Bana en çok benzeyen filmim bu...

Güncelleme Tarihi:

Bana en çok benzeyen  filmim bu...
Oluşturulma Tarihi: Kasım 24, 2018 08:30

Yine sıradışı bir Onur Ünlü filmi olan ‘Put Şeylere’ gösterimde. Ünlü’nün zaman ve mekânla oynadığı film, Cihangir’de yaşayan bir grup sanatçı arasında geçiyor. Ekibin zaten karmaşık olan ilişkileri, hayatlarına giren bir el kamerasıyla iyice garip bir hal alıyor. Tüm kadınların âşık olduğu narsisist bir yönetmen, birbirlerine kabloyla bağlı iki ev arkadaşı, aynı zamanda morg olan bir tiyatro sahnesi, ölüleri dirilten bir hemşire filmin kahramanlarından bazıları... Yönetmenle onun ve filmin dünyasına daldık...

Haberin Devamı

Afişinde “Her şey hakkında. Hiçbir şey hakkında. Her şey hakkında” diye yazıyor ‘Put Şeylere’nin. İnsanın kafası karışıyor...
- Filmin başına ya da afişe yazılan hiçbir cümle filmi tam olarak anlatamaz. Anlatabilseydi sadece o lafı söylerdik, filmi yapmazdık. Ama filmin nasıl bir şey olacağıyla, seyircinin içeride neyle karşılaşacağıyla, başına neler geleceğiyle ilgili bir his verir. Kapalı bir bina düşünelim, o binanın kapısında ‘morg’ yazıyorsa içeri girdiğinizde pasta yiyeceğinizi düşünmezsiniz. Pastane yazan yerde pasta olur, morg yazan yerde ölü olur. Afişte “Her şey hakkında. Hiçbir şey hakkında. Her şey hakkında” yazıyorsa bu film her şey hakkında, hiçbir şey hakkında ve her şey hakkındadır!
 Az önce “Bir binanın kapısında morg yazıyorsa içeride pastaneyle karşılaşmazsınız” dediniz. Ama filmde morg var ve o morg aynı zamanda tiyatro sahnesi...
- Ama pastane değil!
Size ‘Put Şeylere’yi yazdıran ve filmi çektiren motivasyon neydi?
- O bir ruh hali. Şöyle bir ruh hali; ben yönetmenlik yapıyorum, yazarlıktan ve yönetmenlikten ekmek yiyorum, evet. Fakat ben de mümkün olduğunca okumaya, düşünmeye çalışıyorum ve sürekli fikri, zihni, duygusal haller içindeyim. O haller zaman zaman bazı birikmeler yaratıyor, onların da bir şekilde dışa atılması gerekiyor. Bu film aslında kafamda son zamanlarda çevirdiğim bazı şeylerin karadelik yoğunluğuyla bir araya gelip patlaması gibi düşünülebilir. Bu film öncesinde özellikle ontolojiyle (varlık felsefesi) ilgili şeyler üzerine düşünmüştüm, her zamankinden fazla felsefe okumaları yapmıştım. Biraz o zamandan biriken şeyler açığa çıktı. Ama bunun dışında tabii ki günlük kaygılarım, film yapmanın ne olduğu ne olmadığı, bir filmin neye rağmen yapıldığı yapılmadığı... Film yapma üzerine, sinemanın kendisi üzerine düşündüğüm şeylerin sonucu...
Yönetmen Onur Ünlü’nün kendisiyle hesaplaşması mı?
- Evet, hesaplaşma da diyebiliriz, bir çeşit içe bakış da... Bazı şeyleri anlıyorum, bazı şeyleri anlayamıyorum. Filmde de anladığım şeyler daha rahat anlaşılıyor, benim de anlayamadığım şeyler daha muğlak kalıyor doğal olarak.
‘Filmi anlayamayanlar üzülmesin, benim de anlayamadığım yerler var’ diyorsunuz yani!
- Bence anlayanlar üzülsün hatta!

