Sıcak yazda serin Dublin

Güncelleme Tarihi:

Sıcak yazda serin Dublin
Oluşturulma Tarihi: Haziran 11, 2012 00:00

Sıcakla aram oldum olası iyi değil. Yazın hep serine kaçmak isterim. Sıcak günlerde beni ararsanız, serin kentlerde, dağlarda, yaylalarda, rüzgarla oynaşırken bulabilirsiniz. Onun için, bu aylarda ya kış başlangıcını yaşayan güney yarım küreye ya da Avrupa’nın kuzey ülkelerine giderim. Özellikle kuzeyin bitmek bilmeyen gündüzleri çok hoşuma gider, zamanı şaşırırım, şaşırdıkça da mutlu olurum.

Haberin Devamı

Bu yazın başlangıcında Dublin’e gittim. Bu üçüncü gidişimdi. Aslında kenti sevdiğimi söyleyemem. Üstünden ayrılmayan gri bulutlar, ne zaman yağacağı belli olmayan yağmur, gri-kara binaların silueti ruhumu sıkar. Bu kurşini binaların kapıları rengarenktir: Sarı, mor, yeşil, kırmızı, pembe... Nedeni şöyle anlatılır: Kraliçe Viktorya 1902’de ölünce, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun merkezi Londra’dan, dünyanın dört bir yanına haber salınıp, yas nedeniyle bütün evlerin kapılarının siyaha boyanması istenir. Bu emre bir tek ‘yaramaz çocuk’ İrlanda karşı çıkar. “Biz İngiltere’nin kraliçesi için yas tutmayız” diyerek, inadına tüm kapıları rengarenk boyarlar...
James Joyce’un da benim gibi Dublin’i pek sevmediğini bilirim. Ünlü yazarın, “Dublinliler”deki kahramanı Chandler, hikayede, sokakların donuk zarafetsizliğinden yakınıp durur. Başarıya ulaşmak için bu kentten gitmek gerektiğini söyler kendi kendine. “Dublin’de hiçbir şey yapamazsın” diye yakınır. Nehrin aşağısındaki bodur, zavallı evlere acır. Aklında fikrinde hep Londra vardır. Aslında Joyce, Chandler’in ağzından kendi sıkıntılarını dillendirir.
Bu bu can sıkıcı kentin yine de beni çeken birkaç yanı vardır. Örneğin yazarları.
“Neden dünyanın en önde gelen yazarları Dublin’den çıkmıştır” sorusunun yanıtını hep arayıp durdum. Sorduklarımdan doğru yanıtı alamadım. Örneğin İngiliz dili ve edebiyatı uzmanı arkadaşımın yanıtı kısaydı: “Onlar büyük eserlerini Dublin dışında yazdı.” Dublin Yazarlar Müzesi’nde de her hangi bir ipucuna rastlanmaz.
Her gelişimde kendime sorarım: Çağdaş edebiyatın büyük ustası James Joyce, romanlarını yazarken benim duyduğum çanları duymuş muydu? Çünkü bu kilisenin çanları tam 300 yıldır çalıyor. Veya yazmaktan bunalıp St. Stephan Parkı’nda, at kestanelerinin gölgesinde, benim oturduğum banka oturup, geleni geçeni seyretmiş miydi?.. Güzel söz avcısı Oscar Wilde, Dublin Üniversitesi’ne benim girdiğim kapıdan mı giriyordu? İrlanda’nın kaderini değiştirebilecek bir ulusal birlik yaratabilmek için kendini edebiyata ve tiyatroya adayan Yeats, Abbey Tiyatrosu’ndaki oyunu yönetmeye gelirken, köşedeki bara uğrayıp, benim gibi simsiyah Guinness birasından yuvarlıyor muydu?
Drakula ile bütün dünyanın uykusunu kaçıran Bram Stoker, Transilvanyalı vampiri Dublin Şatosu’nun karanlık koridorlarında mı kurgulamıştı? Bahçesinde oturduğum Trinity Kolej’in sırrı neydi ki, öğrencilerinin bir çoğunu bütün dünya tanıyordu. Örneğin İrlandalı milliyetçilerin gözünde bir kahraman olan şair, yazar, besteci Thomas Moore, benim oturduğum okul bahçesinde gezinirken, bir gün Byron’ın el yazmalarını yakmak zorunda kalacağını biliyor muydu?
Trinity Koleji’nin bir başka ünlü öğrencisi Samuel Beckett’ti. Liffey Irmağı kıyısındaki yolda yürürken hep Beckett’i düşündüm. Çünkü o da Fransızca dersi vermek için koleje aynı yoldan geliyordu. Belki de “Godot’yu Beklerken”i bu yolda kurgulamıştı.
Çağdaş edebiyatın en önemli yazarı James Joyce, düz yazı ve şiir ustası Oscar Wilde, tüm yaşamını edebiyata ve şiire adayan Yeats, Drakula’yı yaratan Bram Stoker, şair, yazar, besteci ve kahraman Thomas Moore, Godot’nun yaratıcısı Samuel Becket, isyankar yazar Brendan Behan, Nobelli aforizma ustası Bernard Shaw, tüm dünyayı Güliver’in peşine takan Jonathan Swift, kitapları Türkiye’de de kapış kapış satılan Maeve Binchy ve Glenn Meade, adını unuttuğum veya bilmediğim diğerleri... Hepsi Dublinli’ydi... Bu kentin bir sırrı olmalıydı ve ben bu sırrı önünde sonunda öğrenecektim.

