Hz. Mevlânâ’nın düğün gecesi ŞEB-İ ARUS

Güncelleme Tarihi:

Hz. Mevlânâ’nın düğün gecesi ŞEB-İ ARUS
Oluşturulma Tarihi: Aralık 20, 2009 00:00

Aşkın öğretmeni olur mu? Olsa olsa aşkın nesnesidir o öğretmen; maşuk!
Aşkın mabedi olur mu? Gönüldür aşkın mabedi ancak. Öyle güzel insanlar girdi çıktı hayatıma, hepsi birer ömre değer ama kalp açılmayınca teslim olamıyor aşka insan ve utanıyor kalbinin katılığından. İşte o utancın farkındalığı ve acısı insanı kendini geliştirmeye ve değiştirmeye mecbur ediyor. Hakikati bulmak yaşamı yaşamaya değer kılan amaçtır bence. Hakikat ise aşk değilse ne olabilir? Bunca yıldır didik didik ettim kendimi ve aşktan daha değerli bir duygu keşfedemedim iç dünyamda. O halde yürü âşıkların peşinden, aşklarından feyiz al, gönül gözün açılsın diye dualarını yükselt semaya. Aşk olsun diye, aah.

İşte bu duygularla Hz. Mevlânâ’nın 736. vuslat, yani kavuşma yıldönümü için Rufai dergâhının dervişleriyle bir hac yolculuğuna çıkmaya karar verdim, Konya’ya. Mevlânâ’nın alim (bilgi sahibi) zatının değil arif (bilgiyi hayata geçiren) zatının peşine saygılarımı sunmaya, onu daha iyi anlayıp örnek almaya, kalbimi bir nebze daha yumuşatmaya ve sonra onu sevgilime sunmaya niyet ettim. Rufai dedesi Tayyar Efendi de bu yolculukta benle muhabbet paylaşmaya razı oldu. İnsan, dervişlik, Allah, aşk, dostluk ve birçok konuda gönül sohbetleri ettik, anladım ki dervişlik zor işmiş, ama hoş işmiş.

SUFİLİK İRAN VE ARABİSTAN’DA YASAK

Suf, Arapçada yün anlamına geliyor. Sufiler de içlerine yün giyenler. Hz. Peygamber’in devrinde, onun çevresinde insanlara hizmet eden, boş vakitlerinde de ibadet eden aydın kişiler vardı, bu kişiler gece uyumamak ve rahata düşmemek için içlerine deve ve keçi kılından dokunmuş içlikler giyerlerdi ki insanlara hizmet etmeye daha çok vakit ayırsınlar. Bunlara Ashab-ı Sufe’den üretilen Sufi sıfatı yakıştırılmıştır. Peygamber devrinden sonra, dünyaya yayılan çeşitli sufilerden yüksek manevi mertebelere ulaşanlar ve talebeleri günümüze kadar gelen Sufi ekollerini oluşturdular. Derviş ise Sufi’nin Farsçası. Kelime anlamı (der:kapı, viş:eşik) kapı eşiği gibi olan. Kapı eşiği gibi hizmet eden ve şikayet etmeyenleri anlatmak için kullanılıyor.
Tayyar Dede sufizmin amacının Allah’ı bulmak olduğunu söylüyor: “Sufizm İslam’ın özünü yansıtır. İslam’a dayanmakla birlikte özünde Musevilik ve İseviliği de barındırır. İnsanlığın sevgi arayışına cevap verecek biricik yoldur.”
Ancak sufilik Türkiye dışında İran ve Suudi Arabistan’da yasak. Tayyar Dede’ye göre dış mihraklar bu sevginin kendi raconlarını bozacak şekilde İslami sufizmle yayılmasını istemediklerinden sufiliğin kaynağı ülkelerde bu yönelimin yasaklanması için politika üretiyor ve bu ülkelere bunu dayatıyorlar.

20 MİLLETTEN İNSAN MEVLÂNÂ’NIN YOLUNDA

Şeb-i arus, düğün gecesi demek. Yani Mevlânâ Hazretleri’nin Hakk’a yürüdüğü gece. Ancak Mevlânâ ölümünün bir yas vesilesi olmasını istememiş, bilakis özlemini duyduğu Allah’a sonunda kavuşmanın sevincini yansıtacak şekilde bir kutlama olarak yaşanmasını vasiyet etmiş. Cenazesine tüm dinlerden ve inanışlardan insanlar katılmış ve yobaz halkın tepkisine rağmen Mevlânâ’yı kutlu kişi saydıklarını belirterek sahiplenmişler. O gün bu gündür Şeb-i arus tüm dünyadan sevenlerin, sufilerin bir buluşması ve kutlaması olarak yaşanmakta. Sadece bizimle beraber seyahat edenler arasında 20’ye yakın milletten insan saydım. Mevlânâ ölümünden bu yana geçen 600’ü aşkın yıla rağmen hâlâ ulusların birlikteliğine hizmet ediyor ve insanlığın sevgi ve birlik arayışına vesile oluyor.