Bana en çok benzeyen  filmim bu...


Aklına bu soru gelmiş
ilk sivri zekâlı ben değilim
 Zaman ve mekânla oynadığınız, belli bir hikâye takip etmenin güç olduğu bir film ‘Put Şeylere’. Diğer yandan tuhaf bir çekiciliği var; seyir zevki yüksek, komik... Bana biraz şiir hissi verdi, “Kamerayla yazılmış şiir” diyesim geliyor, ne dersiniz?
- Eyvallah. İki şey söyleyebilirim. Birincisi; bir çeşit şiir dramaturgisi gibi çalıştık. Var olan dramaturginin sıkıştığı noktalarda onu nasıl rahatlatabiliriz, nasıl açılımlar getirebiliriz, neyi nereden çekip nereye koyarsak ne olur gibi durumlar üzerine düşündüm ve onlarla ilgili şeyler yapmaya çalıştım. İkincisi de; bu en kişisel filmim, evet ama galiba bana en çok benzeyen filmim aynı zamanda. Kendime benzetiyorum filmi, oradaki bir karakteri falan değil; bir varlık olarak filmi kendime benzetiyorum.
Bir festival söyleşisinde filmi anlamlandırmakta zorlanan seyircilere, “Anlamaya çalışmayın, ‘an’a odaklanın ve duygularınızı harekete geçirin” gibi şeyler söylemiştiniz. Bu ‘duygu’ meselesi sizin bu filmle başlattığınız ‘Mor Koyun’ hareketinin de ana unsurlarından biri mi?
- ‘Mor Koyun’ hareketi dediğim şey basitçe şöyle: Bir filmde hikâye anlatma yönteminin, tekniğinin ve demin dediğim gibi dramaturginin çeşitli alanlardan kısıldığını, kıstırıldığını ve bir döngüye girdiğini düşünüyorum. Bundan yaklaşık 24 yüzyıl önce Aristoteles tarafından teorisi kurulmuş dramaturgi nerelerinden, nasıl açılabilir? Çünkü Aristo fiziği yüzlerce yıl insanlığa ışık tuttu ama tarihe karıştı, onun ontolojisi tarihe karıştı. Bu, dramaturgide neden böyle olmasın? Benzer şeyler daha önce yapıldı; Brecht’ler bunu yaptılar, var olan Aristo dramaturgisini çeşitli yerlerden kırmaya çalıştılar. Ben o kadar iddialı bir şeyden bahsetmiyorum fakat çeşitli soluklar aldırılabilir bir alan yaratmaya çalışıyorum. Einstein fiziğinin bile çeşitli açılardan tehdit altında olduğu bugün, 2 bin 400 senelik dramaturgi kurallarıyla ilgili düşünmenin vakti gelmedi mi? Ben büyük bir iddiadan, bir devrimden bahsetmiyorum, böyle anlaşılmamalı. Ben sadece soruyu sordum ve “Ben böyle düşündüm, siz ne dersiniz” diyorum. Denebilir ki, biz böyle düşünmüyoruz. Eyvallah. Aklına bu soru gelmiş ilk sivri zekâlı ben değilim. Ben de başka şeyler deniyorum. Hep söylüyorum, bu ölüm fikrini teknik olarak bertaraf ettiğimiz zaman, dramatik yapıdan ölüm fikrini çıkardığımız zaman, bir insanın öldüğü halde orada olmaya devam etmesi...
Evet, filmde sürekli tekrarlanan bir cümle var, “Bir insan öldüğü zaman ölmez, unutulduğu zaman ölür” diye...
- Şu anda bilimsel olarak bir molekülün aynı anda iki ayrı yerde olduğu ispatlanmış durumda. Bu, dehşetli ve sarsıcı bir şey. Bu sarsılmayı anlatmak için elimizdeki 2 bin 400 senelik dramaturgi kime yetiyor bilmiyorum ama bana yetmiyor. Ben de yollar arıyorum. Belki de kör bir noktaya gireceğim ve diyeceğim ki, “Henüz o vakit gelmemiş ya da ben bunu yapabilecek kişi değilim”. Bunun böyle olduğunu anladığımda söylerim. Şu anda bunu araştırıyorum. Kimseye de bir şey demiyorum. Çünkü insanlar şiddetli şekilde üzerlerine alınıyorlar.
Bana en çok benzeyen  filmim bu...


