Pınar Öğünç: Berbat bir gezegende yaşıyoruz, birbirimize iyi gelmemiz lazım

Güncelleme Tarihi:

Pınar Öğünç: Berbat bir gezegende yaşıyoruz, birbirimize iyi gelmemiz lazım
Oluşturulma Tarihi: Ocak 19, 2015 07:24

Daha çok gazeteci kimliğiyle tanınıyor, oysa o kendini bildi bileli bir hikâye yazarıydı. Pınar Öğünç, nihayet demlenmeye bıraktığı hikâyelerini kitaplaştırdı. İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Aksi Gibi’de Öğünç, ev içlerinden, ara sokaklardan, otoban kenarından, minibüs kuyruklarından, ıssız plajlardan sesleniyor. İçimizde ‘tatlı bir boşluk’ açılıyor.

Haberin Devamı

Edebiyatta okurların –hatta yazarların bile- ihmal ettiği bir alanda yazıyorsun. Kısa hikâyeler ne anlama geliyor senin için?

- Zevkle abartacağım, kısa hikâye hakikaten çok lazım bir maddenin atomu gibi geliyor bana. Neyin hikâye olduğunu ayıklayamayan, havada uçuşan hikâyeleri göremeyen birinin herhangi yaratıcı bir işi iyi yapması mümkün değil bence. İlla üreten tarafta olmak da gerekmiyor. Bu bir tür his, bir bakma biçimi. Bilerek ya da bilmeden buna sahip olanlar hayatta daha iyi dost olurlar, daha güzel severler, kendilerinden daha az sıkılırlar.

Hikâye yazmakta nasıl karar kıldın; yoksa onlar mı kendini dayattı?

- Çok erken yazmaya başladığım için bu cümleleri o zaman kuramazdım tabii ki, hangimiz birbirimizi bulduk bilmiyorum o yüzden.

Haberin Devamı

Sen nasıl tarif edersin ‘Aksi Gibi’deki hikâyeleri?

- Tümünü birden tarif etmek zor. İyi bir hikayeyi bitirince hemen bir sonrakine geçemezsiniz, gözü kitaptan kaldırıp boşluğa baktığımız bir an olur, içimizde tatlı bir boşluk açılır. Hayata dair küçücük bir saçmalık, belki çok lüzumsuz bir bilinmezlik çözülmüş gibi gelir. Bir işe yarar. Böyle bir hisle, okuyanda böyle bir his bırakması dileğiyle yazdığım hikâyeler bunlar. Neticede berbat bir gezegende yaşıyoruz, birbirimize iyi gelmemiz lazım.

Pınar Öğünç: Berbat bir gezegende yaşıyoruz, birbirimize iyi gelmemiz lazım

Yazarken bir ritüelin var mı?

- Trende ters istikamette saatlerce okuyabilir, hareket halindeki şehirler arası otobüste yazı yazabilirim. Bilakis kalabalık, gürültü severim. Ritüel olayı bana ters.

Çocukluğundan beri yazıyorsun. Yazmak zaman içinde kolaylaştı mı?

- Neticede biraz kas sistemine de benziyor, evet çalıştırdıkça gelişiyor ve bazı şeyler daha kolaylaşıyor. Ama tabii ‘harekete’ de bağlı.

‘Aksi Gibi’ içinde eşyanın hüküm sürdüğü bir kitap. Bir televizyon kumandasından, bir apartman kapısından, bir reklam panosundan, çöpe atılmış bez ciltli bir kitaptan, büfedeki bardaklardan doğan ya da onlarla yürüyen hikayeler… Tesadüf mü yoksa özel bir ilgi mi gösteriyorsun eşyaya?

- “Onlar kendilerini bana fazla gösteriyor” diyeyim. Eşyanın ömrü, nesneler üzerinden biz canlıların kesişmeleri acayip geliyor bana. Genel olarak hayatın teferruatı, bu teferruatın gücü ilgimi çekiyor. Çok az insan bununla ilgili. Halbuki her şey teferruatta.

Haberin Devamı

Hikâyelerdeki karakterlerin çoğu geçmişiyle bir şekilde hesaplaşma içinde. Bunun yaşadığımız zamanla mı ilgisi var, yoksa senin kendi zamanınla mı?

- Öyle mi? Geçmişle hesaplaşma falan bana büyük tamlamalar gibi gelir, tam nasıl başlar nasıl biter bilemem mesela. O hep açık bir klasör değil midir?


GAZETECİLİK BENİM ÜNİVERSİTEM

Çoğunluk seni gazeteci kimliğinle tanıyor. Oysa sen ilk iş görüşmene bile hikâye dosyanla gitmiştin. Nasıl oldu?

- Yazı çocukluktan beri hep hayatımın içindeydi. Yine de “Yazar olacağım ya da gazeteci olacağım” diye bir düşüncem yoktu. Hatta böyle meslekler olduğunun bile farkında değildim. Çevremde bir rol modeli de bulunmuyordu. Üniversitedeyken Nokta’da çalışan bir arkadaşım vardı; o zaman bu iş makul göründü bana. “Aa yazarak da para kazanılabiliyormuş” dedim. Ben de bazılarını el yazısıyla dosya kâğıtlarına karaladığım öykülerimi aldım, görüşmeye gittim. Rahmetli Fikri Nazif Ayyıldız’la görüşmüştüm. Güldü bana, sevdi de sanırım beni, “Yarın gel başla” dedi.

