ERGUVAN'I UÄžURLARKEN... BoÄŸaz'a, sandal sefası'na, mehtâba buyrun...Ä°stanbul'da, "erguvan zamanı" baharın en güzel dilimi. Sonuna yaklaşırken, güller tomurcuklanır;

Güncelleme Tarihi:

ERGUVANI UĞURLARKEN... Boğaza, sandal sefasına, mehtâba buyrun...İstanbulda, erguvan zamanı baharın en güzel dilimi. Sonuna yaklaşırken, güller tomurcuklanır;
OluÅŸturulma Tarihi: Haziran 07, 2000 00:00

ERGUVAN'I UÄžURLARKEN... BoÄŸaz'a, sandal sefası'na, mehtâba buyrun...Ä°stanbul'da, "erguvan zamanı" baharın en güzel dilimi. Sonuna yaklaşırken, güller tomurcuklanır; evvela, sarılı kırmızılı goncalar "Ceee..." der.Benim doÄŸum günüm arifesinde, önce kandil kandil at kestaneleri dallara yürür. Sakız beyazı manolyalar kapıdadır, ama rüzgârın sertlik dozuna göre nazlanırlar. Manolya hep dalında durmalı, koparılmamalıdır. Kazara koparıldı ise, asla koklanmamalıdır; anında sararıp solar. Yaa, taze gelinin nazından beter...At kestanelerinin kırmızısı da var. Ama, o kırmızının tam tonunu anlatmakta benim kelime hazinem kifayetsiz kalıyor. Nar çiçeÄŸinin en kırmızımtırak koyu tonu mu desem, yoksa gül kurusundan kırmızıya geçerken ki son istasyon mu? Gel de, çık iÅŸin içinden. Harika birÅŸey. BoÄŸaziçi'nde, her iki yakada da, birkaç yalının bahçesinde nadide numunelerimiz mevcut. Her bahar nefesimi tutuyorum, baÅŸlarına bir ÅŸey gelmiÅŸ olmasın diye... Sonra, o kızıl kandilleri görünce, ruhumda bir ferahlık ki, sormayın gitsin. Bu sene de varlar; bir tatil günü atlayın gelin, görün.(Farkında mısınız, ülkenin istikrarsızlığı; her alanda, nereye gittiÄŸi belirsiz, ama çok ani yaÅŸanan deÄŸiÅŸim, hepimizi "gündelik" yaÅŸamaya itiyor. En azından, beni. Bu bahar ben varım, erguvanlar var, kızıl kandiller açtı; canım saÄŸ, bol bol çilek yedik... Gelecek sene ne olur? Hiçbirimiz yerinde olmayabilir ya da tam kadro hayatta ve mutlu olabiliriz. Ben, bu yılın "hasadı" ile yetinip yüreÄŸimin tüm içtenliÄŸi ile şükrediyorum.)Küçüksu'nun karşı yamacını sarı sarı katır tornakları sarmaya baÅŸladı. Bizim mahallede hâlâ var. Aynen ÅŸarkıda olduÄŸu gibi, ayva çiçek açtı mı, yazın baÅŸlangıcıdır. Alev alev çiçekleri ile ruhları tutuÅŸturan nar çiçekleri açtı mı da, vay halimize; yaz, yarı yolu çoktan kat etmiÅŸ demektir. Yaz elimizden kayıp gidiyor korkusu yüzünden, o zarif nar çiçeklerinde, daima coÅŸku ve hüzün beraber gider. Ä°lk nar çiçeÄŸi gördüğünüzde, ruhunuzda hareketlenen sıcak esintilere kulak verin, derim.Erguvan, BoÄŸaziçi, Çatalca ve kısmen Adalar'ın süsü... Birileri, her koru ya da orman yangınından sonra, nedense, ÅŸehrin orasında burasında çam ormanları kurmaya kalkar. Beyhude çaba diye buna deniyor herhalde... Büyük, geniÅŸ yapraklı aÄŸaçlar ekilmeli ki, yanlıştan dönülsün, aÄŸaçlar da kolay tutuÅŸmasın. Zira, çam dediÄŸin bir kibrit çakmaya bakıyor. Ä°ÄŸne yapraklılar, adı üstünde, Marmara çırası gibi bir anda kül oluyor.Bu ÅŸehr-i Ä°stanbul'un bulvarlarını ise, ıhlamur