Sonbahar İstanbul’da bir şenliktir

Güncelleme Tarihi:

Sonbahar İstanbul’da bir şenliktir
Oluşturulma Tarihi: Eylül 27, 2010 00:00

Sonbahar İstanbul’da yüzünü göstermeye eylülün ikinci yarısından sonra başlar. Ama asıl ekimden itibaren kentin kapısını çalar. Sonbaharın izlerini görebilmek için parklara, korulara gitmek gerekir. Çünkü caddelerde ve sokaklarda artık yapraklarını uçuracak pek ağaç kalmamıştır. Sonbahar İstanbul’u sarıya boyar, canlandırır. Yeni yaşamlara kapılar açılır.

Haberin Devamı

“Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları...”
Ne zaman sonbaharı düşünsem, aklıma hemen Yahya Kemal’in bu dizeleri gelir nedense. Kanlıca’da, caminin yanındaki büyük ağacın altına oturup, bastonuna dayanarak Boğaz’ı seyreden yaşlıları görür gibi olurum. Bu sahneyi hiç görmemiş olsam bile.
Sonbahar, eylülün üçüncü haftasından sonra, İstanbul’un kapısını çalmaya başlar. Siz tam geldi derken, o vazgeçer, yerini tekrar yazın sıcak günlerine bırakır. Güneş tekrar ısırmaya başlar. Size yine serin rüzgarları özletir. Tam “bu yıl yaz bitmeyecek” yargısına kapıldığınızda, serin poyraz kuzeyden kopup gelir, ferahlatır, ağaçların dallarıyla hasret giderir. Poyraza takılıp gelen bulutlar şöyle bir ıslatır gider. Siz, “artık yaz bitti” derken, güneş yine ısırmaya başlar. Böylesine cilveleşir sonbahar İstanbul’la. Siz bu cilveye öylesine kendinizi kaptırırsınız ki, özellikle Boğaz’ın iki yanındaki korularda meydana gelen değişikleri fark edemezsiniz.
İstanbul’da eylül, artık yaza katılmış, eski bir sonbahar ayıdır. Onun yüklendiği sonbahar hüznü, eski romanlarda kalmıştır. Örneğin yüzyıl öncesinde yazılmış olan “Eylül” adlı romanda Mehmet Rauf, uzun uzun, güzel güzel anlatır sonbaharı. Öyle eylüller bu yüzyılda yoktur artık. Demek ki mevsimlerin kaydığı, iklimlerin değiştiği savı doğrudur.
Yüzyıl öncesinin eylül ayını, Mehmet Rauf bakın nasıl tanımlıyor: “Eylül, birkaç gün hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık fani güzelliğe bile minettar olmak lazım gelen bir ay. İçine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmiş, sade bir mazi olmuş olduğunu hissettiren bir esef ve hasret ayı.”

Haberin Devamı

HUZUR’DA SONBAHAR

Bir de Ahmet Hamdi Tanpınar’a göz atalım. Bakalım “Huzur” romanında sonbaharı nasıl anlatmış: “Büyük korularda dallar üşüyormuş gibi birbirlerine yaslanmak istiyorlar, kuru yapraklar en ufak bir sarsıntıda düşüyorlardı. Her taraf bir bahar gibi renkliydi. Sakız ağaçları erguvanlar gibi, fakat daha mahzun kızarmışlardı... Nereden kabardığı bilinmeyen bir küçük rüzgarla harekete geçen bir bulut parçası, evvela bir gül bahçesi oldu, sonra ince ince parçalara ayrılarak ta başlarının ucuna ilerledi ve orada yeleleri alevli bir siyah atın ön ayaklarına doğru bir halı gibi serildi.”
Ne zaman başladığını bir türlü bilemediğim sonbahar hakkında, bu kadar yıl bir karar veremedim. Neden hüznü çağrıştırır? Neden ayrılık ayıdır? Neden insan karamsarlaşır? Neden kısalmaya başlayan günler kaygı yaratır? Şairler neden tasa çeker? Bunların ve diğer soruların yanıtını hiç öğrenemedim. Belki öğrenmek istemiyorum. Çünkü ben, sonbaharı çok seviyorum. Bu sevgi belki de, sonbaharın başlangıcı olan günlerden birinde doğmamdan kaynaklanıyordur.
Sonbahar, bence mevsimlerin en güzelidir. Bu mevsimin renkleri her ne kadar artık İstanbul’da görünmese de, ekimden itibaren kente pastel renkler çöreklenir. Sonbaharı görmek için korulara, ağaçlıklı parklara gitmek gerekir. Çünkü ancak orada görülür sararmaya başlayan ve kararsız esen rüzgarın önünde uçuşan yapraklar. Sadece oralarda duyulabilir, ayaklarınızın altında ezilen sonbaharın hışırtısı.

