Mine Kılıç : Otibiz öyküleri (2)

Güncelleme Tarihi:

Mine Kılıç : Otibiz öyküleri (2)
Oluşturulma Tarihi: Aralık 18, 2003 17:28

Mine’yi çok keyifle okuduğunuzu biliyorum. Yazılarını talep ediyorsunuz zaten. Sizin Mine’yi okumak için bu köşeye girmeniz benim işime gelir, ne kadar tıklansam o kadar iyi. (Manevî açıdan...) Ama Mine’nin her yazısını aşıramıyorum, ayıp olur diye. Mine Kılıç’ın burada bulamayacağınız yazılarına, Hürriyetim’in açılış sayfasından ulaşabilirsiniz. (Mesela bugün, sol altta yenibir.com–editörden diye kocaman anonsu var.)

Haberin Devamı

Mine’nin “Otibiz öyküleri”nin ikinci kısmı:

Otibiz öyküleri (2)

Geçtiğimiz hafta, ailecek Adana’ya yaptığımız ‘otibiz’ seyahatlerinden söz etmiştim. (Adanaca’da otobüse, otibiz deniyor). Biz her yaz tatilinde annem, babam ve üç kardeşimle birlikte Adana ve Antakya’ya giderdik. Öykünün devamı bu haftaya kaldı.

Bu yıl bayram tatili uzundu. Aslına bakarsanız Türkiye’de her tatil uzundu. Adı tatil olup, önüne de “resmi” ibaresi konulan her gün, öncesindeki ve sonrasındaki “çalışma” günlerine yapıştırılıyordu. Türkiye’deki tatil anlayışı yapış yapıştı.

Benim beş günüm vardı, öğretmenlik yapan kız kardeşimin bebeğine bakan annemle babamın dokuz. Halkımız da bizim gibi tatile susamıştı. Tatil susakları nedeniyle Cuma akşamına bilet bulamadık, Cumartesiye kaldık.

* * *

Haberin Devamı

Geçtiğimiz hafta yazmıştım. 25 yıl önce ailemizin tercihi Devran otobüsleriydi. Klimasız ve havasızdı ama 80’li yılların en lüks otobüslerindendi. Yol uzundu, ben ve kardeşlerim küçüktük. En az birimiz, yolun bir yerinde Devran’ın plastik torbalarına kusardık.

Medeniyet henüz otobüslere girmemişti, sigara yasağı yoktu. 40 küsur yolcunun en az 30’u içerdi. Araçta bebek, çocuk, yaşlı, hasta ya da “kanser olmama hakkını kullanmak isteyen” birilerinin olup olmadığı önemli değildi. Toplu halde zehirlenirdik.

Övünmek gibi olmasın ama biz ailece sigara düşmanıyızdır. Aile olmamızın üzerinden yaklaşık 40 yıl geçmesine karşın aramızdan bir tane bile tiryaki çıkmamıştır. Sülalede de sigara içenlerin oranı yüzde 10’u bulmaz. Sigara içenlerin gelecekteki kanser olasılıklarına üzülmediğimiz gibi, evimizde sigara içmek isteyenlere de (-5 derecede bile) balkonun yolunu gösteririz.

Belki biliyorsunuzdur. Türkiye’nin yüzde 50’sinin ciğerleri zift kaplı. Ziftlenme konusunda dünya şampiyonluğunu kimseye kaptırmıyoruz. Bu açıklamalarımın ardından otobüs seyahatlerinde çektiğimiz eziyeti tahmin etmişsinizdir. Üstüne üstlük annem ve erkek kardeşimin kıl, tüy, duman, polen, deterjan, oksijen vb her uçan, kokan, tüten, esen şeye alerjisi vardır. Erkek kardeşim üst üste 20 kez hapşırmayı başararak bu alanda bir rekora da imza atmıştır.

Haberin Devamı

Annem alerjileri nedeniyle ameliyat bile oldu. Aslında tıp tarihine geçebilirdi. Çünkü alerjisinin asıl nedeni “İstanbul”du. 35 yıldır oturduğu bu şehre hiçbir zaman alışamadı ve sevmedi. İçinde biriktirdiği mutsuzluk alerji olarak dışarı çıkıyordu. Erkek kardeşimin sırrını ise hala çözebilmiş değiliz.

