Karadeniz’in entelektüel türkücüsü Volkan KONAK

Güncelleme Tarihi:

Karadeniz’in entelektüel türkücüsü Volkan KONAK
Oluşturulma Tarihi: Haziran 18, 2006 00:00

Annesi, bir erkek çocuğun ardından beş kız doğurduktan sonra tekrar hamile kaldığında, tipik Karadenizli bakışıyla "nasılsa bu da kız olacak, aldırayım" der ve doktora gider. Ancak doktor "Üzülme abla, 300 liraya alırım" deyince sinirlenir: "Ya geç ordan, 300 liraya doğurur da büyütürüm oni." Böylece doğabilir Volkan Konak; 1967 yılının 27 Şubat günü.

Saynur ve Demirağa lakaplı Cevat Konak’ın son çocuğu ve hayatı boyunca, doktor 200 lira dese, bu dünyaya gelmeyeceğinin bilincinde olarak, zaman zaman da "Ee, ben 300 liralık adamım" diyerek.

Trabzon’un Maçka ilçesinin, değiştirilen Rumca adıyla Hacevera (Yeşilyurt) köyüdür doğduğu yer. Dolayısıyla hem genlerinden, hem yetiştirilişinden, Kuzeylidir. Sürmene bıçağı gibi keskin, köşeli, hiçbir zaman yuvarlak bir çakıltaşı olmayacağını bilen bir Kuzeyli. İlçeye üç dört kilometre yürümekle ulaşılan yüksekçe bir köyde doğup büyümesine rağmen, Karayolları’nda işçi olan babası, çocuklarının yarın bir gün okumaya ya da çalışmaya şehre gideceklerini düşünerek verir ilk eğitimini. Dolayısıyla, babasının kavalye niyetine eline tutuşturduğu sandalyeyle, horondan önce "vals" öğrenir. Gaz lambasında Fakir Baykurt’lar, Yaşar Kemal’ler okunur evde. Tabii bir de Nazım Hikmet’ler... Tüm Maçka gibi onun ailesi de yüzde 98 okur yazarlık oranı ve ağır CHP’liliğiyle bilinir. Ama sonuç olarak Karadenizlidirler; Temel’le Dursun’un, bir de Fadime’nin memleketi...

Yıllar sonra bir gün kız arkadaşı yükselen burcunu öğrenmek ister. Bunun için doğduğu saati bilmesi gerekir. "Tek sosyal aktivitesi çocuk doğurmak" olan annesine sorduğunda aldığı cevap şu olur: "Uşağum saatini hatırlamayrım ama çok kar yağmişti!"

ULA UŞAĞUM, KORKARIM RAKI İÇEYSİNUZ


En küçük ve beş kızdan sonra doğan erkek olduğu için anne-babasının şımarttığı bir çocuktur. Ama yine de ailenin 14 ineği kadar değil. Yazın okul biter bitmez ailecek yaylaya çıkarlar ve o da diğer kardeşleri gibi, beş yaşından liseyi bitirene kadar çayırlarda inek başı bekler. Annesi önce inekleri besler, sonra onları. İneklerini o kadar sever ki, onlarla konuşur. Yaşlandığında sadece bir inek ve bir buzağıyla kalmış, onlar da gidince, duvara fotoğraflarını asmış, ortalarına da Almanya’da olan büyük oğlunun fotoğrafını yerleştirmiştir.

Yaylada tek eğlenceleri, ağaçlara çıkıp şarkı türkü söylemektir. Halaları, teyzesi, ablaları, babası hepsi yeteneklidir. Ancak o zamanlar yöre türkülerine fazla meraklı değildir; radyodan dinlediği zeybekler, Azeri türküler, Türk Sanat Müziği parçaları ilgisini çeker. Yorucudur yayla günleri; ama onun deyimiyle "rüzgarla hür yaşamış, özgürce şarkılarını söylemiş", doğal beslenip büyümüştür. Ailesi de epeyce eğlencelidir.

Bir gece yayladaki ilkel evin arka odasında mısır püskülünden yaptıkları sigaraları tüttürürken, babaanneleri açar kapıyı. Dumandan gözün gözü görmediğini fark edince şöyle bağırır: "Ula uşaklar korkarım rakı içeysinuz!"

