Her geçen gün daha iyi anlıyorum, ben Türk’üm

Güncelleme Tarihi:

Her geçen gün daha iyi anlıyorum, ben Türk’üm
Oluşturulma Tarihi: Eylül 08, 2012 00:00

16. yüzyıl İstanbul’unda Yahudi anne babadan doğan ve tek tutkusu resim yapmak olan bir çocuğun, Eli Soriano’nun hikâyesini anlatıyor, ‘Turquetto’.

Haberin Devamı

Dini resim yapmasını yasakladığı için, kimliğini kaybetme uğruna tutkusunun peşinden Rönesans Venediki’ne kadar kaçıp sanatında yükselen Eli kahramanı üzerinden; din, sanat, kimlik ve iktidar arasındaki ilişkiyi sorguluyor.
Can Yayınları’ndan çıkan ‘Turquetto’yla tanıdığımız Metin Arditi, geçen hafta okurlarla buluşmak ve Haldun Hürel’le kitap üzerine söyleşi yapmak için İstanbul’daydı. Romancılığının yanı sıra, atom mühendisi, işadamı ve sanat hâmisi olan Arditi’yle “Eli’nin Venedik ve Konstantiniyye arasında köklerini araştırdığı yolculuğunda ben de ona eşlik ettim” dediği romanı Turquetto’yu konuştuk. Arditi, röportajın sonuna sakladığı sürprizi, aksansız Türkçesi’yle hepimizi şaşırttı...

Bu kitap aslında gerçek bir aşk hikâyesi, benimle bu şehir arasında geçen.

Haberin Devamı

Biyografinizdeki “1945 Ankara doğumlu, Cenevre’de yaşayan İsviçreli Fransızca yazar” cümlesi çok kültürlülüğünüzün özeti. Bu topraklarla bağınız nereden geliyor?
- 1945’te Ankara’da doğdum. Henüz üç aylıkken İstanbul’a taşındık. Benim için büyük şans oldu. İstanbul’da muhteşem bir çocukluk geçirdim. Evimizde beş dil konuşulurdu; Türkçe, Fransızca, Almanca, İspanyolca ve Yunanca. Dadım Almanca, annesini erken yaşta kaybettiği için Ermeni komşuları tarafından büyütülen babamsa Yunanca konuşurdu. Fransızca konuşan annem çok da iyi Türkçe bilirdi. 11 yaşıma geldiğimde beni Lozan’da yatılı okula gönderdiler. Oraya 25 ülkeden öğrenci gelirdi. Dolayısıyla ırkçı olmaya imkân yoktu. Sonra ailemin imkânları sayesinde Amerika’da nükleer fizik ve işletme öğrenimi gördüm. Bu sayede bugün sanatla uğraşacak imkânım oldu.
‘Turquetto’ lakaplı Eli’yle ciddi benzerlikler var aranızda. İstanbul’daki baba evinizin bu romanın yazımında ne kadar tesiri oldu?
- Roman yazarken karakteri yalnızca betimliyorum; ne yapacağına karar vermiyorum. Bunu kendisi belirliyor. ‘Turquetto’nun hikâyesi içinde benim olmadığım açık. Ama yazar, yazdığı süreçte kendini bir şekilde açıyor. Çünkü artık bilinçaltı konuşmaya başlıyor. Dolayısıyla Turquetto’ya kendi iç dünyamdan neler kattım, kestiremiyorum. Kitabı yazmak için iki yıl uğraştığım düşünülürse, Eli’nin kariyerinin sonunda Konstantiniyye’ye, yani köklerine dönmesi çok önemli oldu. Bu, İstanbul’un kozmopolit dünyasında harika çocukluk anıları biriktirmiş biri olarak, benim de yolculuğum oldu.