Otobüste çektiğim sigara eziyeti üniversiteyi okuduğum 1987-1992 arasında da sürdü gitti. Dumana ve iğrenç kokuya dayanabilmek bazı yöntemler geliştirdim. Bir gün önce hiç uyumayıp, 12 saatlik yolun 10 saatinde ağzımı burnumu kapatıp uyumak… 1, 2, 3 ya da 4 no’lu koltuklarda oturmak (böylece yalnızca arkada oturanın dumanına maruz kalırdım)… Bebekli kadınların yanlarını (özellikle) tercih etmek gibi…

* * *

Haberin Devamı

Otobüsle seyahat edenler bilir. Birbirini tanımayan erkekler ve kadınlar otobüslerde yan yana koltuklarda oturamaz (“Bağyan Yanı” kuralı). Uçak seyahatlerinde otururlar ama otobüslerde oturamazlar. Buradaki “anafikir” nedir bilmiyorum. Tahminlerim şunlar:

a) Uçakta, yanındaki kadını taciz eden adamı dövmek daha kolaydır. Otobüs tacizcisini dışarı atmak için otobüs yavaşlar ve sapık atılır. Oysa uçakta kapıyı açmak söz konusu olamaz. Tacizci yol boyunca dayak yemeyi göze almalıdır.
b) Uçağa binenler daha fazla para bayılır. Paralı insanların (her nedense) daha medeni oldukları kabul edilir. Medeni insan taciz etmez.
c) Uçak korkusu erkeklerde testosteron hormonunun çalışmasını engeller. Yanına Deniz Akkaya otursa bile, adam korkudan dört buçuk attığı için kimseyle ilgilenmez.
d) Hiçbiri.
e) Hepsi.

Haberin Devamı

“Bağyan Yanı” kuralı her ne kadar otobüs şirketinin “sorgusuz sualsiz namus koruma” uygulaması olsa da iyidir. Uyuyan bazı erkeklerin ellerini ayaklarını, ağızlarını burunlarını nereye koyacakları belli olmayabilir.

Ayrıca, cinselliği basım basım bastırılmış, genelevlerinden vergi rekortmenleri çıkmış, tecavüz konusunda yaş, dil, din, ırk, cinsiyet, insan-hayvan ayrımı gözetmeyen güzide yurdumun bir kısım erkek insanının saldırganlık hormonları her daim zirveye vurabilir. Bu nedenle “bağyan yanı” uygulaması iyidir, hoştur, güzeldir.

Hayatı boyunca koruma, kollama, sığınma, acıma, acındırma duygularından ve eylemlerinden köşe bucak kaçan bendeniz de “Bağyan Yanı” kuralına seve seve boyun eğdim. Hatta bir gün abarttım ve bu bana pahalıya mal oldu.

* * *

Haberin Devamı

Adana’dan İstanbul’a gidiyordum. 3 numaralı koridor koltuğu benimdi. 1 ve 2 numarada birbirini tanıyan ancak pek konuşmayan bir kadın ve adam vardı. Adam da koridor koltuğundaydı. Yani bir nevi yan yana oturuyorduk. Ben koltuğuma sinmiş zırlıyordum. Üniversiteye yeni başlamıştım ve hayatımın aşkını bulduğumu sanmıştım. Şubat tatili nedeniyle eve gitmem gerekmişti. Bu acıya (!) nasıl dayanacaktım? Kendimi Ferhat’ın Şirin’i, Kamber’in Arzu’su, Romeo’nun Jülyet’i gibi hissediyordum. Sanki 15 gün değil de 15 yıl ayrı kalacaktık.

“İçimiz cayır cayır yanarak” ayrıldık. Otobüse bindim, yerime oturdum ve ağlamaya başladım. 2 numaradaki adam sürekli bana bakıyordu. Bir paket uzattı, içinde leblebi vardı. “Almaz mısınız” diye söze girdi. Ardından “Ne oldu, neden ağlıyorsunuz, lütfen ağlamayın” dedi. Salak, lanet, gıcık ve uyuzdum. “Leblebi istemiyorum… Yok bir şey” dedim. Kafamı çevirdim. Radyoda sanki inadına “Ağlamaaaa yaaar, ağlamaaaaa aaaanam..” diye bir şarkı çalıyordu. Daha beter ağlamaya başladım ve sızdım.

2 numaradaki adam bir daha iletişim kurmaya çalışmadı. Ara sıra göz göze geldik, o kadar. İstanbul’a kadar yol uzundu, üç kez mola verildi. 1 ve 2 numaradakiler dışında herkes iniyordu, yemek yiyordu, tuvalete gidiyordu. Onlar hiç inmedi. İstanbul’a geldik. Otobüsten atladım, eşyalarımı aldım. O an 1 ve 2 numaranın neden yerlerinden hiç kalkmadığını anladım. Ayakları sakattı, ikisi de koltuk değnekleriyle zar-zor yürüyordu. Kafamdan aşağı kaynar sular boşandı. Dondum kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Gidip ayaklarına kapansam dangalaklığımı affeder miydi acaba? Bunu hala bilmiyorum.