Haberin Devamı

ISLAK KURU YAPRAKLAR

Güneş sonbaharda, Adalar’ın arkasından batmaya başlar. O batarken bulutların arasından kavuniçi bir ışık süzülüp, Marmara’yı sarıya boyar. Denize vuran altın sarısı yakamozların önünden geçen kayıklar, vapurlar, gemiler siyah bir siluete dönüşür. Sonbaharın serin rüzgarıyla, Boğaz’ın yüzü büzülmeye başlar. Bu mevsimde deniz bereketli ve cömerttir. Sahile sıralanan oltacıları, eve balıksız göndermez. Akşamın sarı ışığı misinalarda yansır.
Israrcı olmayan yağmur, kuru yaprakları ıslatır. Yokuşlardan aşağı şırıl şırıl sular akar. Şemsiyelerin altında, pardösülerin yakaları kalkar. Sevgililer biraz daha birbirine sokulur. Ortancalar, cam güzelleri, ateş çiçekleri bu yağmurlarla birlikte yerlerini sarı kasımpatlarına bırakmaya başlarlar. Güller İstanbul’la vedalaşmadan önce, son kez çiçeklerini sergilerler. Bu şiirimsi görüntülerin arkasında bir de su basmaları, yıkımlar vardır ve sonbahar kentin çarpık yapılanmasında şiirselliğini yitirir.
Sonbahar mehtabı, bulutların arasından verdiği pozlarla insanı öykü düşleye zorlar. Bulutlar, ayın gümüş yolunda akıp giderler. Siz onların bir ucuna tutunup, bir yerlere sürüklenirsiniz, nereye gittiğinizi bilmeden. Dolunay gökyüzünü donuk bir griye boyar. Baktığınızda yüreğiniz üşür.

Haberin Devamı

YAŞAM YENİDEN BAŞLAR

Sonbahar İstanbul’da yaşamı başlatır. Trafik tıkanır, meyhanelerin camları buğulanır, sinema önlerinde kuyruklar uzar, kahvelerde sevgililer göz göze oturur, okullardan zil sesleri yükselir, kitapçıların vitrinlerine yeni kitaplar sıralanır, stadyumların sessizliği bozulur, adalara, Kilyos’a, Şile’ye yalnızlık çöker, korularda sarı yapraklar uçuşur, önce çingene palamutları gelir, “acaba bu yıl lüfer bol olacak mı?” diye sorulur, manav tablalarında mürdüm eriği, elma, ayva, üzüm, kızılcık ağız sulandırır, biten yaz aşklarının yerini güz aşkları alır. Daha bir çok şey olur. Yani sonbaharda İstanbul bir şenliğe dönüşür. Sonbahar, küçük sevinçlere de neden olur. Selim İleri, “Yıldızlar Altında İstanbul” adlı kitabında, bunun nasıl olduğunu şöyle anlatır: “Manavların önünden geçerken demet demet dereotlarına, top top lahanalar, birer adacık gibi duran karnabaharlara, yaprak yaprak pazılara, hep sonbahar renklerinden elmalara, portakallara, mandalinalara, muzlara, sonra çürümüş yapraklı alacalı muşmulalara, kırmızı turplara, zerbecet yeşili prasalara baktıkça yaşamak sevinci duyabiliyorum. Karanlık, pis, kirli ve çirkin hayatlar silinip gidiyor sanki. Gazetelerin manşetleri, televizyonların haber bültenleri, radyoların saat başı haberleri sanki ulaşmıyor. Dereotu içimi arındırıyor. Sebzeler, mevveler birkaç dakikalığına kasvet dağıtıyor.”