Haberin Devamı

HER EVİN ALTINDA BİR PUB
 
Dublin’de pubların çokluğu sizi şaşırtır. Neredeyse her köşe başında bir pub var. Bir zamanlar kentteki binaların üçte birinin pub olduğunu öne sürenler bile bulunuyor. Tüm İrlanda’da tam 11 bin pub olduğu söyleniyor. Bunun sadece 1650 tanesi Kuzey İrlanda’da. Dublin’de ise restoran ve pub sayısı yaklaşık 7 bin. Dublinliler içki içmeyi çok seviyor. Hatta sabah erkenden, gecenin geç saatlerine kadar pub’lar dolup taşıyor. Sadece içki içilmiyor, en ateşli politik tartışmalar burada yapılıyor, maç seyrediliyor, müzik dinleniyor, yemek yeniyor. Koyu sohbet yüzünden içkinin ucu kaçıyor. Bu yüzden de sabahları ayılmakta epey zorluk çekiyorlar.
Pub açmak için konumunun önemi yok. Kilise müştemilatı, karakol uzantısı, cenaze evinin alt katı olabilir. Dublinlilerin içerken manzara seyretme takıntısı yok. Dirsek dayanacak bir tezgah yeterli.
İrlanda’nın en eski barı Grace Neill, High Street’te 1611’de kurulmuş. Onu 1668’de Lower Bridge’te açılan Brazenhead izlemiş.
Oldum olası İrlanda pub’larının hayranıyım. Dünyanın neresine gidersem gideyim, mutlaka bir İrlanda pub’ı bulur, tezgahına yaslanıp, siyah bira eşliğinde günün yorgunluğunu temizlemeye çalışırım. Gördüm ki, publar geçmişte olduğu gibi bugün de ülkenin vazgeçilmez sığınağı. Geçmişte tek başına içenler için deri perdeli küçük bölmeler varmış. Müşteri, viskisiyle ve acısıyla, inancıyla ve inançsızlığıyla baş başa kalabilmek için kendini buraya kapatırmış. Viskinin acı ve rahatlatıcı tadına sığınır, sorunlarına çözüm ararmış.
16 Haziran, Dublin pubları için önemli bir gün. O gün Dublinliler, James Joyce’un Ullyses adlı romanının kahramanı Leopold Bloom’un romandaki rotasını izliyor. O dönemin giysileri içinde geçit töreni düzenliyor. Yürüyüş Bloom’un yaptığı gibi Davy Byrne’ın barında, Gorgonzola peyniri eşliğinde Burgondy içerek sona eriyor. Tabii bu kutlama tüm pubların işine yarıyor ve o gün her taraf tıklım tıklım doluyor.
Tahmin edileceği gibi, Dublin’de kaldığım süre içinde gecelerimin çoğunu, Temple ve Merrion Row sokaklarındaki pub’larda geçirdim. Kırmızı yüzlü kalabalıklara omuz verip, anlamadığım sohbetlerine kulak kabarttım. En çok Merrion Row’daki O’Donaghue’s adlı pub’ta, bir yandan kalabalıkları yarıp dayanacak bir köşe bulmaya çalıştım, bir yandan da müşterilerin oluşturduğu orkestranın, bardak seslerine karışan ezgilerini dinlemeye çalıştım. Bu bara amatör müzisyenler çalgılarını alıp geliyor, pencere kenarındaki yuvarlak bir masaya oturuyordu. Tek başına veya ikili üçlü gruplar halinde İrlanda ezgileri çalan bu müzisyenler, müşterilerin ısmarladığı içkilerle yetiniyorlardı. Ben de o masaya, bir kaç kadeh içki gönderdim.

Haberin Devamı

VİSKİYİ İLK KİM YAPTI

Viskiyi önce İskoçlar mı, yoksa İrlandalılar mı damıtmıştı? Bu soru, iki ülke arasında bitmez tükenmez tartışma nedeni. İkisi de iddialı. Dünyanın ruhsatlı en eski damıtım evinin Kuzey İrlanda’da, 1608’de yapılan Old Bushmills olması, ibreyi İrlanda’ya çeviriyor.
Dublin’de kaldığım sürede, günün çeşitli saatlerinde, biranın yanı sıra İrlanda’nın ünlü viskilerinin de tadına baktım. Öncelikle belirtmeliyim: İrlanda’da bizim gibi “vakti kerahat” yani “içki zamanı” diye bir kavram yok. Günün her saatinde içilebiliyor. “Şişenin dibini” bulmadan da kimse evine gitmiyor. Onun için Böll’ün dediği gibi, İrlandalılar sabah 07.00 ile 10.00 arasında tüm soruları tek kelimeyle yanıtlıyor: “sorry.” Böylesine içki sever bir millet.

