Herkes kendi taşrasını yanında getirir

Güncelleme Tarihi:

Herkes kendi taşrasını yanında getirir
Oluşturulma Tarihi: Aralık 10, 2011 20:17

Barış Andırınlı’nın Hayy Kitap’tan çıkan ilk romanı Kopoy’da küçük bir taşra kasabasından İstanbul’un taşrası sayılan bir semtine geçici bir iş için gelen kahramanımız, orada kendi taşrasını yaratıyor. Kendisi de, sonradan İstanbul’a gelen yazar Andırınlı’dan onun ve kahramanının İstanbul’daki taşrasını dinledik.

İstanbul’a ilk geldiğinizde ne hissetmiştiniz?
- 1995’te üniversiteyi kazanınca geldim İstanbul’a. Aslında büyük şehre alışık sayılırdım, çünkü İzmir’den gelmiştim. İstanbul’u ilk kez görüyordum. Şehrin büyüklüğü insanın aklını başından alıyor, ama daha çok yeni bir başlangıç heyecanı vardı içimde. Yaşadığımız mekân her ne kadar İstanbul bile olsa hep belirli yerlerdi. Nisbeten güzel muhitlerden söz ediyorum tabi. Etiler, Levent, Hisarüstü... İstanbul içinde biraz daha rafine bir ortamda yaşıyordum. Kaybolurum, başıma bir şey gelir, bu şehir adamı yutar düşüncelerinden çok; tesadüf ettiğim ‘büyük’ adamlarla mukayese ettiğimde çok küçük bir insan olduğumun düşüncesi vardı daha ziyade.

Aslında İstanbul’a veya benzeri büyük şehirlere gidenler, hemen kendi taşrasını oluşturuyor. Buna siz de dahilsiniz sanırım. Roman kahramanının da yaptığı bu değil mi?
- Aslında o zaten taşrasıyla beraber geliyor. Herkes gibi... Evini sırtında taşıyan bir kaplumbağa gibi; geçmişini, eskiden işlediği suçları, günahları yüklenip geliyor. İstanbul onun için bir sınav, geçmişiyle de hesaplaşmayı planlıyor burada. Dahası, hem görevi hem de konakladığı muhit itibarıyla zaten buna da mecbur. Yani, kendine bir taşra oluşturmak zorunda kalıyor. Tüm bunlar bir araya gelince zaten kahramanımızın temel sıkıntısı meydana geliyor. Her şeyi küçük bir ofis içinde gerçekleştirmeye başlıyor, yeme içmesinden barınmasına, temizliğinden yapması gerekenlere kadar... Ama sosyalleşmesi de gerek. Bunu da o taşra psikolojisiyle bir vasıta buluyor ve o da kapının anahtar deliği oluyor.

O anahtar deliği, aslında onun dış dünyaya açılan en geniş penceresi...
- Evet, çünkü balkonu veya pencereyi değil, ofisin bulunduğu hanın koridorlarına açılan anahtar deliğini seçiyor. Ama o sayede de bütün handa ne olup bittiğini takip edebiliyor. Anahtar deliği, dış dünyaya açılabilmek için en dar delik, ama bir o kadar da en güvenlisi. Aşık olduğu kadın, Banu’yla kapının önünde yaşadığı karşılaşma -deyim yerindeyse- paniklemesine sebep oluyor. Çünkü insan içine çıkmaya ve insanlara kendini göstermeye henüz hazır değil. Delikten görmemesi gereken şeyleri gördükçe, başka hikâyelere dahil olmaya başlıyor...

OSMAN İÇİN İSTANBUL NE İSE, BANU DA O

Banu, aslında tek başına şehirli yaşantının özeti ve İstanbul gibi duruyor. İki kahramanın da ona olan aşkı, sanki İstanbul’a olan zorunlu sevgisi gibi duruyor...
- Elbette öyle. Herkesin nasıl kendi İstanbul’u varsa, herkesin de bir Banu’su var. Bu sadece romandaki kahramanlar için değil, okurlar için de böyle. Banu’nun görünüşünü anlatmamamın sebebi de bu biraz, herkes kendi kafasında istediği Banu’yu oluştursun istedim. Eli yüzü düzgün, alımlı ama bir o kadar da muğlak. Kendine güveni var ama İstanbul gibi tedirgin edici. Osman meselâ onda farklı şeyler görüyor. Şehir adına, büyük şehir adına ne varsa aklında hepsini Banu’da görüyor. Nasıl şehirde geçmişte işlediği günahlarını temize çekecekse, Banu ile de aynı şeyi yapmayı amaçlıyor. Şehvet, tutku, heyecan, aşk hepsini hem şehirden, hem de Banu’dan bekliyor Osman.

Bir şekilde Osman’ın bulunduğu alandan çıkması, hiç görmediği İstanbul’a açılması, deyim yerindeyse ‘kulübe’sinden çıkması da aslında Banu sayesinde ve onunla birlikte oluyor, öyle değil mi?
- Zaten, Osman’ın anahtar deliğinden bakmak haricinde iletişime geçtiği tek kişi Kâmil Efendi. Han kapıcısı Kamil Efendi ile, kapının önünde oturuyorlar, çünkü kulübesini terk edemiyor. Ne zaman uzaklaşıyor? Banu’ya çiçek almak için, Banu’yla veterinere gitmek için veya onun peşine gitmek istediği zaman. Zaten ne zaman uzaklaşsa, arkasına bakarak yapıyor bunu. Banu onu kışkırtıyor çünkü...

Romanın önemli dinamiklerinden birisi, Osman’ın Banu’ya olan aşkı. Nasıl tanımlamak gerek bu aşkı?
- Aslında diğer tanımlanabilir aşklar gibi bir aşktan bahsedemeyiz burada. Banu’ya olan hissi aslında tam bir aşk değil, sevgi hiç değil ama hastalıklı bir tutku bu. Yapamama, gidememe, kalamama hallerinden kurtulma arzusunu giderebilmek için Banu’ya tutunmaya çalışıyor Osman. Banu’yla gidebilme durumu bile ona heyecan veriyor. Çünkü o zamana kadar yapamadığı ne varsa onu yapacak. Taşra bağını da onunla kıracak, yeni bir sayfa açacak. Tüm bunlar aşktan büyük ihtiraslar barındırıyor. Osman’ın sahibi olduğu asırlık beşerî miras, ki bu taşralılıktır, ondan kurtulabileceğine olan inancı Banu’ya olan tutkusuyla vücuda geliyor. Buna ne kadar aşk deriz, tam bilemiyorum. Belki de hayvanî bir güdü bu...

Peki bu hayvanî güdü, Osman’ın içindeki sadık tarafı, marazi bir ‘köpekleşme’ye çeviriyor diyebilir miyiz?
- Köpekleşmeyi imge olarak kullanırsak evet öyle, yoksa tek başına ‘köpekleşme’ çok basit ve yanlış bir tespit olur. Ancak roman boyunca yaşadıkları, onun bu dönüşümünü hızlandıran şeyler oluyor. İstanbul’a geldiğinde saf insanî tarafları daha ağır basmasına rağmen, hiçbir insanla iletişime geçmediğini, yabani bir hayvan gibi uzak davrandığını görüyoruz. Bir o kadar da özünü koruyor, çünkü saf bir yanı var, ahlâkî birtakım değerlere sahip çıkıyor hâlâ. Osman Banu ile tanışmasa bu şekilde kalıp, vazifesini tamamlayıp memleketine dönecek. Ama ne zaman Banu’yla karşılaşıyor, o zaman İstanbul’u da görmeye başlıyor ve artık dönülmez bir yola giriyor...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!