ve erguvan aÄŸaçları ile bezemek ÅŸart. Avrupa'da çoktan uyandılar, boÅŸ buldukları her yere ıhlamur ekiyorlar. Bizim Küçüksu'da anayol giriÅŸinde, iki yanda ıhlamur aÄŸaçları var. Haziran başında, hele dingin gecelerde burcu burcu kokar. Sanki, ağır kokudan sokaÄŸa giremezsiniz. Rüzgâr efil efil estiÄŸinde, ıhlamur kokusu taa balkona taşınır. Ihlamur koklamak için, balkona çıkış baheneleri yaratılır. Çamaşır çoktan toplanmıştır, ama, her nasılsa, biri balkonda unutulmuÅŸtur. Sonra, "Ya, çiçekleri sulamış mıydık?"a sığınılır. Tüm bu ufacık hileler, iÅŸin gerçeÄŸi, tabiatın bahÅŸettiklerine, benim nacizane şükranımın ifadesi.Ä°ddiasız, ama zarif çiçekleriyle, badem ve erik aÄŸaçları... Minik erikleri yerden toplamaya baÅŸladım bile. Bilye büyüklüğünde bir avuç toplamıştım. Canım'la yedik geçen gün. Kıkır kıkır gülerek, çocukluÄŸumuzda aÄŸaçlara tırmanıp erik aşırdığımız günlerine gittik. Sırayla öbür aÄŸaçlar da, birbirinden güzel gelinler olurken, sessiz sedasız ÅŸebboylar, gülümseyen sümbüller ve leylaklar açar... Mor ve pembenin cümbüşü, leylak ve sümbülle yaÅŸanır. Tabii, bir de akasya türünün o en "estetik" yaratılmışı, mor salkımlar ile... Mor salkımı gördün mü, bil ki, BoÄŸaz tepelerini erguvan sarmıştır. Her iÅŸi bırak, bulduÄŸun deniz üzerinde seyreden ilk nesneye atla, temaÅŸaya dal.Papatyaların hükümranlığı altındaki çayır çimende ise, bizim karşıdaki bostanımız da dahil, her yanı çoktan, mini minnacık mine çiçekleri, ebegümeci ve hindiba sarmıştır.Ruhlarımızı ise, erguvanın eflatuni pembeliÄŸi. Yeni yetme yaÅŸlarımdan beri, BoÄŸaziçi'nin yamaçlarını hiçbir mahir çiçekçinin beceremeyeceÄŸi tarifsiz güzellikte buketlerle süsleyen erguvan aÄŸaçlarının varlığını, kendi servetimmiÅŸ gibi benimsedim.Bir iki hafta evvel, Canım, iÅŸ çıkışı geldi. Ben de, her zamanki gibi gecikerek, akÅŸam yemeÄŸi hazırlıyorum. Küçük Beyimiz resmen burnundan soluyor, celallenmiÅŸ. "Ne oluyor güzelim, ne var?" demeye kalmadı, anlatmaya baÅŸladı: "Serviste geliyoruz. BoÄŸaz Köprüsü'nü geçerken baktım, erguvanlar açmış." Canım da BoÄŸaz çocuÄŸu, hemen heyecanlanıp haykırmış: "Ayyy bakın, erguvan aÄŸaçları açmış. Demek ki, bahar sahiden geldi..." Minibüsteki servis yolcularından bir genç kız, "Ne aÄŸacı dedin Abi, anlamadım" demez mi? Canım'ın, kıza, yüzünde baÅŸtansavıcı bir tebessüm, yüreÄŸinde ise, 'Bu ne cehalet?' dercesine, katmerli bir nefretle baktığına eminim. Bense, "köyden yarın gelmiÅŸ", her nasılsa iÄŸreti bir iÅŸ bulmuÅŸ, bu zavallı kızcağız için üzüldüm. Erguvan'ı tanımıyordu... Yazık...Erguvangiller'in Latince ismi "Caesalpiniaceae." Bizdeki erguvanlar, yani "cercis siliquastrum", bildiÄŸimiz akasya familyasından. Farsça olan kelime iki türlü okunuyor: "Erguvan" ya da "Ergavan." Ansiklopediler, pembe kırmızı dumanlı çiçekleri yüzünden, erguvanı süs aÄŸacı olarak sınıflandırıyor.Eskiler, Kırmızı Åžarap'a "Åžarab-ı erguvan" dermiÅŸ. Ada çayının