Haberin Devamı

GENÇLERİN SONBAHARI

Sonbahar yazılarını, nedense hep yaşamının sonbaharında olanlar yazar. Ben hep gençlerin sonbaharda ne düşündüklerini merak ederim. Onların sonbahara nasıl yaklaştıklarını okumak isterim. İnternette gezinirken, böylesi bir yazıyla karşılaştım. İstanbul’un sonbaharını bu yazıyla bitirmek istiyorum. İşte gençlerde sonbahar izlenimleri: “Sonbaharda enerjimiz azalıyor sanki. Gözümüzün feri biraz sönüyor. Geçmişe kaçak yapıyor ruhumuz. Hafif nevrotik, ucundan psikotik bir koku yayılıyor evimize. Daha az insan görüyor, daha koyu renkler giymeye başlıyoruz. Daha çok yemek, daha çok internet, tv ve telefon. Daha az yüz yüze sohbet ediyoruz. Daha çok uyuyor, daha az yaşıyoruz. Daha çok içselleşiyor, daha çok depresifleşiyoruz.”
Türkçe köklü güz, Arapça köklü hazan, Farsça köklü sonbahar... Aynı anlamı içeren üç kelime. Ben üçünü de seviyorum. Hüzünlüysem hazanı kullanıyorum. Romantik anlarımda güzü ön plana çıkartıyorum. Günlük anlatımlarda nedense sonbaharı yeğliyorum... Ama sonbaharı çok seviyorum.

Haberin Devamı

Sonbahar meyveleri

Kıymetli yazar Selim İleri, “İstanbul’un tramvayları, dan dan” adlı kitabında kentin sonbahar meyvelerini o kadar güzel anlatır ki:
“İstanbul’un sonbahar meyvelerinden biriydi ayva. Belki en saltanatlısı. Çünkü o zamanlar, meyve ve sebze bilgisi hayatın kılgısı içinde olduğundan, ayva denilip geçilmez, bir çok ayva çeşidi sayılırdı.İstanbul’da ayva çeşitlerinin başını ‘ekmek ayvası’ çekerdi. Rengi yeşilimsi sarıydı, tam sarı değil, sarısına kıvrım kıvrım, dalga dalga, suluboya bir yeşil karışmış. Sonra ‘şeker ayvası’ vardı.Şeker ayvası, ekmek ayvası kadar yumuşak değildir. Gevrektir, daha tatlıdır. Ufak tefektir. “Altın ayvası’ handiyse yemyeşildi. Kabuğunu soyunca meyvenin eti kayısı sarısıydı. Bir de “limon ayvası’ vardı. İri, yeşil, sulu. Dilim dilim yemeye kalktığınızda ağzınızı, burnunuzu buruşturuyor. Mevsimin de ayva kompostosu da İstanbul evlerinde sıkça yapılırdı. Ayvanın olgunluk zamanı geldiğinde, kış için, elbette reçeli yapılırdı.
Güz başlangıcının meyvesi kızılcık, İstanbul çarşılarında, pazarlarında, İstanbul’da günbatımları gerçekten kıpkızıl kesildiğinde görülür, kısa bir saltanat sürerdi. Sonbaharın eriği ise mürdüm eriğiydi. Çekirdeği ufak, kırmızımsı buğulu mor, etli, sulu.
Sonbahar meyvelerinin ecesi elma mı, mandalina ve portakal mı?Bu üçü eceliklerini kışın da koruyorlar. Bu yüzden sonbahar meyvelerinin asıl ecesi üzümdür diyebiliriz. Üzüm, yalnızca bir meyve mi, yoksa sanat tarihinin en çok sevilmiş figürlerinden biri mi? Herhalde ikisi de.
Ama bir sonbahar meyvesi var ki, alçakgönüllülüğü onu akıllardan, belleklerden uzak tutar: Muşmula. Tazesi yenmiyor, çünkü ekşi. Olgunlaşırken bile kekremsi. Çürümeye yüz tutuğunda ise hem tatlılaşıyor hem ağızda bir serinlik bırakıyor.
Güzelim sonbahar biraz da pestillerin mevsimiydi: Kayısı pestili, dut pestili, ayva pestili. Pestiller şimdi Ziya Osman Saba şiiri kadar içli.”

