Herkesin bir hunisi var

Güncelleme Tarihi:

Herkesin bir hunisi var
Oluşturulma Tarihi: Ocak 25, 1999 00:00

Haberin Devamı

Neden mutlu olmaya çalışmak yerine, mutsuz olmak için bir neden buluyoruz?

Çoğumuz psikolog yüzü görmemişizdir; çünkü psikoloğa gidenlere ‘deli’ gözüyle bakar, psikoloğa gitmekten korkarız, bu damgayı yememek için. Bu yüzden, önce bireysel olan problemlerimizi, zamanla topluma yansıtır ve mutlu olmanın yollarını aramak yerine, mutsuz olmak için bir neden buluruz. Aslında herkesin bir ‘huni’si var. Ancak insanı inşa ederken, huniden atılan harcın ölçüsü çok önemli. Ölçü bir kere kaçtı mı, ya sorumsuz ve doyumsuz insanlar, ya korku ve kuruntulu tipler, ya da Türkiye'de olduğu gibi kendini değersiz ve üretme kabiliyetinden uzak gören insanlar ortaya çıkıyor.

Bu yazı, bir süre önce kaleme aldığımız ‘Evlilik Araştırması’ konulu dizi yazının ‘‘Ben olmadan biz oluyoruz’’ başlığından çıktı aslında. Evliliklerdeki mutsuzlukları ‘Ben olmadan biz olmamıza’ bağlayan sosyal psikologlar kendilerine ve bize gelen sorular üzerine ‘‘Nasıl ‘ben' olacağımızı, neden bireyselleşemediğimizi’’ anlattılar. Yazıda aile ilişkilerinin, özellikle son zamanlarda nasıl mürit-şeyh ya da çek-senet ilişkisine dönüştüğünü görecek, çocuklarınıza nasıl davranmanız gerektiğinin ipuçlarını yakalayacaksınız. Mutluluğun reçetesini bulamayacaksınız belki ama neden bireyselleşemediğinizi düşüneceksiniz. Önce kendinizi değiştirmek, sonra çocuklarınızı yetiştirmek için...

‘‘USANDIM, kendini başka insanlarda çözmeye çalışanlardan...’’

Çoğumuz Murathan Mungan gibi usanmıştır aslında, ancak pek çoğumuz da kendi sorunlarını başkalarında çözmeye çalıştığını hala itiraf edemiyor. Belki dürüst ve maskesiz bir karakterin çıplaklık hissi uyandırması, belki ‘‘dışlanırım, aşağılanırım’’ korkusu, belki de başkalarının hareket alanını tüketen bencilliğimizdir bu gecikmiş itirafın nedeni.

Herşey çocukluğa dayanıyor aslında. Çocuk olamadan genç, gençliği yaşamadan yetişkin kabul ediliyoruz. Olgunlaşamadan olgunlaşmış sayılıyoruz. Farklı beklentiler, farklı yanıtlarla karşılaşınca sorunlar başlıyor.

Gülhane Askeri Tıp Akademisi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanlığı’ndan Tabip Kıdemli Albay Prof.Dr. Ünsal Söylemezoğlu bu ilişkiyi ‘huni’lerle açıklıyor: ‘‘Herkesin bir hunisi var. Doğumdan itibaren bu huniye önce ebeveyn, ardından da toplum tarafından birşeyler atılmaya başlanıyor. Huniden aşağı ilk giden, ait olma duygusu. Onu yasak, ayıp, günah kavramları izliyor. Otoriteye zamanla örfler, ahlaki, dinsel ve toplumsal öğretiler de ekleniyor. Huniden atılanlar ince yerinden geçip çocuğun içine siniyor ve çocuğu inşa etmeye başlıyor.’’

Söylemezoğlu'na göre çocukta ‘ben’ ve ‘ben olmayan’ diye bir kavram yok; çünkü herşey çocuğa ait. Doğumundan itibaren herşeyi kendi gibi yaşamaya başlıyor çocuk, kendi arzularına göre. Örneğin karnı acıkıyor; annesi mamasını hazırlamaya çalışırken çocuk bas bas bağırıyor. Anne de mutfaktan karşılık veriyor: ‘Patladın mı, bak işte soğutuyorum’ diye. Ama çocuk duymuyor. Çünkü gerçek diye bir kavram yok çocukta. Herşeyi zevk ve acı prensibiyle yaşıyor. Birgün anne ağzından memesini çekiveriyor çocuğun. O andan itibaren çocuk ‘benim dışımda birşeyler var’ demeye başlıyor. Bir anlamda ‘ben’ ve ‘ben olmayan’ yavaş yavaş birbirinden ayrılıyor ve dünyanın realiteleri ortaya çıkıyor. Çocuk kendiyle gerçek arasında ilişki kurmak zorunda kalıyor.

HARCIN ÖLÇÜSÜ KAÇARSA...

Çocuk bu aşamada fiziksel ve psikolojik ihtiyaçları nedeniyle istemese de anne-babaya bağlı durumda. Sevilmek, beğenilmek, hoşlanılmak, onaylanmak, takdir edilmek, dikkatin merkezinde olmak istiyor. 2-2.5 yaşına rastlayan bu dönem psikolojide ‘‘bağımsızlaşmanın başladığı dönem’’ olarak değerlendiriliyor. Kendi kararını kendi vermek, kendi yaşamıyla ilgili birtakım şeylere kendi sahip çıkmak istiyor. Bu, önce kıyafetini seçmekle başlıyor. Kendi seçimlerini kendisinin yapmasına izin verildiği takdirde de bireyselleşmenin taşları yavaş yavaş yerini buluyor.