erguvani kırmızı renginden de söz edilir.Madencilikte, bir altın tozunun kalay-II klorür ve kalay-IV klorürden meydana gelen bir karışımla indirgenmesinden elde edilen çökeltiye de "cassius erguvanı" ya da "Mineral erguvan" deniyor. Çok güzel erguvan rengindeki bu bileÅŸik, çinicilikte kullanılıyor. "Çivit erguvanı" ise, sülfatlanmış çivit.Erguvanla ilgili kıyamet nerede kopuyor, oraya geliyoruz. "EskiçaÄŸ erguvanı" biraz katliamla karışık. Romalılar, imparatorların pelerinlerini boyadıkları erguvan rengini, "murex brandaris" denilen bazı yumuÅŸakçalardan çıkarırmış. Ama, binlercesini öldürmek pahasına. Erguvan rengini nadir kılan da bu. Neyse, iki bromlu çivitten oluÅŸan bu boya maddesi, günümüzde sentetik yoldan elde ediliyor. Katliam Sierra Leone'de devam ediyor, ama hiç olmazsa "murex brandaris" soyu kurtulmuÅŸ.Akdeniz ikliminde görülen erguvanın en yaygın türü, "cercis siliquastrum"un boyu 8 m.'yi buluyor. Aslında, boyu 2 ila 10 m. Arasında deÄŸiÅŸen aÄŸacın gövdesi iÄŸri büğrü, odunu sert, iyi cila tutuyor. (Bu da kıyıma uÄŸramaz, inÅŸallah!)Kışın yapraklarını döküyor. Çiçekler gövdeden doÄŸrudan çıkıyor. Sonradan süren yaprakları koyu yeÅŸil, yürek ÅŸeklinde. "Yürek yapraklı" bir aÄŸaç, ne büyük nimet!...Katolik Kilisesi bir âlemdir. Hıristiyan düşmanı bildiÄŸi herkes, her ırk ya da millet alehine efsane üretmekte üstüne yoktur. Ne hikmettir bilinmez, Hıristiyanlar da tüm bu "mesnetsiz" hikayelere inanırlar. NeymiÅŸ efendim, erguvanın Hıristiyan dünyasındaki ismi, "Yahuda aÄŸacı" imiÅŸ???? Bizim aÄŸacımızın önceleri beyaz olan çiçekleri, Ä°sa Peygamber'i Romalılar'a ihbar edip çarmıha gerilmesine sebep olan havarisi Yahuda, kendini bu aÄŸaca asınca, ya kandan ya da utançtan o kızıl pembeye dönüşmüş.Altı mor sümbüllü baÄŸ... Sümbülün rengi tamam da, ya erguvan? Asıl bu rengi nasıl anlatmalı?Roma imparatorları -ama, sadece onlar- erguvan renkli pelerin giyebilirdi. Erguvan, tuhaftır: eflatun desen deÄŸil, mor hiç deÄŸil, pembe deÄŸil, kırmızı da deÄŸil. "Erguvani", eflatunla karışık kırmızı gibi. Çiçekçilikte, "erguvanî", bazı çiçeklerin al rengi için kullanılıyor. Ada çayının erguvanî kırmızı rengi gibi.Bence, erguvan, herkesin kendine has bir "erguvan"ı olsun diye böylesine esrarlı.Ama, o esrarengiz rengin bizi alıp olmadık, bizden uzaklaÅŸmış güzel günlere götürdüğü kesin. Hani ÅŸu, insanların biribirlerine "Bu ne hal yahu? Lodosa tutulmuÅŸ uskumruya döndük vallih! DediÄŸi günlere.Ortaokul senelerimde, babamın subaylık vazifesi nedeniyle Ankara'da idik. Annem, kış günlerinde, öğle yemeÄŸi için uskumru hazırlardı. Hem kolay. Hem ucuz, hem çok besleyici. Öğlenci idim o zamanlar. Babam 35 kuruÅŸ harçlık verirdi; abur cubur yemez, ondan da artırırdım. Uskumru ve palamut ucuzdu; zira, biz yiyebiliyorduk.Uskumrular pek tombuldu; hepsinin tadı hâlâ damağımda, Karadeniz'den geliyorlardı. Karadeniz'de uskumru varsa, BoÄŸaz'da da vardır. O zamanki