Ailesi eğlenceli ve ilginçtir. Dedesi Neşat Karahasanoğlu, "İsmet İnönü’nün kankası", ilk milli eğitim müdürlerinden ve Maçka’nın 16 yıl belediye başkanlığını yapmış kişidir. Haftasonları Zigana Dağı’nda torunlarına Lorca şiirleri okumuştur, Fransızca. Karısının tabutunu sabit kalemlerle yazdığı şiirlerle doldurmuştur. Ablası Nuran Bahçekapılı, kendi çapında bir ozandır; her şeyin maniyle anlatıldığı o yerde bir sürü destan yazmıştır. Volkan Konak’ın en çok ses getiren parçalarından biri olan Cerrahpaşa’nın sözleri de ona aittir, şimdi son albümde yeralan, Kazım Koyuncu’ya adanmış Gardaş da...

Maçkalı, "Bu dünyadan hayır yok/ Öteki de şüpheli" diyen insandır. Dedesi bir gün, ilçeye imam dayanmadığını fark edince Ankara’ya giderek bakanlıktan imam kadrosu çıkarır. Ahaliyi toplayıp bildirirken, geçici olarak imamlık yapan Ali Osman Çavuş itiraz eder; "Reis bey, iyi ettin de eksik ettin." Niye, diye sorar dedesi. "E bir de cemaat kadrosu getirecektin" cevabı alır.

Volkan ilkokulu bitirdiğinde, köyden Maçka’nın içine taşınırlar. Liseyi orada bitirir. Onun kaderini belirleyen, lisedeki müzik öğretmeni Nurdan Tipi olur. Babasını ikna eder, onu alıp ilk kez adım attığı İstanbul’a getirir ve aylarca çalıştırarak İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Halk Müziği bölümüne çok iyi bir dereceyle girmesini sağlar. 1987 yılında, İTÜ Sosyal Bilimler’de mastıra başladığında, Maçka’da yaptığı derleme çalışmalarından oluşan "Suların Horon Yeri" adlı ilk albümü de piyasaya çıkar.

Aslında amatör bir çalışmadır bu ama çizgisi için önemlidir; çünkü kendi yöresinin müziğine yaptığı ilk yolculuktur. Konservatuvarda bozlakların, zeybeklerin alıp yürüdüğünü, ama Karadeniz’in olmadığını görmüştür. Bu biraz da Karadenizlilerin tutuculuğundan kaynaklanır ona göre; sanata fazla önem vermemişlerdir o zamana kadar. Bu yüzden Türk filmlerini yanlış aksanlı bir dolu Karadenizli doldurmuştur.

Zaten onun da Neşet Ertaş gibi "gönül" diyebilmesi mümkün değildir. Yöre sazlarını, horonu ondan sonra öğrenir. Ama bununla yetinmez; yeni bir şey katmalıdır bu müziğe. Onun deyimiyle "gökkuşağına yeni bir renk." (dili, biraz "sevgi ve ışık insanları"nın dilidir). Köy müziğimiz var, bir de kent müziğimiz olmalı, der. Etnik motiflerle dünya enstrümanlarını bir arada kullanarak ve Nazım Hikmet, Sunay Akın, Yaşar Miraç, Ömer Kayaoğlu gibi şairlerin şiirlerini besteleyerek yeni bir tarz yaratmaya çalışır. Ama Karadeniz’e gider, oranın sanatçı ve aydınlarını toplayarak "icazet" alır önce. Orhan Gencebay’ın katkılarıyla oluşan Efulim albümü böyle çıkar ve çok beğenilir. Ardından "Gelir misin Benimle", "Volkanik Parçalar", "Pedaliza", "Şimal Rüzgarı" ve "Maranda" albümleri gelir.

MAÇKA İNCİLİZCESU MAÇKA İSPANYOLCASU
/images/100/0x0/55ea0d41f018fbb8f8679212

Yaptığı, Karadeniz tadında, kesinlikle Maçka şivesiyle ama Karadeniz olmayan bir müziktir; Volkan Konak müziği... Volkan Konak müziği varsa, bir de Volkan Konak tarzı vardır. İstanbul Dragos’taki Trabzonspor Tesisleri’nin içinde, kendi işletmesi olan Şimal Bar’da tam 12 yıldır, aralıksız program yapan Konak, bunca yıldır biriktirdiği müdavimleriyle farklı bir ilişki kurar. Müdavimlerine sunduğu program, bar eğlencesinden çok bir kültür sanat etkinliği gibidir. Dia gösterileri, şiir okumaları ve şarkı aralarında sahneden sık sık sorular sorular. "Bugün Latince çalışacağız" deyip Latince bir kelimenin ne olduğunu soran, sonra da "haftaya çalışarak gelin" diyen bir müzisyen.