* * *

Bu olayın ardından otobüslere ve yolcularına daha tahammüllü hale geldim. Yanı başımda zırlayan, ayağımın dibinde uyutulan çocuklara, kabuklu yemiş yiyenlere, Adana’dan elinde dürümle binenlere, ayakkabısını çıkarıp ayaklarını havalandıranlara, koltuğunu kucağıma kadar indirenlere, bozuk koltuklara, bağıra çağıra sohbet edenlere, horlayanlara, sarhoşlara…

Çünkü ben de beş yıl boyunca İstanbul’a, biberli ekmek, ıspanaklı börek, içliköfte vs taşımak zorunda kaldım. Dört yengem de, ailemin bu yemeklerin Adana’da yapılan şeklini çok özlediğini düşünüyordu. Onlara hiçbir zaman engel olamadım. Yemekler, çok iyi korunduğundan ortalığı hiç kokutmadım ama “kokutma riski” bile beni strese sokmaya yetiyordu.

2000’li yıllarda ise artık hiçbir şeye tahammül edemez hale gelmiştim. Yıllar sonra annem ve babamla birlikte otobüse bindim. İstikamet önce Antakya, sonra Adana’ydı. Antakya’daki köyümüze gidiyorduk. Her tarafından sular akan, ağaçlarından dört mevsim meyveler sarkan, sokakları defne kokan Döver Köyü… Köydeki akrabalarımızdan hastalık haberleri geliyordu. Bayram fırsat olmuştu.

Hatay’ın özellikle Arap ülkelerinde çok tanınan otobüs firması Hatay Has’tan biletleri aldık. Annemle babam bavulları dışında, iki koca kutu hazırlamıştı. İyice bantlayıp, bir de dışından iple bağlamışlardı. 60’larına gelen iki insanın bu kadar yükü taşımasının özel bir nedeni vardı. Kutulara evdeki eski kitaplar konmuştu. Kitapları artık köydeki çocuklar okuyacaktı. Köye yıllar yılı giysi, ayakkabı vs taşımışlardı, bu kez kitap taşıyorlardı.

* * *

Bizim köyde halkın anadili Arapça’dır. Köylülerin bir bölümü yıllar önce Almanya’ya gittiği için yaz tatillerinde köyümüz üç dil konuşulan bir yer haline gelir. Almanya’dakiler çocuklarına Türkçe’yi de Arapça’yı da mutlaka öğretir. Çocukları Almanya’da okula gittiği için, üzerine İngilizce ya da başka diller öğrenirler.

15-20 yıl önce çocuklar ilkokul çağına gelene kadar Türkçe bilmezlerdi. Bu nedenle altı yaşında okula giderler, bir yıl Türkçe eğitimi alırlar, sonra da birinci sınıfa başlarlardı. Ardından bazı aileler çocuklara Arapça öğretmemeyi tercih etti. Çünkü çocuklar okulda çok zorlanıyordu. Neyse ki o dönem kısa sürdü. Şimdi iki dili birden öğretiyorlar ve “Türkçe hazırlık sınıfı”na da gerek kalmadı.

Köyümüzde çocuklar mutlaka okutulur. Kız-erkek ayırımı da yapılmaz. Ayırım yapmak akıllarına bile gelmez. Öyle bir kavram yoktur. Cinsiyeti ne olursa olsun çocuklar sevilir, anne-baba şiddeti görmez. Köyde özgür bir ortamda büyürler. Kadınlar ve erkekler tarlada (önemli kısmı evde de) birlikte çalışır.

Köyde birbiriyle aynı ismi taşıyan onlarca insan vardır. Birbirlerinden ayırt edilmeleri için iki yöntem kullanılır. Birincisi her birine lakap takmaktır, ikincisi ise isimlerini annelerinin ismiyle birlikte anmak. Örneğin dayıma Ali Selma, kardeşim Ali’ye ise Ali Semiha derler. Yani, bizim köyde kadınlar önemlidir.

