Güncelleme Tarihi:
Aynı yaşadığım her olayda özlemle andığım sevgili babamın, bundan 36 yıl önce bir 12 Eylül sabahı “Ben gazeteye gidiyorum” diyerek evden çıkışı gibiydi.
Gazeteye doğru ilerlerken, 1980’de 11 yaşındayken yaşadığım ve unutamadığım “Babam eve dönmeyecek mi” korkusuyla bugün 12 yaşında olan oğlumu düşünüyordum... Gazeteye ulaştığımda, gece servisindeki arkadaşlar ve gelmeyi başarabilenlerle koyulduk işe. Haberler ve fotoğraf yağmur gibi akıyor, karşımızdaki ekranlarda gördüğümüz her kare bizi dehşete düşürüyordu.
Gazeteyi yetiştirme telaşıyla su gibi akan saatler 03.20’yi gösterdiğinde 20 dakikalık kâbus başladı.
TEPEMİZDE HELİKOPTER
İlk 2 dakika içinde bizi irkilten üç ses duyduk. İlki gazete binasının üzerine asker indirmeyi deneyip sonra otoparka inen helikopterin dehşet veren gürültüsüydü. İkincisi bir el kurşun sesiydi (Yüzbaşının kapıdaki güvenlikçi arkadaşlara kapıyı açtırmak için havaya sıktığını sonradan kameralardan izledik. O kurşunun içeri giren askerlerin tansiyonunu çok artırdığı belliydi). Üçüncüsü ise danışmadaki turnikelerden giren bir yüzbaşı ve 5 askerin “Herkes ellerini kaldırsın, aşağıya gelsin” diye yüksek desibeldeki bağırışlarıydı.
Bir süre yerimizden oynamadık. Aşağıdaki güvenlikçi arkadaşlarımıza silah doğrultmalarını, onları kontrol altına alma çabalarını şaşkınlık ve çaresizlikle izledik. Sonra bizden ellerimiz havada aşağıya inmemizi istediler. Birinci katta onların yanından çıkan bir arkadaşımız “Vur emirleri var, aşağıya inmemiz gerekiyor” diyerek uyardı bizi.
Toplu halde birinci kattan zemin kata inerken, Hürriyet Daily News Yayın Yönetmeni Murat Yetkin’in yanlarına indiğini gördüm. Yüzbaşıyla konuşmaya başladılar. Biz oraya vardığımızda arkadaki askerler tuhaf şekilde yeniden bağırıp çağırmaya başladı. Silahları indirmelerini istedik, yüzbaşı emir verdi, indirdiler. Ancak biraz zaman geçince tekrar bağıra çağıra kaldırdıkları oluyordu. Oradan yemekhanenin bulunduğu eksi birinci kata indik ama çok kısa kalıp tekrar zemin kata çıktık.
“Biz gazete yapıyoruz, görevimiz var, gazete basmayalım mı?” sorusuna yüzbaşı, “Basacaksınız ama bir süre bizim dediklerimizi yapacaksınız” diye karşılık verdi.
Bu arada yayınını kesmek için geldikleri hurriyet.com.tr’de çoktan kendileri haber olmuş, milyonlarca kez tıklanmışlardı bile.
Bu arada komutanın ve askerlerin halleri bana başından beri tuhaf göründü. Aralarında bir güven ilişkisi var gibi görünmüyordu. Bir askerin çok terlediğini ve titrediğini fark edip kaygılandım. Tir tir titreyen parmağı, zaman zaman önündeki onlarca kişiye doğrulttuğu silahın tetiğinde duruyordu çünkü...
Yüzbaşı dışındaki askerlerin Hürriyet binasına niçin geldiklerini tam bilmiyor gibi bir halleri de vardı. Arada bir “Burada komutan da benim, emirleri de ben veririm” diye çıkışan yüzbaşı bir yandan bizi toplamaya, diğer yandan askerlerine hâkim olmaya çalışıyordu. Sanki onların kendisine bir terslik yapmasından da çekiniyordu (Polis binaya girer girmez askerlerin hepsinin teslim olup, yüzbaşının bir süre çatışması da bu gözlemi doğruluyor).
Kapının girişinde beklerken en büyük sıkıntı cep telefonları oldu. Cebimde titreşime aldığım telefonum aralıksız çalıyor, kimin aradığına bakıyor ancak açamıyordum. Sadece eşim aradığında bir saniyeliğine açıp, “Konuşamıyorum, seni ararım” diyebildim. Aramızda bazıları telefonu açtığında askerler “Telefon yok, kapatın” diye yine bas bas bağırıyordu. İnsanların elini cebine götürmesinden hiç hoşlanmıyorlardı anlaşılan.
KAPKARANLIK SANİYELER
Tüm bunlar yaşanırken gecenin en zor saniyeleri geldi. Binanın tüm elektriği bir anda kesildi. Büyük bir şaşkınlık yaşadık. Elektriği kimin kestirdiğini çözemedik ve acaba polis operasyonu mu başlıyor diye düşündük. Derken kısa süre sonra tüm ışıklar yine yandı, bu kez de askerler şaşkınlık yaşadı. Binanın jeneratörü devreye girmişti. Bir daha da karanlıkta kalmadık.
Kısa süre sonra binadan çıkabileceğimizi söylediler. Grup halinde küçük kapıdan açık havaya çıkıyorduk. Adımımı attığım anda “Askeeer” diye metalik bir ses duydum. Ne olduğunu kapıdaki polis aracını görünce anladım. Polis kapıya gelmiş, operasyona hazırlanıyordu.
Kendimizi önce şaşkınlık içinde binanın yan bahçesine, oradan da dışarı attık. Kapının dışında askerlere müdahale etmeye gelmiş binlerce kişi vardı. Bizim binadan gelen kurşun seslerinin duyulmasıyla birlikte ortam iyice, filmlerde insanların bilinçsizce sağa sola koşturduğu sahnelere dönüştü.
BİBER GAZI KOKUSU
Operasyon tamamlanıp, yıldırım baskı yapabiliriz umuduyla gazeteye döndüğümüzde gün aydınlanmıştı. Polisin attığı biber gazının etkisi sürdüğü için gözlerimizden yaşlar akıyordu.
Şimdi yaşadıklarımızı düşündüğümde “Herkes çok soğukkanlıydı. Aslında o an fark edemesek de ciddi tehlike atlatmışız, başımıza çok kötü şeyler gelebilirdi. Neyse geçti” falan diyorum. Ama 16 yıldır her gün sadece gazete yapma heyecanıyla girdiğimiz bu binanın kapısında ‘silah namlularını gördüğüm an’ gözümün önüne gelince fena midem bulanıyor...