aklımla bu lezzetli ve ÅŸiÅŸko ÅŸeyin nereden geldiÄŸi pek umurumda deÄŸildi. Ancak, okula gidince her zamanki sıska halime zıt, karnımın niçin o kadar ÅŸiÅŸ olduÄŸunu izah etmekte zorlanıyordum. Malum, çocuk kısmısı pek meraklıdır, durmadan hayali senaryolar üretir.Görüyorsunuz iÅŸte, erguvan derken, birden nerelere geldik. Hemen erguvana dönelim. Erguvan zamanı, Osmanlı'da 18. ve 19. yüzyıllarda padiÅŸahların BoÄŸaziçi'ne sandal sefalarını baÅŸlattığı günlerdi.Belki, bana inanmayacaksınız. Ama ben, Sultan Mahmud I, Sultan Selim III'ün ve onların muhteÅŸem romantizmini aktaran Ahmet Refik Altınay'ın yalancısıyım.Selim II, malum ÅŸairdi. ÅžairliÄŸi sadece "Ä°lhami" mahlasıyla ÅŸiir yazmasından ötürü deÄŸil, elbette. Tüm benliÄŸinin güzel olana açık oluÅŸu idi, onu ÅŸair ruhlu kılan.Tam da Fransız Ä°htilali'nin patlak verdiÄŸi sene tahta çıkışı, imparatorluk için, herhalde, hayırlı oldu. Ama, onun için?Sultan'ımız Efendimiz, bir "ÅŸarkı"sında, "Gice bir yaÄŸlı piyadeyle geçüb deryâde..." diye hoÅŸ bir deniz gezintisine davetiye çıkarıyor. Ama, tenezzühün vaktini geçiÅŸi pek uygun: "Ãœsküdar'a gidelim, geldi çün vakt-i leylakBir iki saz ile al dilberi, gel zevkine bak...""Leylak vakti" ve Ãœsküdar deyince, orada duracaksınız. Ne de olsa, komÅŸu semtimiz. Günümüzde, sadece alışveriÅŸe gidip kalabalığından sıkıldığımız ya da aktarma için uÄŸradığımız bir yer gibi görünebilir, çoÄŸu kez. Fakat, güzel camileri ile ruhaniliÄŸini ve estetiÄŸini hâlâ koruyor, onca sıkışıklığın ortasında.Peki, padiÅŸah Ãœsküdar'a nasıl gelecek? Herhalde azman Laz motorları ile deÄŸil! Kayıkla...Daha Sultan Ahmed III döneminde baÅŸlayan batı meftunluÄŸu Selim II devrinde, (1789-1808) iyice doruÄŸa çıkmıştı. Ancak, BoÄŸaz sefalarının baÅŸlangıcı Sultan Mahmud I'in hükümranlık yıllarına (1730-1754) Sultan Mahmud I, Patrona Halil Ä°syanı'nın son kırıntılarını da temizledikten sonra, Belgrad ve Sırbistan'ı Avusturya'dan geri alınca, itibarı pek yükselmiÅŸti.Bu itibarını, erguvan zamanı BoÄŸaz'a sandal gezilerine çıkarak ve dahası, BoÄŸaz'ın tam orta noktasına ÅŸipÅŸirin bir "kasr" inÅŸa ettirerek süsledi: Küçüksu.Biz Küçüksu sakinleri Sultan Mahmud I'e minnet borçluyuz. Düşünsenize, kış, yaz ya da bahar olsun, günbatımına yakın, her ÅŸeyden bıkıp kendinizi sahile attığınızda, güzelim aÄŸaçlıklı yolun sonunda, sizi iÅŸlemeleri abartılı bir kasır karşılar. AÄŸaçların serinliÄŸinin altına girdiÄŸiniz anda, BoÄŸaziçi'nin trafik gürültüsü geride kalır. Sakin, latif bir gezinti sizi bekler. Denizin iyot kokusu, esintisi, güneÅŸin cilveli ışık oyunları, her günü bambaÅŸka bir renk cümbüşüdür. Hem de, tarih... Ä°smini namlı deremizden alan kasır, yaz aylarında gerisindeki çayırda kaynayan kocaman mısır kazanları ve koÅŸuÅŸan çocukların neÅŸeli avazeleri ile bir bütündür. Denize bakar, düşüncelere dalar, kasıra bir "Merhaba" sarkıtıp gezintiyi Göksu kahvede tamamlarsınız. Zira, demli çaylar