TÜRBE ZİYARETİ DEĞİL MİSAFİRLİK

Halkımız türbelerden medet umar, dualarına aracılık etmeleri için uluları ziyaret eder, adaklar adar. Tayyar Dede bu geleneği biraz da halkımıza gerçek Allah sevgisini öğreten sistemlerin noksanlığına bağlıyor: “İnsanımız hep Allah korkusuyla Allah’tan uzaklaştırılmış, O’na doğrudan ulaşamayacağından endişe ettiği için uluları aracı kılmaya meyil etmiştir.

MEVLÂNÂ’NIN 7 ALTIN ÖĞÜDÜ

/images/100/0x0/55eadd0ef018fbb8f89b86a0

Mevlânâ tüm dünyanın kabul ettiği gibi Türk-İslam tarihinin en büyük sufilerinden. Hem bilge bir kişi, hem yüce bir aşık, hem de büyük bir şair. Sonradan Hüdavendigar, Mevlânâ, Rumi lakaplarını alacak olan Muhammed Celaleddin 30 Eylül 1207’de Türkistan’ın Belh şehrinde doğdu. Babası Sultanül Ulema lakaplı Bahaeddin Veled ailesiyle beraber Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya sığındı ve sonunda Konya’ya yerleştiler. En önemli eserleri Mesnevi, Divan-ı Kebir, Fih-i Ma Fih, Mecalis-i Seba ve Mektubat’tır. Mevlânâ’nın felsefesini biraz olsun aktarabilmek için bu satırların arasında onun 7 altın öğüdünü aktarmak isterim:
· Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
· Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
· Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
· Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
· Tevazu ve alçakgönüllü-lükte toprak gibi ol.
· Hoşgörülükte deniz gibi ol.
· Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.


Bunu da eleştirmemek gerekir, keza arayıştaki kişiler için Allah’a giden yollarını kaparsanız, Hindistan gibi tanrıların bol ve kolay ulaşılır olduğu memleketlere gitmek ister, başka yollara sapabilirler.”
Sufizme göre ise Allah’a yakınlaşmış kişiler ölü değildir. Sufiler türbeye misafirliğe giderler. Tanrı korkusu ise sevgilinin kalbini kırmaktan duyulan korkuya benzetilir ancak. Yolculuğumuzda özellikle Hz. Mevlânâ’ya yakın sufilere sevgi ve saygılarımızı sunmak için bazı türbeleri ziyaret ediyoruz ve Tayyar Dede’den hikâyelerini dinliyoruz. Bir de dua öğreniyorum Tayyar Dede’den: “Yarabbi bu zattın hürmetine duamı kabul et, Yarabbi bana her şeyin hayırlısını ver. Amin.”

BİZİ BURAYA TAŞIYAN MEVLÂNÂ-ŞEMS AŞKI

Mevlânâ’nın hayatı Şems’ten önce ve Şems’ten sonra olarak ikiye ayrılabilir. Aslında bir anlamda ikisi birbirine hem ayna hem mürşit olmuş. Mevlânâ ile Şems birbirlerinde Hakk’ı seyrediyorlardı. Aşklarını anlamak pek çok kişi için çok zor. En yakınları bile bunu anlamakta zorlanıyor ve kıskanıyorlardı. Halk ise Mevlânâ’nın bu durumunu bir İslam tasavvufu bilgesi olarak kendisine yakıştırmakta zorlanıyor, Mevlânâ’nın hocalığı boşlayıp Şems ile uzun halvetlere dalmasını kabul edemiyordu. Bu durum ikisinin defalarca ayrılmasına ve sonunda da Şems’in katledilmesine kadar vardı. Denir ki, Şems Mevlânâ’yı ateşleyen kıvılcım olmuş ancak Mevlânâ o kıvılcımla bir volkan gibi yanmış ve alevleri sonunda Şems’i kavurmuş, yok etmiştir. Mevlânâ Şems’in ölümünden sonra aşkını daha da ileri taşımış ve “o ben, ben de o oldum” diyecek kadar içselleştirmiştir.
Bir başka boyutu da bu aşkın, kendilerinin buna ihtiyacı olmamasına rağmen millete aşkı öğretip peşinden Allah’a sürükleyecek bir hikayenin gerekliliğinden yaşandığı. Nitekim böyle olmasa bugün bizler aşk arayışımıza cevap bulmak için burada olmaz, bu vesileyle Tayyar Dede gibi bir sufi ustasıyla bir araya gelemezdik. Bu konuyu Tayyar Dede’nin yorumuyla aktarıyorum: “Aşk kişiyi Allah’a ulaştıran en kestirme aracı. Avamın aşkı bilinçsiz aşk, sufinin aşkı bilinçli aşktır. Bilinçsiz aşk insanı deneyim ve çile arasında dolaştırır, bilinçli aşk ise Allah’a götürür. Mevlânâ Şems’i görmeden önce ilmi olarak aşkı biliyordu ve hazırlıklıydı, keza Şems de öyle. Böylesi iki bilgenin kendilerine ayna tutacak kişiler olarak birbirlerine rastlamaları ancak Allah’ın arzusuyla mümkün olabilirdi. Böylece birbirlerine aşık oldular ama bu bedenen değil, birbirlerinin hakikatine aşık olmaları manasında idi.”
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!