Ömrüme bir mühendis, bir yazar ve bir eylemci hayatı sıkıştırdım

Güncelleme Tarihi:

Ömrüme bir mühendis, bir yazar ve bir eylemci hayatı sıkıştırdım
Oluşturulma Tarihi: Ocak 30, 2011 00:00

Okurlarının bütün kitaplarını derinlemesine okumasıyla mutlu olan bir edebiyatçı Mehmet Eroğlu. Dünya görüşünü romanlarına aktarmaktan sakınmayan, başka dillere çevrilebilir olmayı da gözetmeyen bir yazar. Her kitabında, “Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı” gibi unutulması zor aforizmalar da nakşediyor belleklere. Eroğlu, edebiyat dünyasına 1979 Milliyet Roman Ödülü’nü alarak girmişti; birinciliği paylaştığı diğer isim ise Orhan Pamuk...

ODTÜ’yü kazandığım yıl, babam 48 yaşında kalp krizinden öldü. Burs için Kredi ve Yurtlar Kurumuna müracaat ettim; vermediler. Ne yapacağımı düşünürken kayıt-kabul müdürlüğünden çağırıldım. Müdür, “Kennedy Vakfı ODTÜ’ye burs tahsis etti; ancak üç yıldır uygun bir aday bulamadık. Bu yıl, kriterlere sen uyuyorsun” dedi. Şaşırdım, “Kabul edemem. Ben solcuyum” dedim. Tabii müdür afalladı, “Çocuğum, sen yine de bir düşün” diyebildi. O akşam arkadaşlarla tartıştık ve bursu kamulaştırmaya karar verdik. O bursla, tam dört yıl, beş kişiye baktım. ODTÜ de, son iki yıl İnşaat Mühendisliği Bölümü’nün öğrenci derneğinin başkanlığını yaptım. Hakim sol çizgiye hep muhaliftim. Marksizmin demokrat olabileceğine inandım, hâlâ da inanırım. İki-üç kez gözaltına alındım. ABD Büyükelçisi Commer’in otomobili yanarken de oradaydım. Şu bursu çekmeye gitmiştim kayıt-kabulden. 5 Mart’taysa yurttaydım: Askerler yurtları ağır makineli tüfeklerle 12 saat taradılar. Sadece merdiven kovanları betonarmeydi; yüzlerce kişi, o daracık yerde, balık istifi, saatlerce ateşin dinmesini bekledi.

TEK YOL SANAT

Bilimle uğraşma fırsatımı üniversitede kaçırmıştım. Kurtarıcılıksa mahkumiyetle sonuçlandı. Tek yol kalmıştı, sanat. Oturdum ve yazmaya başladım. O dönemde felsefe hocamın abisi olan ve İzmir’den tanıdığım Attila İlhan, Ankara’ya Bilgi Yayınevi’ne gelmişti. Haftada üç kere yanına gidiyordum, edebiyattan, politikadan konuşuyorduk. 74’te “Abi, ben bir roman yazdım” dedim. Merakla okudu. “Çok iyi bir kitap,” deyip ekledi: “İstersen Bilgi’de hemen basarız. Ama bence sen bunu Milliyet Roman Yarışması’na gönder, orada birinci olur nasıl olsa.” Gönderdim, 79’da ödülü ben kazandım. ‘Issızlığın Ortasında’ yayınlanacak diye beklerken 80 Şubat’ında Abdi İpekçi öldürüldü, gazete satıldı; ardından 12 Eylül darbesi geldi. Daha sonra benimle birlikte ödül alanların kitapları teker teker basıldı, benimki duruyor. Telefon edip neden yayınlamadıklarını sordum. “Seninki sakıncalı. Hem anti militarist, hem solcu. Bu dönemde basamayız” dediler. İkinci romanım da aynı gerekçeyle geri çevrildi. Özetle, ilk romanım ‘Issızlığın Ortasında’ 1984’te yazıldıktan 10, ödül kazandıktan beş yıl sonra basılabildi ve o yıl üç ödül kazandı. Bense o sırada üç roman bitirmiştim. Gerçek yazma eylemi, insanın yapmadan duramayacağı bir eylemdir. Söyleyeceğim şu: İyi bir şey yazdıysanız eninde sonunda ortaya çıkar.

