimden karar verdim: Bundan böyle ibret alacağım kişi, Şems olacak. Cazibesi, sivri dili, serkeşliği, asi mizacıyla o olmalı benim mürşidim. Bizim yaşlı, uyuşuk pir efendi değil.

Evet, Şems-i Tebrizi benim kahramanım. Onu gördükten sonra kendi kendime dedim ki "ne demeye munis bir derviş olacağım. Şayet onun yanında feyiz alacak kadar kalırsam, ben de Şems gibi gözüpek, isyankár olurum." Böyle dedim ve güz gelip de Şems’in temelli gideceğini anlayınca, ben de onun peşinden Konya’ya gitmeye karar verdim.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!