* * *

Annem, babam ve ben burnumuzda defne kokusu tüte tüte otobüse bindik. Annemle ben 3 ve 4 no’lu koltuklara, babam arkada bir yere, oturduk. Annem bangır bangır bağırtılan radyonun kanalının değiştirilmesini ve Galatasaray-Denizlispor maçını dinlemeyi istiyordu. İki muavin vardı, ilk yakaladığımıza rica ettik. Sanki başka bir dil konuşuyormuşuz gibi oralı olmadı, hatta gitti. İkinci muavin geldi, ona da rica ettik. O da birincisi gibi ne dendiğini pek anlamadı. Kadınların radyodan maç dinleyebileceği gibi bir şeyi beyni almıyordu. Onun gitmesine izin vermedik. “Sizden isteneni yapmanız için erkek mi olmamız gerekiyor” diye bağırdım. Erkek gibi olmamız değil de erkek gibi bağırmamız gerekiyormuş. Onların dünyasında işler “höt-zöt”le çözülüyormuş. İstediğimizi yaptı. Kanalı bulamasa da epey çaba gösterdi.

Otobüste sanki sürekli gürültü yapılması gerekiyordu. Oysa otobüse bindiğimizde muavinlerden biri şu anonsu yapmıştı: “Sayın yolcular, iyi yolculuklar… Otobüsümüzde yüksek sesle konuşmak, kabuklu yemiş yemek, ayakkabıları çıkarmak yasaktır”.

Radyoda en abuk pop, arabesk, fantezi türü şarkıyı dinledikten sonra televizyon işkencesine start verildi. İstanbul’daki patlamaların üzerinden yalnızca iki gün geçmişti. Taze anılarımızı ve acılarımızı hatırlatmaya dönük bir savaş filmi izlemeye başladık. Filmdeki insanlar çok az konuşup, sürekli birbirini vuruyordu, kanlar fışkırıyordu. Yine delirdim. “Bu filmi değiştirin, vahşet izlemek istemiyoruz, televizyonda yeterince gördük zaten” dedim. Film kaldırıldı, yerine çizgi film kondu.

Bu arada arkamda oturan kadın sesini yükselterek, “Ben film izlemek için otobüse bindim, çizgi film mi izliyceeeezzz” şeklinde ciyakladı. Kadın aslında zengin olduğunu anlatmaya çalışan cümlelerin ardından bunu söylemişti. O aslında, tatillerini Paris’te, Londra’da, Havaii’de geçiriyordu. Arada kayağa gidiyordu. İşinde çok ama çok yoruluyordu, evde yorgunluktan tv izleyemiyordu. Otobüse yalnızca film izlemek için binmişti (yoksa uçağa bineceği kesindi, fedakarlık yapmıştı). Katil olmamak için ona herhangi bir yanıt vermedim. Zaten muavin de kasedi değiştirmeye cesaret edemedi. Zafer benimdi.

* * *

Toplu taşıma araçlarında, kapalı mekanlarda sigara içilmesini yasaklayan yasanın ardından otobüse fazla binmemiştim. “Oh ne güzel, sigara da yasak, güzel güzel yol gideceğiz” diye düşünüyordum. Mutluluğum çok uzun sürmedi. Şoför bir sigara yaktı. Hazır muavini haşlamışken şoföre de el atmaya karar verdim. “Şoför bey, sigara yasak değil mi?” diyecek oldum. “Şoförlere yasak değil” dedi. O kadar kendinden emindi ki ona muavine yaptıklarımı yapamadım. Ama gözüm üzerindeydi. Beşinci sigarasında pencereyi açmayı unuttu. Fırsat bu fırsattı. “Bari pencereyi açıp için, boğuluyoruz burada” diye ciyakladım. Camı açtı.

İkinci şoförün de sigara içtiğini gördükten sonra 15-16 saat işkence çekeceğim kesinleşti. Tarih tekerrür ediyordu. Mola verdiğimiz ilk yerde 154’ü aradım. Ümidim trafikti. Onlar da şoförü doğruladı. O zaman sigara yasağının ne anlamı vardı ki? Bu işin üzerine gideceğim yönünde kendi kendime yeminler ederek uykuya daldım.

Sabah erken saatlerde önce Adana’ya vardık. Üç saat sonra da Antakya’ya. Sıcak insanlar, temiz hava, güneşli gökyüzü, güzel yemekler bizi bekliyordu. Şoförleri, muavinleri, buz gibi otobüsü, carlayan kadını, 154’ü, canlı bombaları, iş curcunasını, her şeyi ama her şeyi unuttuk. Defnelerin kokusunu içimize çektik.

Mine KILIÇ

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!