YATILI OKUL
Çocukluğum azap ve özlem dolu değildi


Hayatımı ve geleceğimi yatılı okullar biçimlendirdi diyebilirim. 11 yaşından itibaren hep yalnız, ailemden uzak yaşadım. Ancak bunu hiç talihsizlik olarak adlandırmadım; çocukluğum Balzac’ınki gibi azap ve özlem içinde geçmedi. Yalnızlık bana kırılganlık değil, güç ve serüven duygusu armağan etti. İzmir Maarif Koleji, çok geniş bir arazinin içinde sanki keşfedilmeyi bekleyen dünyaydı, ben de serüven peşindeki bir gezgin...

VİCDAN
Hasan Amca’yı mezara verme komitesi kurduk


Lise 1’de üç kişi okuldan kaçtığımız bir gece, geç vakit geri dönerken Bornova’da bir meydanda, masallardan fırlamışa benzeyen ak saçlı bir dedenin hüngür hüngür ağladığını gördük. Merakla yanına gittik. “Kağıdımı kaybettim, beni havuza atacaklar” diyordu. Biz, “Merak etme seni koruruz” dedikçe yaşlı adam, “Hayır, kağıdı bulun, beni havuza atacaklar” diyerek ağlamaya devam ediyordu. Yürek burkan bir durumdu. Yetişkin erkeğin ağlamasına dayanmak çok zordur. Neyse, sonunda dörde katlanmış ve yıpranmış kağıdı bulduk ve açtık. Muhtarlıktan alınmış bir evraktı bu. “İş bu kağıtta adı yazılı Hasan Bucak’ın ölümü halinde, defin işlemleri tarafımızca yapılacağından, muhtarlığımıza haber verilmesi...” Hasan Amca, kimsesizmiş; en büyük korkusu da ölünce gömülmemek... Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin kadavra havuzuna atılmaktan korkuyormuş. Parasız defnini sağlayacak evrakı kaybettiği için ağlıyormuş. Masalsı amca, ölmekten değil, öldükten sonra kaybolmaktan korkuyordu! Üç arkadaş yanına oturduk, birlikte hüngür hüngür ağladık. Hayatımın ilk gizli örgütüne o gece katıldım. ‘Hasan Amca’yı mezara verme komitesi’ kurduk. Örgüt 7-8 sene varlığını sürdürdü ve Hasan Amca öldüğünde 38 kişinin katıldığı bir törenle Bornova’da toprağa verdi. ‘O zamandan beri vicdanımın emrindeyim.

İZ BIRAKMA DÜRTÜSÜ
Hocamın öğüdü pusulam oldu


Lisedeki felsefe hocamız Cengiz İlhan, son sınıfta bize etkileyici bir metin okudu. Ders biter bitmez yanına gittim ve metnin yazarının kim olduğunu sordum. Cevap yerine, elini omzuma koyup, bana hayatımı yönlendirecek bir öğüt verdi. “Bir insanın hayatta ulaşabileceği en üst konum, bir ansiklopedinin sayfalarında yer almaktır. Ama unutma politikacı, asker ya da devlet adamı olarak değil, bilim adamı, sanatçı ya da kaşif olarak yer almak esastır” dedi. Bunu aklımın bir kenarına yazdım. Yeryüzüne iz bırakma dürtüsü o zaman içimde filizlendi diyebilirim. Hocamın okuduğu metni kimin yazdığını 10 ay sonra ODTÜ kütüphanesinde keşfedecektim. Marks’ın 1838’de liseyi bitirirken yazdığı kompozisyonmuş.

YARGILANDIM
Hapisten afla kurtuldum


12 Mart döneminde Dev-Genç davasında yargılanıyorum, bir ara, mahkeme başkanlığına soruşturmayı genişletme dilekçesi verdim. Dedim ki, “Bu Dev Genç davası. Oysa ben Dev-Genç üyesi değilim.” Ünlü general Ali Elverdi, “Elimizde bir rapor var. Bunun içindeysen ağzınla kuş tutsan, paçayı kurtaramazsın” dedi. MİT’in raporu varmış. Dava sonucunda sekiz yıl mahkumiyet, iki yıl da sürgün cezası aldık tabii. Hapisten 74 Affı’yla kurtuldum. Devletin kinindense hiç kurtulamadım. O ara işşizdim, dershanelerde ders veriyordum, oradan bile atıldım. Yıllarca yurtdışına çıkamadım. Dedemin antika silahını bulundurma ruhsatı alamadım.