sizi bekliyordur.Erguvan zamanı baÅŸlattığı BoÄŸaz sefaları ile de tarihe geçen Sultan Mahmud I, sahiden kafa dengi, hayatın zevkini çıkarmayı bilen bir ÅŸahsiyet. Her ayın 10'unda saraydan görkemli bir sandal kafilesiyle ayrılıp fıstıki makam, tabir yerindeyse, salına salına Küçüksu kasrına gelirmiÅŸ. Kameri takvime göre, ayın 14'ünde mehtap zamanı. Ayın, günbegün, daha doÄŸrusu, gecebegece, nasıl tombullaÅŸtığını keyifle izlermiÅŸ. Slutan'ın Küçüksu'daki ikameti on günlük. Mehtap küçülmeye baÅŸlayınca, tası tarağı toplayan padiÅŸah, yine haÅŸmetli kayık kafilesiyle sarayın yolunu tutarmış.Saraydaki tatsız iÅŸleri bilemeyeceÄŸim ama ÅŸu her ay on günlük mehtap kaçamağına bayıldım. Ä°nsanın padiÅŸah olası geliyor. Bundan böyle, has adamım, Sultan Mahmud I... Ruhu şâd olsun. Bakın arkadaÅŸlar, benden söylemesi... Ay her gece tombullaşıyor, dolunaya az kaldı. Erguvanların el sallayıp bizi -bu senelik- terketmesine az kala, siz de bir BoÄŸaz sefasına çıkın.Bakın, BoÄŸaziçi'nin renk çümbüşüne meftun Sultan Mahmud I'in, 1754'te, bir Cuma selamlığı, dönüşünde tam demir kapıdan saraya girerken at üstünde ölüşüne kadar "mehtap"ın hakkını nasıl verdiÄŸini, Ahmet Refik Altınay'dan ("Eski Ä°stanbul Nasıl EÄŸleniyordu?") dinleyelim:"BoÄŸaz'ın ruha ferahlık veren serin rüzgârlarla titreÅŸip cilveleÅŸen suları, ay ışığının gümüş çisentileri ile aÅŸk sarhoÅŸu gibi sallanırken, kıyıda beyaz bir güvercin yuvasını andıran küçük ve zarif Küçüksu Kasrı'nın rıhtımından, önde yakınlarını, ortada Sultan Mahmud'u, arkada koruyucusunu taşıyan sandallar, sessizlik içinde uzayıp geceyi dinleyen denizde beyaz köpükler dağıtarak açılır, ayın ışıklı bölgesi altına gelir ve süzülürdü. (...) Sultan Mahmud I müziÄŸe de çok meraklı idi. Çağının en seçkin saz ve ses sanatçılarını çevresine toplamıştı. Kışın, Topkapı Sarayı'nın divanhaneleri, yazın çoÄŸunlukla Küçüksu Kasrı çok coÅŸkun müzik âlemlerine sahne olurdu."Sözümüzü baÄŸlamadan evvel, Sultan Selim III'ın erguvan zamanı baÅŸlayan sandal seferlerinin haÅŸmetini aktaralım.Efendim, padiÅŸahın gezintisi bir gün öncesinden halka duyurulurdu. O gün, Ä°stanbul ahalisi yol boyunca seyre dökülürdü. Sultan'ın gideceÄŸi yere, yine önceden çadırlar kurulup hazırlanır, padiÅŸah varınca buralarda dinlenir, yemek yer, namaz kılardı. O çadırlar boÅŸuna -yani, sırf padiÅŸah namaz kılsın diye deÄŸil- kurulmuyordu; gezinti sonunda, binlerce seyircinin ortasında pehlivanlar güreÅŸtirilir, cambazlar oynatılır, ayılar (???????) boÄŸuÅŸturulurdu. Sultan da, baÅŸarılı olanlara üç beÅŸ altın bahÅŸiÅŸ verirdi.Göz kamaÅŸtırıcı bir alayla süzülürdü Sultan Selim III, BoÄŸaz'ın sularında.En önde, padiÅŸah kafilesine yol açan altı büyük sandal. Büyük sandal diyorum, zira bunlara 100 ila 150 içoÄŸlanı binerdi. Bunların sağında ve solundaki iki sandala da haseki aÄŸaları bulunurdu. Haseki aÄŸalarının durumu, azıcık "müşkil..." Zira, ayakta durup ellerindeki