Haberin Devamı

Gazeteciliğe seni edebiyattaki becerin soktu yani…

- Biraz şans oldu, evet. Hikâyelerle bir haber dergisine başvurmakta saftirik bir hal var ama bugün baktığımda tutarlı geliyor. Müdahale de etmiyorlardı Nokta’da. Kimse de “Başlık spot şöyle olur, kurallar budur” demedi. O hikâye hissiyle haber yapmaya başladım.

Edebiyatı besliyor mu gazetecilik?

- Gazetecilik mi edebiyatı besliyor, tam aksi mi, bilmiyorum. İkisi birlikte şekillendi bende. Hayata dair ne biliyorsam ben haber yaparak öğrendim. Gazetecilik benim üniversitem. Hem bir konuya hazırlığıyla, somut bilgi edinerek, hem de insanlarla konuşma kısmında. ‘İnsanlar nasıl konuşuyor’u gazetecilik yaparken öğreniyorsun. Sarf ettikleri kelimelere dikkat etmeyi… Teyp kaydı çözmek bu yüzden bir laboratuardır. O kadar girişken bir insan da sayılmam. Gidip hiç tanımadığım insanlara soru sormayı bana bu iş öğretti.

Haberin Devamı

Pınar Öğünç: Berbat bir gezegende yaşıyoruz, birbirimize iyi gelmemiz lazım


FAKİRİN KOKUSU MU VAR?

‘Hayvan Kaynakları’ isimli öyküden
“Ya bırak onu, bir de neye uyuzum, bu şehir köpekleri zengini fakiri biliyor. Öyle hırsıza, ayyaşa, deliye falan havlamak değil, bildiğin kıyafetinden ayırıyor. Ucuzundansa başlıyor ulumaya.”
“Öyle mi, ilginçmiş. Bir güvenlik riski mi görüyor acaba?”
“Adam kaldırımından yürüyor işte. Ne güvenliği? Fakirin kokusu mu var lan, onu mu alıyor eşşeğin evlatları? Evde bunları ‘tut onu’ diye çalıştırıyorlar mı, ne? Bak şimdi misal biz, biz değiliz diyelim. Buradan sen geçsen havlamazlar, bana parkı inletirler ama. Aha sana köpek testi.”

‘Bülent Ersoy Taklidi’ isimli hikâyeden
Şöyle düşünün. Aşıksınız. Sevdiğiniz kadına, ona, o ana ya da banal olacak ama duygularınıza dair içten, özel bulduğunuz bir cümle ediyorsunuz ve sevgilinizin gözünde öyle bir bakış var ki, sessizden “Seni anlıyorum ama aynısını baska biri daha önce söylemişti,” diyor. Suratında onaylamaya benzer sevecen bir hareketlilik oluyor, ya konuyu değiştirmek isteyen sağ eli saçınıza gidiyor ya da o mutfağa kahve yapmaya. Sevdiğine, eski sevgilisinin sıfatlarıyla seslenen bir adamın hiçbir şansı yoktur, bana inanın.

Haberin Devamı

‘Evde Yokum’ isimli hikâyeden
Otuz beş sene önce üzerinde ders çalıştığım masayla hâlâ aynı evde yaşadığıma işte böyle saatlerde inanamıyorum. Eşyaların ömrü beni ürkütüyor. Antikacıdan masa almak gibi değil bu, otuz beş yıl önceki çocuk halimin burada yazı yazdığını hatırlayınca aslen eşyaya ait olan bu gezegende ufalıyorum. Ben uyanıkken bunları görmüyorum.

‘Kalıcı Makyaj’ isimli hikâyeden
İnsan ucuna ekleneceği kuyruğu uzaktan gördüğü an, tam orada olmayı hak ettiğini düsünüyor. Sonra araya biri girmesin diye çevredeki herkesin o kuyruğa doğru yürüdügünden kuşkulanarak, bu kuşku üzerine daha da hızlanarak bir an evvel ulaşmak istiyor.

‘Bülent Ersoy Taklidi’ isimli hikâyeden
Suç ve Ceza’nın geçtiği yerleri görebilmek için Rusya’ya gitmek istedim, karım “O parayla başka bir şey yapsak. Üç gece, dört gün Paris mesela,” dedi. Bir kadına söylenebilecek en güzel sözü Mayakovski sevgilisi Lili’ye söylemişti: Sen kadın değil, bir istisnasın. Umarım bu yazdıklarımı karım okumaz ama bunu söyleyip de gözlerindeki pırıltıdan tatmin olamadığım dördüncü kadınla mecburen evlendim. Okuduğum kadınları sevdim, adını unuttuğum kahramanlar gibi seviştim. Yazarların hastalıklarına özendim, sağlam ciğerlerimden, tıkır tıkır işleyen kalbimden, akıl ve ruh sağlığımdan utandım.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!