Çok tatlı olduğum için oyuncular
gelip yanaklarımı sıkıyor!
Sinemanın yaratıcılık krizinde olduğunu düşünüyorsunuz...
- Evet, sinemanın 90’ların sonundan beri bir krizde olduğu konuşulur. Ama daha öncesinde olduğu gibi aynı filmler yapılır durur bir yandan. Çünkü filme para harcarsın. Bu filme de para harcadım ve biliyorum ki bu para geri gelmeyecek. Bunu bile bile film yapmaya devam ediyorum. Bundan dolayı da kimseden bir destek beklemiyorum, bu yanlış anlaşılmasın. N’olur filmime gelin de bir film yapayım; hayır, yok öyle bir şey, seviyorsan gel, sevmiyorsan gelme. Benim arkadaşlarım var ve onlar sayesinde yapabiliyorum bunu. Biz ne yaptığımızı biliyoruz, bilerek risk alıyoruz ve bunun sonucuna da katlanıyoruz. Kesinlikle bir film Türk filmi diye de desteklemeyin. Filmi seviyorsanız, bir şekilde ikna olmuşsanız gidin. Çünkü yanlışlıkla 2 milyon kişi birden giderse çok para kazanacağım. O zaman dönüp kimseye para vermeyeceğim. Dolayısıyla şimdi de kimseden para isteyemem.
Cihangir’de bir grup sanatçı arasında geçen filmin merkezinde de tüm kadınların âşık olduğu narsisist bir yönetmen var. Bu siz misiniz?
- Hayır, o yönetmen ben değilim. Erkan Kolçak Köstendil öyle iyi oynadı ki o karakteri... Nefret ediyorum o karakterden. O kadar düşündüğüm gibi gıcık bir karakter çıkardı ki sağ olsun. Bu arada bütün oyuncular çok iyilerdi. Her zamanki gibi çok iyi oyuncularla çalıştım. Her zamanki gibi çok gururluyum ve kendimi çok şanslı hissediyorum.
İstanbul Film Festivali’ndeki söyleşide Türkü Turan, “Onur akşam senaryoyu gönderdi, okudum, hiçbir şey anlamadım, sabah evet dedim” demişti. Sizden gelen bir senaryoyu sorgusuz kabul ediyor pek çok oyuncu. Bu güveni nasıl sağlıyorsunuz?
- Bunu hep söylerim; oyuncu oynamak ister ve onun analitik olarak anlamaya ihtiyacı yoktur. İyi oyuncunun sezgileri kuvvetlidir ve anlamaktan ziyade metni sezer. O sezgiyi performansa dönüştürürken analitik bir zihin elbette kullanır fakat asıl olarak hareket ettiği, tahrik olduğu şey sezgileridir.
Oyuncuların size güveninde kişilik özellikleriniz de etkili mi?
- Olabilir. Çok tatlı olduğum için gelip yanaklarımı sıkıyorlar! Beni seviyorlar, gelip sarılıyorlar bana. Oyuncular beni sever, ben de oyuncularımı severim. Çünkü onlar rahat çalışırlar, özgür olurlar. Gerçekten genel olarak benim karakterlerim alışıldık karakterlerden farklıdır. Oyuncular büyük ihtimalle böyle bir karakterle bir daha karşılaşmayacağım diye düşünüyor ve kaçırmak istemiyor. Birçok oyuncu bunu bana söyledi.