ÖZGÜRLÜK
Kolay kolay ağlamam ama o gün ağladım

Yıl 1972. Yargılanıyoruz. Dev-Genç davasında salonda 200-250 kişi varız. Taburenin üzerinde saatlerce oturmak dünyanın en zor işlerinden biridir. Hele bunu günde 12 saat ve altı ay boyunca yapmak! Arkada jandarma takımı var, kim dik duruşunu bozsa, eğilse, gelip dipçikle vuruyor, çat diye kaburga kırıyorlardı. Şimdi Uğur Mumcu Gazetecilik Vakfı’nda ders verirken bazıları iki büklüm oturuyor. İnsiyakla “Dik dur” diyorum. Yargılanırken bazı sözleri söylemek yasaktı. Mesela ‘Özgürlük’ sözcüğüne illet olurlardı. Biz yatılı okulda, sözlülerde öksürerek kopya verirdik. Oradan ilham, mahkeme salonunda öz-gür-lük diye kanon yaparak öksürür, çığlık çığlığa direncimizi haykırırdık. Yıllar sonra bir gün televizyonda bir kızın, atın üstünde, ”Ben özgürüm” diye şarkı söylediğini duydum. Özgürlük sözcüğünü hiç kaçırmam. İlgiyle doğruldum. Ama reklammış; kız, cep telefonu var diye özgürmüş! Sopalar yedim, kulağıma darbe geldi, duymam azaldı; hepsini unuttum. Biz, “Özgürüm” diyebilmek için nelere katlanmıştık, oysa özgürlük sonunda metalaşmıştı. Kolay kolay ağlamam. O gün ağladım.

EŞİM
Benim Cebrail’im İnci’dir

ODTÜ’de ilk derste yanına oturduğum genç kızla 1972’da evlendik. Geçim sıkıntısı çekiyorduk; İnci, ODTÜ’de asistan olup ilk maaşını aldığı gün eve kocaman bir paketle geldi. Bana daktilo almış. Masaya koyup, “Yaz” dedi. Hani Cebrail, Peygamber’e “Oku” demiş ya, benim Cebrail’im de İnci’dir o anlamda...

BAŞARI
Roman geleceğe mektup gibidir


Çevrilebilir olmak için Batının talep ettiği biçimde yazmak lazım. Genellikle Türk yazarlarından beklenen yazdıklarının oryantalist, etnik ve folklorik öğeler, temalar taşıması. Bense insan yaratılışının karanlık tarafında boy atan temaları yazıyorum. Yani batılı büyük yazarlar ne yazdılarsa ben de o temaları yazıyorum. Çabuk ün bekleyen öğrencilerime Mozart’ın defnedildiği zaman mezarının başında 17 kişi bulunduğunu, Shakespeare’inse ölümünden 150 yıl sonra üne kavuştuğunu, Dostoyevski’nin Batıda çağdaşlarından çok daha geç kabullenildiğini hatırlatırım. Roman yazmak, geleceğe mektup atmak gibidir. 200 yıl sonra okunuyor olursam başarılıyım demektir.

HAYALLERİM
Kongo ırmağında gezinmek istiyorum


Senaryolarımın dışında 13 romanım var. Bitmek üzere olanları da katarsak sayı 15 eder. Yaşamımı yıldan çok kitapla ölçmek isterim. 20 romana, beş oyuna ulaşırsam, uzun yaşadım demektir. Beni hapishanemden çıkarabilecek bir şey kaldı: Kongo Irmağı’nda Joseph Conrad gibi gezinmek. Bir insan doğar ve ölür. Aradaki süreye hayat değil, ömür deriz. Nice uzun sürmüş ömürler var ki, hayatlardan yoksundur. Ben ömrüme, bir mühendis, bir yazar, bir eylemci hayatı sıkıştırdım. Buna yarım müzisyen hayatını da ekleyebiliriz. Malraux’ysa ömrüne en az beş hayat sıkıştırdı. Amacım 40 bin yıl önce mağaradaki resminin altına elinin izini bırakan sanatçıyla aynı. Ben buradayım demek.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!