Haberin Devamı

VİSKİSİNE SU KOYMA İRLANDALI’YI ÇILDIRTMA

Ünlü viski yazarı Michael Jackson, İrlanda viskisi için, “tadını tarif etmek çok zor” diyor. Haklı. İs kokusunu, tadını sevmeyenler için, İrlanda viskileri daha çekici olabilir. İrlandalılar arpayı turba ateşi yerine, fırınlarda, kömür ateşiyle kurutuyor. İs kokusu olmuyor. Tahıl viskisi yapımında, İskoçyalılardan farklı olarak çavdar ve yulaf da kullanıyorlar. Ayrıca viskiyi üç kere damıtıyorlar. Bu ekstra damıtmanın, viskinin tadını daha da güzelleştirdiğini öne sürüyorlar. İskoçlar ise “İrlandalılar adam gibi viski yapabilse üç kez damıtmazlardı” diyor.
İrlandalılar viskiyi genellikle sek veya bir buzla içiyor. Viskiye su koymak, publarda oldukça hassas bir konu. Bir İrlanda atasözü, bu işin ciddiyetini şöyle açıklıyor: “Bir erkeği çıldırtmak istemiyorsan, karısına sarkıntılık etme ve viskisine sakın su koyma...”

Haberin Devamı

SİYAH SULU EKMEK

Dublin gezginlerinin ziyaret ettiği mekanların başında, Guinness biralarının fabrikası bulunur. Karamelize oluncaya kadar kavrulan arpadan damıtıldığı için siyah renkli olan biranın ilk yapım tarihi, 1759. Zamanla ulusal biraya dönüşen Guinness, ülkenin en önemli ihraç ürünlerinin başında yer alıyor. Bugün 42 ülkede üretiliyor.
Kentin büyük bir bölümünü kaplayan damıtımevi, uzun yıllar Dublinlilerin önemli ekmek kapısı olmuş. Binalardan biri müzeye dönüştürülmüş, burada biranın tarihçesi anlatılıyor. Alt katları gezdikten sonra teras katına, Dublin’in en yüksekteki pub’ına çıkılıyor. Burası tüm kenti gören panoramik bir manzaraya sahip. Barmenden üstü köpüklü bir Guinness isteyin. Onu yavaş yavaş yudumlayarak Dublin’i seyredin.
 
REKORLAR KİTABI PUB İÇİN HAZIRLANDI

Haberin Devamı

Bu arada Guinesse Rekorlar Kitabı’nın öyküsünü de bu gezim sırasında öğrendim. Bütün dünyadaki tüm garip rekorların yer aldığı bu kitap, önceleri publarda çıkan kavgaların önüne geçmek için yayınlanmaya başlamıştı. İçkiye inat karışınca, ortam tatsızlaşıyordu. Herkes kendi doğrusunda ısrarcı olunca da bardaklar, şişeler havalarda uçuşuyordu. Bunun üzerine Guinness firması, içinde publarda en çok tartışılan konuların doğru yanıtlarının bulunduğu bir kitapçık yayınlamaya karar verdi. Bu kitabın gerçekten de faydası oldu. Sarhoşların başvuru kaynağı bir süre sonra, tüm dünya rekorlarının yer aldığı ünlü bir kitaba dönüşüverdi.

HAVA DURUMU EN ÖNEMLİ KONU

Dublin’de, “havadan” konuşmak çok önemli. “Bu gün hava nasıl” diye sorduğunuzda, sohbet birden ciddileşiyor. O kişi önce uzun uzun gökyüzüne bakıyor, bulut hareketlerini takip ediyor, sonra kendi tahmini uzun uzun anlatıyor. Zaten publarda içerken, yemek yerken, yürüyüş yaparken, parkta otururken, belki de sevişirken hep havadan konuşuluyor.
Heinrich Böll’ün, “İrlanda Güncesi” adlı kitabında, romanın kahramanı, yolunu kesen polis memuruna havanın nasıl olacağını sorar. Polis memuru, törensel bir tavırla dört yöne bakar. Havayı koklayıp, tadını çıkara çıkara başını dört bir yana çevirmesindeki törensellikte yalnızca dört yön bulunmasından duyduğu üzüntü gizlidir. Sonra düşünceli bir tavırla konuşur: “Belki yağabilir. En büyük kızım ilk çocuğunu doğurduğunda, işte o gün, üç yıl önce, tam bu mevsimdeydi, çok güzel bir gün olduğunu düşünüyorduk. Ama öğleden sonra yağmur indiriverdi” Polise, olay yerine gelen bir başkası da katıldı, “Evet gelinim, yani oğlumun ikinci karısı ilk çocuğunu doğurduğunda hava tıpkı bugünkü gibiydi.” Bir yaşlı vatandaş da anılarını tazeledi, “Karım azı dişini çektirdiğinde de sabah yağmur, öğleden sonra güneş, akşam yine yağmur vardı.”
Dublin’de ben de birisine havayı sormak gafletinde bulununca, Heinrich Böll’ün bu konuyu romanında hiç de abartmadığına şahit oldum. Dublin’de birisiyle sıkıfıkı dost olmak istiyorsanız ona havayı sorun.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!