deÄŸneklerle çevredeki özel kayıklara buyruk veriyorlar, PadiÅŸah'ın gelmekte olduÄŸunu haber veriyorlar. (Buradan çıkan sonuç, içoÄŸlanlarının buyruk verme yetkisi olmadığı ve acıklı bir biçimde dekoru tamamladıkları.)Altı sandallık içoÄŸlanları kafilesinin ardından, "sarık sandalı" geliyor. PadiÅŸah'ın deÄŸerli mücevherlerle süslenmiÅŸ sarığını tutan kiÅŸi, tek başına bu sandalda. Adamcağız görevini hakkıyla yapabilmek telaşıyla, sarığı habire saÄŸa sola sallar, hem PadiÅŸah'ın geliÅŸini haber verir, hem de temsili bir biçimde hünkârın halkı selamlayışı tamamlanırdı.(Cumhuriyet'in Osmanlı'dan ne çok geleneÄŸi günümüze taşıdığının en güzel örneklerinden biri de bu "sarık sallama" hikâyesi olmalı. Her ilimizin kurtuluÅŸ günlerinde, kortejin en önünde, bir adet Atatürk büstünün taşınmasının kökü nerede, sizce?)Sarık sandalının ardından her biri saray aÄŸalarından birini taşıyan altı sandal daha gelirdi. Toplam 14 sandal idi, PadiÅŸah'a öncülük eden kafile.Veeee, nihayet, Hünkâr!...PadiÅŸah kayığı da, bir deÄŸil, iki tane. Biriyle, BoÄŸaz'a giderken, öbürünü de, BoÄŸaz dönüşü kullanıyor Hünkâr. Anlaşılan "az kullanılmış" meraklısı. Yahut, en basitinden, avama gösteriÅŸ!"PadiÅŸah kayıklarında, som gümüşten parmaklıkla çevrili, dört sütunlu, üç fenerli birer köşk vardı. Köşkler, uçları sırma iÅŸlemeli, incili, saçaklı kırmızı çuha ile örtülüydü. Hünkâr köşkün altındaki ipek ÅŸiltelere uzanır, arkada ise, bostancıbaşı dümen tutardı. Köşkün içine ancak, sadrazam ya da hayli önemli bir iki kiÅŸi alınabilirdi. Ancak, bu zevat, Hünkâr'ın karşısında, gümüş parmaklıkla bölünmüş bir yerde, aşırı hürmetkâr bir tavırla el pençe divan otururlardı.Merasim bu kadarla bitmiyor...PadiÅŸah kayığının iki yanında bostancılar iki dizi oluÅŸturur (ahaliye, "her an kelleniz gidebilir" mesajı mı?), her birinin ortasında birer başçuhadar bulunurdu. Bunların ellerindeki minik sandalyeler, Hünkâr karaya vardığında binek taşı olarak kullanılırdı.Hünkâr kayığının mahmuzunda, uçmaya hazır bir küçük kırlangıç oyması olduÄŸu için, padiÅŸah kayığına da "Kırlangıç" denirdi. Ä°kinci kayıkta, silahtar aÄŸa bulunur ve padiÅŸahın kılıcını taşırdı. (Bu kılıcın, cellatları izbe bir hücrede kendisini kıstırdığında iÅŸe yaramayışı, ne hazindir...)En arkadan da, harem aÄŸalarını taşıyan kayıklar gelirdi. Bu kayıkların en baÅŸtakinde, etrafı gururla temaÅŸa eden kızlar aÄŸası pek bir kibirle etrafa hava basardı. Ä°nsanın, "Ayyy, havan batsın..." diyesi geliyor. Ayol, hayatta üç kuruÅŸluk ÅŸansın olsa, harem aÄŸası olmazdın. Hadi oldun diyelim, BoÄŸaz'a sandal sefasına çıkıyorsun, kayıkta bir tane cariye yok! Böyle sefanın...Görüyorsunuz efendim, halk "ayran budalası" misali seyirci. Sandal sefasına çıkanlarda ise, hem zevk, hem dert bir arada. Tıpkı, hayat gibi...Erguvanlarımız güzeldir...Jülide ERGÃœDER - 7 Haziran 2000, ÇarÅŸamba Â
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!