Birkenau’da son cenaze töreni

Güncelleme Tarihi:

Birkenau’da son cenaze töreni
Oluşturulma Tarihi: Eylül 11, 2003 19:07

Yirmi küsur senedir kadıncağızı İstanbul’a, resmen eve hapsettim. Balayına gidemedik, paramız yoktu, “Sana borcum olsun!” diye söz verdim. Sözümü yıllarca sonra tuttum ve karımı, balayı niyetine... trenle Ankara’ya götürdüm. Hâlâ takılır bana: “Anıtkabir’den çok etkilendim, ama balayımı Venedik’te, hadi bilemedin Antalya’da geçirmeyi tercih ederdim!”

Haberin Devamı


Bunca yılda, tatil diye, bir kere Ankara’ya, bir hafta Pamukkale’ye, bir hafta sonu da Abant’a götürebildim garibimi. Gıkı çıkmaz ya... Bir de, ne yaptık ettik, 40’ıncı yaşımızı kutlamak için (kutlama lafı biraz ters burada ama) kendimize bir ikramda bulunduk, bir çılgınlık yaptık ve (paramızın yettiği bir iki yer içinden seçerek, ben Prag’a gitmeyi reddettiğim için) İsrail’e gittik.

Bu vesileyle, Kudüs’teki meşhur Soykırım Müzesi’ni de (Yed Vaşem) gezdik.

Ve bu (korkunç, kabus gibi) müzede, unutamayacağım bir hadise yaşadım.

Bir defa, holokost kurbanı çocuklara ayrılan bölüm beni allak bullak etmişti zaten.

(Görmeyenler için anlatmaya çalışayım: Çocuk kurbanlara ayrılmış özel bir bölüm. İçerisi zifirî karanlık, bir trabzanı tutarak ilerleyebiliyorsunuz içeride. Denizin dibinde, bir akvaryumun içinde gibisiniz. Her yer koyu mavi, iki yanınızda tam bir buçuk milyon küçük mum (lambacık) sarkıyor tavandan. Nazilerin öldürdüğü bir buçuk milyon Yahudi çocuğunu temsil eden bir buçuk milyon küçük yıldız. Ve siz, böyle korkunç bir ortamda ilerlerken, derinden, boğuk bir ses duyuluyor, monoton ve sürekli. Menahem Abramoviç, 3 yaşında Birkenau – Estel Kohen, 7 yaşında, Dachau – İzak Davit Bernştayn, 1 yaşında, Treblinka... Sonsuz bir kaset, yirmi dört saat Yahudi çocukların adını okuyor, unutturmamak için...)

İşte bu atmosferden çıkıp, Auschwitz’le ilgili müzeye girmişim, allak bullak. Burada da, duvarlarda dev fotoğraflar, siyah beyaz, holokostun simgesi haline gelen toplama kampından sahneler, esirlerin kullandığı kap kacak, yırtık çizgili pijamalar, yenmiş battaniyeler, lime lime (kendi yaptıkları) sandaletler... Korkunç hatıralar!

Grubumuzda (haftalık bir turdu bizimki, Fransızlar, Belçikalılar ve biz karı koca) Belçikalı bir ana baba ve kızları da vardı. Kısa, kalın, alabros kesilmiş saçlı, hiç konuşmayan bir adam. Yaşı belli olmayan türden. İki üç gündür birlikte seyahat ediyoruz ama merhabamız bile yok.

Auschwitz Departmanı’nda yanıma geldi, bana elini uzattı:

- Siz Müslüman’mışsınız!
- Evet, Türk’üm...
- Size teşekkür etmek istiyorum!
- Niye?
- Bir Müslüman olarak Yahudi Soykırım Müzesini gezdiğiniz için...
- Siz Yahudi’siniz herhalde...

İşte bu andan itibaren yaşadıklarımı, rüyada gibi, hayal mayal hatırlıyorum artık...

Evet, dedi kısa, kalın yol arkadaşım, ve dünyanın en tabii şeyini yapar gibi, hani Japonlar’ın her tanıştıklarına çıkarıp kartvizit uzatmaları gibi... gömleğinin kolunu sıvayarak bana ön kolunu gösterdi...

Kolunda, kasapların ete bastığı mavi-mor renkte boyayla yazılı bir numara...

425392 gibi bir şey...

- Siz, eee... şey misiniz?
- Evet, dedi, bu toplama kampında bulundum ben!

Ve Auschwitz’den sağ kurtulmayı başarmış bu “Häftling” (tutuklu, esir) bana Soykırım Müzesi’nin Auschwitz Departmanını gezdirdi.

- Bak burası, buz gibi bir kış gecesi hayvan vagonlarından indiğimiz istasyon.
- Şu arkadaki adam, gelen esirlerin ilk muayenesini yapan doktar bilmem kim...
- Annemle kızkardeşimi işte şu bölüme götürdüler. Onları bir daha hiç görmedim...
- Babamı benden ayırıp şuraya götürdüler, onu bir daha hiç görmedim...

Dünyanın en tabii şeyini anlatır gibi, mezun olduğu okulu yıllarca sonra oğluna gezdirir gibi, başka bir dünyadan gelen, monoton bir sesle, acımasız bir tekdüzelikle... ben, karım ve kendi kızı, biz, bu ziyaret boyunca ağlarken, benim Häftling 425392, ağır ağır, sanki içindeki bir cerahati dikkatle boşaltırmış gibi, psikanaliz koltuğundaki bir hasta gibi, Aushwitz’i ve yaşadığı cehennem anlattı; bize ve belki de ilk defa kendi kendine...

Şüphesiz, hayatımın en etkileyici ama en korkunç müze ziyaretiydi bu...

*

Bizim gazetelerimizin kıç baş haberinden yeri olmaz böyle şeylere.

Birkaç hafta önce, Polonya’daki Auschwitz-Birkenau Müzesi’nin müdürü, toplama kampında ölen bir Yahudi’nin bestelediği bir müzik parçasının, tesislerin içinde icra edilmesine izin vermedi. Ama, 4 Eylül Perşembe günü, İsrail Hava Kuvvetlerine ait üç F-15 uçağı, Birkenau’nun üzerinden uçtu, ilk defa. Uçaklar, uğursuz kampın giriş kapısının üzerinden alçak uçuş yaptıktan sonra, Judenrampe (Yahudi Yokuşu) denilen ve çoğu Yahudi, bir milyon yüz bin insanın can verdiği gaz odalarına giden yolun üzerinden geçerek gittiler.

Üç uçağın pilotu da... Naziler tarafından katledilmiş Yahudi ana babanın çocuklarıydı.

Müze müdürü, Polonya Hükümeti’nin izniyle yapılan bu gösteriye “Sembolik değeri yüksek olan bu yerde hüküm süren saygının ve sessizliğin, bir askerî gövde gösterisiyle çiğnenmesinden” rahatsızlığını belli etti.

Cevabı İsrail’in Varşova Büyükelçisi verdi:

“Bu bir güç gösterisi değil, bir nihaî cenaze töreniydi!”

*

Bu kadar büyük acılar çekmiş bir milletin, başına Ariel Şaron gibi birini getirmesi ne kadar tuhaf değil mi!

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!