‘‘Bir şeyin huniden nasıl atıldığı çok önemli. Atılan şeyleri yapmak zorunda hissederiz. Dünyanın varolan ilişkileri, bize hep zorundalık olarak geliyor. Anne, babaya saygı göstermek, dini vecibelerimizi yerine getirmek zorundayızdır. Çalışmak, okumak zorundayızdır. Bu bana çok acı veriyor.’’

İnsanı bir bina gibi düşünecek olursak, temelini oluşturan iki önemli harç var; eğitim ve disiplin. Bu iki harcın öylesine doğru oranlarda karıştırılarak insana verilmesi gerekiyor ki, en ufak bir ölçü fazlası ya da eksiği, ileriki yıllarda duvarların sarsılmasına hatta yıkılmasına neden olmasın! Mesela, aşırı sevgi ve gevşek eğitim sorumsuz ve doyumsuz, sıkı eğitim ve sıkı disiplin ise korku ve kuruntulu tipler yaratıyor. Yetersiz sevgi ve gevşek eğitimle de donuk insanlar ortaya çıkıyor.

Söylemezoğlu'na göre, Türk toplumunun büyük bir kısmı, aşırı disiplin ve eğitim altında boğulduğu için kendini değersiz ve üretme kabiliyetinden uzak gören insanlardan oluşuyor.

ÇOCUKLAR SÜNGER GİBİ

‘‘Bu harcın ölçülerini nasıl belirleyeceğiz’’ sorusuna ise Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu Öğretim üyesi Doç.Dr. Aliye Mavili Aktaş açıklık getiriyor: ‘‘Aslında çocuk neyi ne kadar istediğinin ve nerelerde açlık hissettiğinin mesajlarını verebiliyor. Anne ve baba ne kadar empatik (kendini karşıdakinin yerine koyma) olabiliyorlarsa, o çocuk için o kadar iyi oluyor’’

Birey yetiştirmenin zorlukları sadece huniden belli başlı bilgileri ve kültür birikimlerini atmakla da sınırlı değil. Çünkü bir çocuğa yeterli ölçüde eğitim ve disiplin verilebilse de, aile içi ilişkiler zaman zaman bu iki faktörü örseleyebiliyor. Anne-baba arasındaki diyaloğu en ince ayrıntısına kadar gözlemleyen çocuk, bu iki insan arasındaki dürüst ya da ikiyüzlü ilişkiyi de yakalayabiliyor.

Örneğin kocasını gülücüklerle işe yollayan kadın, kapıyı kapatır kapatmaz çocuğuna dönüp ‘‘Bu senin baban var ya!’’ diye yakınmaya başlayınca çocuk bilinçaltında ciddi ikilemler yaşamaya başlıyor. Kendisine annesini rol-model olarak seçen kız çocuklar ileriki yaşamlarında aynı ikiyüzlülüğü gösterme eğilimi sergilerken, erkek çocuklarda da kadınlara karşı güvensizlik oluşabiliyor. Bu yüzden Söylemezoğlu ve Aktaş, ebeveyne çocukların ‘‘sünger’’ misali etrafında olup biten herşeyin etkisi altında kaldıklarını unutmamaları gerektiği uyarısında bulunuyorlar. Ebeveynden ‘‘Bu benim eşimle olan ilişkim, biz sevişiriz de, kavga da ederiz’’ demelerini bekleyen iki uzman bu sözleriyle, çocukların erişkinlerin dünyasının fırtınalarından uzak tutulması gerektiğini belirtiyorlar.

İlişkilerdeki bermuda şeytan üçgeni

Aslında insan ilişkilerinin matematiksel bir yönü var. Eşkenar bir üçgenle tanımlanan bu ilişkiler zincirinde ortada bulunmak mümkün değil. Mutlaka, köşelerden birinde yer almak gerekiyor. Ve oradaki seçenekler de belli; kurban, yargıç veya kurtarıcı.

Özellikle bireyselleşme yolunda ciddi adımlar atamamış toplumlarda rastlanan bu üçgende yargıç ve kurtarıcıya sık rastlanıyor. Örneğin eve geç gelen bir adama, karısı ‘‘Nerede kaldın, kimleydin, ne yaptın’’ gibi ahret soruları sorarken, erkek derhal kurtarıcı rolüne soyunup, ‘‘Hayatım, gelecektim ama lastik patladı’’ gibi bahanelerle olası bir kavgayı önlemeye çabalıyor. Ama, işin bir başka boyutunda, bu kurtarıcı en yakın arkadaşının önünde bir anda kurban rolünü üstleniyor:

‘‘Benimki hayat mı? Nefes almama bile izin vermeyecek neredeyse’’ sözleriyle başlayan konuşmalarda, arkadaş anlayışlı ve biraz acıklı bir yüz ifadesiyle karşı tarafı teskin etmekle yetiniyor.

Prof.Dr. Söylemezoğlu, rollerin kültürel etkiler altında da kaldığına dikkat çekiyor. ‘‘Kişilere gizliden gizliye de olsa birçok mesaj veriliyor’’ diyen uzman doktor, bunun, en çok dinlenen şarkı sözlerinde saklı olduğunu vurguluyor:

‘‘Bana kaderimin bir oyunu mu bu, aldı sevdiğimi verdi zulumü...’’



Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!