Haberin Devamı

Putları kıra kıra
ilerlemeye çalışıyoruz
 Kırdığınız putlarınız var mı?
- Şudur budur demeyeceğim ama put kırmakla geçiyor günümüz. Her yanımız putlarla dolu. Onları kıra kıra ilerlemeye çalışıyoruz...
 İnsan eti yemek gibi, ensest gibi birçok sarsıcı şey var filmde...
- İnsanlar sanki bütün bunları özellikle bir araya toplamışım gibi düşünüyor. Değil. Ama şöyle; zihnimin en karanlık, en pis dehlizlerine girdim. Kendimin de en çirkin taraflarıyla uğraştım ve sezgisel bir şekilde tuhaf yerlere girip çıktım. Ve onun için bir sürü, toplumsal olarak ahlaksız denilebilecek konuyla uğraşmış oldum. Aslında filmin ismine de bu düştü. Bir fikirle ilgili düşünmeye başladığında, bir şeye yoğunlaştığında geliyor devamı. Bilinçdışındaki ilginç fikirler de onun etrafına toplanmaya başlıyor. Bir çocuk filmi tasarlasaydım kim bilir o zaman neler toplanacaktı kafamda...

Haberin Devamı

Seyirciyle aramdaki, tipik bir aşk-nefret ilişkisi
 Azımsanamayacak bir hayran kitleniz var. Ankara Film Festivali’ndeki söyleşide bir seyirci ‘İtirazım Var’dan sonraki bütün filmlerinizden nefret ettiğini ama hepsini izlediğini söylemişti. Seyircilerinizle nasıl bir ilişkiniz var?
- Tipik bir aşk-nefret ilişkisi... Benden onlara doğru bir nefret tabii ki yok, estağfurullah. Onlar beni seviyorlar ama zaman zaman yaptıklarımı sevmiyorlar; fakat birçoğu beni gerçekten sevdiği için ilgili. Bunu yoğun şekilde hissediyorum. Sağ olsunlar beni çok seviyorlar ama yaptığım şeyleri bazen kafalarındaki ‘ben’le örtüştüremediklerinden, o sevgi tuhaf bir şekilde nefrete dönüşüyor. Fakat bir süre sonra o şeyin etkisi geçiyor ve geriye bana olan sevgileri kalıyor yine. Sağ olsunlar bırakmıyorlar, gitmiyorlar. Tamamen kopup gidenler de vardır elbette ama genel olarak “Onur Abi bunu bize yapmayacaktın, sen bunu nasıl yaparsın, niye böyle bir şey yaptın” şeklinde eleştiriyorlar ve bunu tabii ki ciddiye alıyorum. Çünkü ben kendi filmime ve kendi içime kapanıp yeterince rasyonel bir mesafeden bakamadığımda, onlar doğal olarak dışarıda oldukları için bazen çok güzel şeyler söylüyorlar ve bu bana gerçekten yardımcı oluyor.
Bir fantastik film, bir okul,
bir komedi dizisi ve bir kitap yolda
Bir zaman makinesi filmi üzerine çalışıyorum, adı ‘Ölürsem Yaşayamam’; biraz fantastik bir film olacak. Benim hep fantastik film yaptığımı söylerler ama hiç yapmadım, bu sefer gerçekten fantastik olacak. Ayrıca Funda Alp’le bir film okulu üzerinde çalışıyoruz, senaryo dersleriyle başlayacağız. Aralıkta kayıt alır, ocakta da derslere başlarız diye planlıyoruz. Çok değerli senarist Gül Abus Semerci ve önemli romancılarımızdan Murat Menteş de işin içinde olacak. Başka yönetmen ve yazar arkadaşlarla da görüşüyoruz. İddialıyız, samimiyetle söylüyorum, yolun başında olsaydım bu dersleri kaçırmazdım. Televizyon için bir mahalle komedisi hazırlıyorum, adı ‘Ferhat ile Şirin’. Ayrıca roman üzerinde çalışıyorum, 14 yaşında bir kız çocuğunun hikâyesi. Adı ‘Kız Çocuğu’, dört bölüm kaldı, sanıyorum şubatta çıkmış olur Sel Yayınları’ndan.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!