Haberin Devamı

YAZAR, İŞ ADAMI VE SANAT HÂMİSİ

“Çocukluğumuz hiç iyileştiremediğimiz bir hastalıktır” diyorsunuz. Turquetto’da da olduğu gibi, romanlarınızda çocukluk anıları, yalnızlık ve yabancılık temaları baskın. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
- Aslında karakterinizi belirleyen şey, çocukluktur. Aktif hayata atıldığınızda, yaşayabilmek için çalışmak zorundasınız. Sürekli eylem içinde olduğunuzdan düşünmekten kaçınırsınız. Fakat belirli bir yaşa geldiğinizde, kendinize zaman ayırmayı akıl edebilir ve çocukluğunuzda edindiğiniz o değerli anıların hakkını vermeye başlarsınız. Yalnızlık ve yabancılık hisleri karakterlerim için yarattığım şeyler değil, benim yaşadığım duygular. Çok uzun yıllar yatılı okuldaydım. Tüm bayramları ve yaz tatilinin büyük bölümünü ailemden uzak geçirdim. Ama zamanla ailenize duyduğunuz ihtiyacı ve tek başınalığı hissetmemeye başlıyor, dönüşüyorsunuz. Karakterinizin bir parçası oluyor. Benim de öyle oldu.
Bildiğim kadarıyla güçlü bir işadamı olmanın yanı sıra, sanat hâmiliği yönünüz de var. Sanatsal yaratımla bireysel özgürlük arasındaki ilişkiden yola çıkan bir roman yazma fikri buna bağlı olarak mı doğdu?
- Farklı uğraşlarımı bir araya getirmekten kaçınıyorum. Yazar, gerçeği arayandır. İnsanlar benim yazdıklarımı okumaktan memnun kalmasalar bile, benim için gerçeğe doğru yürümek en önemli şeydir. Eğer bunu yapmaz da risk almaktan kaçınırsam, bir iş adamı gibi davranmış olurum. Dolayısıyla yazmakla sanat hamiliğim arasında kesinlikle bir bağ kurmuyorum. Hayatımın en önemli düsturlarından biri, sanatın risk almak olduğu.

Haberin Devamı

TARİHİ ROMANDAN NEFRET EDERİM

Yazdıklarınızı yayımlamaya 49 yaşında başlamışsınız. Neden?
- Yatılı okulda okuduğum sürede sanat icra etme şansı bulmuştum. Bu uğraşlar bana muhteşem hisler yaşatmıştı. Orada tiyatro oynar, piyano ve gitar çalar, şarkı söyler, yazardım. 13 yaşında annem hakkında bir Fransızca hikâye yazdım, kendimi çok kaptırmıştım. Fakat sonra atom fiziği ve işletme üzerine yüksek öğrenim gördüğümde, sanatsal yaratımı rafa kaldırdım. O kadar şanslıydım ki, yıllar sonra zaman ve imkân bulup yeniden sanata dönebildim. Çünkü hayatı sevmek için kalbinizin mutlaka yaratma heyecanıyla titremesi lazım.
Romanda alışkın olmadığımız bir eski İstanbul manzarası var; dilenciler, köle tüccarları, kaçırılan cariyeler... Halbuki tarihi romanlarda, hele ki yazarı Batılıysa, karşımıza çıkan çoğunlukla egzotik bir İstanbul portresi olur. Siz bu oryantalist tavrı nasıl yorumluyorsunuz?
- Tarihi romanlardan nefret ediyorum. Kitabım tarihi roman değil, fonda 16. yüzyıl İstanbul ve Venediki’nin kullanıldığı bir psikolojik roman bence. Egzotik betimlemelerden de hiç hoşlanmam. Kartpostallara resim çizen ressamların yaptığına benzer. Son derece iki boyutlu ve sığlardır. Yazarken bir şey hakkında karar vermezsin, karakterlerini dinler ve kabul edersin. Kitaptaki Zeytin Mehmet karakterini gerçekten tanırdım, mesela. Onu severdim. Romanda ölümünü yazarken çok ağladım. Önemli olan bu hisleri kabul etmek ve yaşamaktır.

Haberin Devamı

YENİ KİTAP ‘ORKESTRA’NIN ŞEFİ’

Yeni kitap hazırlığı var mı?
- Halihazırda yeni çıkmış bir kitabım var ama henüz Türkçeye çevrilmedi. Adı ‘Prince d’orchestre’. Romanın ana kahramanı da İstanbul’da doğmuş bir orkestra şefi. Kitap ‘Orkestra’nın Prensi’ adıyla Can Yayınları’ndan çıkacak.
Okuyucular neredeyse her romanınızda bir Türk motife yer vermenize alışkın zaten. Yeni kitapta da çizgiyi bozmayacaksınız demek. Peki bu bilinçli bir tercih mi?
- Evet, neden bilmiyorum ama bunu hep yapıyorum. Sadece ilk kitabım ‘Theo’ya Son Mektuplar’da yoktu. En çok ‘Vincent’ın Odası’nda vardı, çünkü oradaki tamamıyla benim hikâyemdi. İsviçre’de çok uzun yıllar yaşadım, İsviçre vatandaşıyım. Ama her geçen gün daha iyi anlıyorum ki, ben Türk’üm. Belki de o yüzden. Bilerek yapmıyorum yani, kendini dayatıyor.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!