Dersler bazen Türkiye’nin bir bölgesiyle, bazen kompozisyonla ilgilidir. Bu bara kadınsız girmek, dans etmek, istek yapmak yasaktır. Ortama uymayan olursa, Konak şarkıyı keser, "Çıkın dışarı kardeşim, şurda bilmemne pavyon var, oraya gidin" der. Başka konularda değil ama müzik, edebiyat ve sanat konusunda dinleyicisinden 50 santim yukarıdadır (sahnenin yüksekliği bu kadar). Yok megaloman değildir, ama kendini önemser. O "dünyaya kuşbakışı bakıp, kuş gibi görmeyenlerden"dir. Zaten müdavimleri de kendini önemseyen, seçici, kolay alkışlamayan insanlardır. O da onların karşısında mahcup olmamak için dersini çalışır, kendini yeniler, geliştirir. Bütün bunları yaparken derdi, insanların yaşamaya dört elle sarılmasını sağlamaktır; "En son bir ağaca ne zaman sarıldınız, bir solucanla ne zaman sohbet ettiniz?" gibi sorular sorar, baharda patlayan fasulyelerden dem vurur. Bu, Názım Hikmet felsefesidir ona göre.

Fatih Erkoç’la yaptıkları İngilizce düeti kendi barında zaman zaman söyler. Bir gün Erkoç der ki, "Ben hasbelkader İngilizce bilirim ama seninkini pek anlayamıyorum." Cevabı şu olur: "E benimki Maçka İngilizcesi abi." Tabii bir de Maçka İspanyolcasıyla söylediği şarkılar vardır ama... Neyse.

BABAM ÇERNOBİL’DEN ÖLDÜ DEMİYORUM AMA...

Bir de kavga adamıdır. Asil olmak koşuluyla kavganın gerekliliğine inanan. Son kavgası, Çernobil kazasının yaydığı radyasyon nedeniyle Karadeniz’de artan kanser vakaları üzerinedir. Sadece ailesinden babasıyla birlikte yedi kişiyi kanserden kaybetmiş, en son meslektaşı Kazım Koyuncu’dan genç yaşta ayrılınca isyan bayrağını çekmiştir. Bir yandan Çernobil’in kanser vakalarına etkisi ve devletin bu konuyla ne kadar ilgilendiğine dair raporlar toplarken, bir yandan söylenir: "Ben babam Çernobil’den öldü demiyorum, ama yüzde 1 etkisi de mi yok? Niye inkar ediyorsun? Bir araştır, bir tanı-tedavi merkezi aç orada, bir özür dile bari."

Şimdi kafası, içinde yavaş yavaş şekillenen yeni bir düşünceyle dolu: Karadeniz Sineması. Konunun ilgililerini bir araya getirip bunu organize etmek en büyük dileğidir. Çünkü bir isyanı da şunadır: "Bizde sadece Temel ve Dursun mu var kardeşim; hiç mi aşk öyküleri yok, devrimci bir hareket yok, hiç mi etnik bir göç, Kuvayı Milliye olayı yok?" Haklıdır belki ama Karadeniz de Temel ve Dursun’suz olmaz ki...

Ağabeyi bulmaca çözmüştür. Soru: Dört harfli Latince güvercin pisliği. Cevap: "Boku". Üç harfli kutsal ışık: Far. İki harfli bir bağlaç: İp. İki harfli, başlıca içeceğimiz: Çay (a ile y’yi aynı kareye sokarak) Şimdi der ki, "Abim için ayrı bulmaca yapmaları lazım, bizim başlıca içeceğimiz su değil ki, çay. Nara yerine heyt yazmış, Allah’tan bulmaca sekiz harfli dememiş, heeeeyyt yazacaktı demek ki."
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!