Sonbaharın balıkları

Sonbaharda önce palamut görülür. Eylül ayında tezgahlarda ilk görünenlere Çingene Palamutu denir. Ekimde balık yağlanır. Bir yaşına kadar olan balıklara palamut denir. İki yaşına gelince torik olur. Üç yaşındaki iri toriklere ise sivri adı verilir. On kilo civarında olanlar ise altıparmak diye bilinir.
Çingene palamutu yağsız olduğu için tavası yapılmalıdır. Palamut yağlandıktan sonra ızgara yapılarak yenir. İstenirse zeytinyağlı pilakisi de yapılabilir. Torik eğer yakalanırsa bu mevsimde lakerda yapılır. Lakerda yapımında kullanılacak balıkların, çok taze ve poyraz eserken yakalanmış olmasına dikkat etmek gerekir. Eğer lodos eserken yakalanan torikten lakerda yapılırsa gevşek, pörsük olur. Toriğin takoz doğranıp, ızgarada pişirilmesi de çok lezzetli olur.
Sonbaharın bir diğer kralı da lüferdir. Geçen yıl İstanbullular bu muhteşem lezzetten mahrum kalmışlardır. Bunun nedeni de aşırı çinekop avıdır. Lüfer ailesi şöyle sıralanır: 25 ile 40 tanesi bir kilo gelen küçük lüfere “defne yaprağı’, 16 ile 20 tanesi bir kilo gelene ‘çinakop’, 10 ile 14 tanesi bir kilo gelene ‘sarıkanat’, 2 ile 8 tanesi bir kilo gelene ‘lüfer’, tanesi bir kilo ve daha fazla olana da ‘kofana’ denir. Lüfer bazen İzmir, ve Selanik körfezlerinde veya Suriye kıyılarında yakalansa da, İstanbul’da yakalanan lüferin lezzeti hiç birinde bulunmaz.
Temmuz başında yağlanmaya başlayan uskumru, sonbaharda yenecek kıvama gelir. Bu balık çeşitli şekillerde tüketilir. Yağlı olduğu dönemlerde ızgarası yapılır. Yumurtladıktan sonra iplere asılıp kurutulur. Buna çiroz denir. Rakının en iyi mezesidir. Eskiden dolması yapılırdı. Ama bunu yapan kalmadığı için unutuldu.
İstavrit her mevsimde yakalansa da sonbaharda yakalananların lezzeti bir başka olur. Oltacılar bu mevsimde evlerine bol bol istavrit götürme fırsatını bulurlar.

SONBAHARDA LÜFER AVI

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yaşadığım Gibi” de İstanbul’daki lüfer avını şöyle anlatır: “Birdenbire denizin bulunduğu, bulunması lazım gelen yerde bir ışık kaynaşması oldu. Yüzlerce lamba birden dalgaların hevesine göre inip çıkıyor, adeta dini bir raks yapıyordu. Sanki eski Çırağan eğlencelerinden birindeydik ve yüzlerce beyaz lale, içinden aydınlanmış, önümüzden geçiyordu. Lüfer avı... Bir hafta evvel Sarayburnu önünde bir nebülöz gibi karıncalanmasını gördüğüm ve kendi kendime altın seline karışamadığım için üzüldüğüm lüfer avı... Lüferin İstanbul için bütün bir mevsim olduğunu herkes gibi ben de bilirdim. Huzur’da lüfer avından bahsetmiştim. Fakat bu kadar muhteşem, adeta bayram şeklini hiç görmemiştim. Bilgim, bulunduğum Boğaz köylerinde, Kabataş’ta gördüklerimden ibaretti. Şimdi, şu anda olduğu gibi penceremden birkaç yüz metre ilerde yirmi otuz kadar lüfer kayığı, hafif bir pusun sararttığı ve suda aksini büyüttüğü ışıkları ile, büyük yelkeni ile, kanatlarını yarı açmış masal kuşları, büyük masal kelebekleri gibi arkalarında Üsküdar ışıkları inip çıkıyorlar.”

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!